İnsan çekirdeğinden âleme dal budak salmış iki kök (dal) vardır. Bu hilkat ağacının iki dalından biri ‘Ademiyet’ özüyle aşılıdır ve meyveleri bakidir. Diğeri fenaya bakar ve meyveleri ‘melune’dir.
Ademiyet özüyle aşılanmış dalın meyveleri; nebiler, veliler ve müminledir. Varlığa, Yaratıcısı hesabına baktıkları için, onların hukukunu gözetirler. Bunlara ilahi metinler lisanıyla ‘iyiler/salihler’ denmiş.
Diğer dalın meyveleri firavunlar, nemrutlar ve şeddatlardır. Aleme, kendi hesabına baktıkları için her bir nesneyi kendi zatında fail ve muhtar saymışlar. Bunlar da nefislerinin zubunu ‘şakiy’lerdir.
Hac suresi’nin 18. ayetinde Cenab-ı Hak, “Görmedin mi hep Allaha secde ediyor Göklerdeki kimseler, Yerdeki kimseler, Güneş, Ay ve yıldızlar, dağlar, bütün hayvanlar, ve insanlardan bir çoğu… Ve insanlardan bir çoğunun da üzerine azâb hakk olmuştur…” buyurur.
İşte o iki dalın ‘ademiyet özü’yle aşılanmış olanları secde edenlerdir. Ama çoğu da secde etmemiştir.
Yani itaat yolunu seçip Adem (abd) olmak yerine, nefsin arzularına takılıp ‘insan’ (unutan/nankör) kalmayı yeğlemişlerdir. ‘İnsan’ın nerede ise ‘fıtrî’ (doğal) tüm huyları fısk u fücur, fesad ve fitnedir. Kendisi de zalim, cahil ve kefûrdur.
Kısacası, insan denilen prototip mahluk, iman etmezse; yani Ademiyet özüyle tohumlandırılıp kul mertebesine çıkarılmazsa, bütün ef’al ve semereleriyle dünyaya ait bir nesne kalır ve ‘dünya melundur ve içindekiler de…’ hadisinin hükmüne dahil olur.
***
İşte yeryüzündeki mücadele budur.
Harpler, darpler, inkılaplar, devrimler, partiler, dernekler, cemiyetler, cemaatler, hep bu iki dal arasındaki mücadelenin eseridir. Hayvan-ı natik bir insan kalmak yahut, Rabbe muhatap bir Adem olamak mücadelesi… (Buna iman küfür mücadelesi de denilebilir ama bu aslında secde etmek etmemek mücadelesidir.)
Eskiden bu mücadeleler kılıç kalkanla yapılıyordu. Şimdi dernekler, cemiyetler partiler ve kurumlarla yapılıyor…
Türkiye’de, son 60 yılda yaşanan mücadelenin en kritik noktasına gelmiş bulunuyoruz.
Bireyler açısından baktığımızda ‘ya iman aşısı yaptırıp Adem olacaksınız veya nefsin tiranlığı olan hali sürdürüp sonunda cehenneme yakıt olacaksınız!”
Antep fıstığı gibi aşılanmadan olmuyor. Bildiğiniz gibi Antep Fıstığının aslı yabani sakız ağacıdır. Onun meyvesini yani fıstığı dikseniz, yine sakız ağacı olur. İlla da aşılamak lazım!
Aynen öyle de ‘nesnas’ ağacından ‘Adem’ manasındaki İNSAN’ı elde etmek istiyorsanız, illa da onu, iman aşısıyla aşılamanız gerekiyor.
İşte nübüvvet ve din bunun için var. İnsan tabiatı topraktan olduğu için, ona tohum ekim bitirmelisiniz ki ondan maksat hasıl olsun. Yoksa kısa sürede örenleşir. İnsan dahi öyledir. Bir kere iyi olununca hep iyi kalınmaz.
Cehd ve gayret olmadıkça iman kalpte karar kılmaz. İman kalpte karar kılınca da iş bitmiyor. Onu muhafaza etmek için, sürekli bir gayret ve ihtimam gerekiyor.
“Ben iman etmişim, ben müminim” demekle olmuyor. Kalpteki imanı gayret, dikkat, şüphelerden sakınma, haram ve helale riayet ile korumaz ve beslemezseniz o da zayıflar ve zaman içinde yaptırım gücünü kaybeder… Hele bu zamanda…
Küçücük bir dünya nimetini elde etmek için her türlü yalan ve dolanın işlendiği, en kutsi ilkelerin çiğnendiği bu zamanda, Adem kalabilmek çok daha zor hale gelmiştir.
Eskiden takva, amel-i salih dediğimiz ‘müsbet ibadetleri’ ifa etmekle olurdu. Şimdi, müspet ibadetlerin olmazsa olmaz şartı olan ‘ihlas’bozulduğu veya hakiki ihlas kalmadığı için, takvayı ancak ‘ictinab’ ile sağlayabiliyor. Yani günahlardan sakınmakla…
Oysa bu zamanın hem serveti, hem siyaseti, hem lezzeti, hem hazzı murdar olmuş. Benzetmede hata olmasın, adeta, siz bir ay boyunca bi-hakkın çalışıp didiniyorsunuz ve bir ay sonunda size ücret olarak ‘domuz eti’ veriyorlar farzedin. Siz müminsiniz, o nimetten ne kadar yiyebilirsiniz?
Ölmeyecek kadar!
Peki bu zamanın telkini ne?
Daha çok al, daha çok ye, daha çok rahatla, da çok semir! İş böyle olunca samimi hak dostlarının işi de ağırlaşıyor… Hele siyaset yapanlar için.
Normal insanların bir dikkat etmesi gerekiyorsa, siyasetle ve ümmetin malı mülkü ile uğraşanların on dikkat etmesi gerekir.
Esasında hiçbir dönemde, iman ile helal lokma, hiç bu kadar birbirin muhtaç olmadı. Mıknatısın demiri çektiği gibi helal lokma da hidayeti çekiyor. Ve mideye giren haram lokma nispetinde de iman, kalp kursağından sıyrılıp çıkıyor. Ve siz kendinizi hala mümin sanıyorsunuz!
***
Kur’ân-ı kerîmin kırk üçüncü sûresinin adı Zuhruf’tur.
Zuhrûf bir anlamıyla altın gümüş gibi mücevheratı, bir anlamıyla yalancı, yaldızlı süsler anlamına gelir. Muzehrefat dediğimiz kelime de bu asıldan doğmuştur.
Bu mübarek sûrede insanların rızklarının farklı takdir edilmesinin ve milletlere ayrılmasının hikmetleri, inkarcıların cezâya çarptırılacağı, gerçek anlamda inananlara ise türlü türlü nimetler verileceği bildirilir.
Surenin bizi birinci derecede ilgilendiren yanı 36-37. ayetleridir. Cenab-ı Hak o ayetlerde, kim bilmişken ve zikri duymuşken, ondan uzaklaşıp kendisine farklı bir yaşam tarzı edinirse ona bir şeytan musallat ederiz buyurur.
“Kim, Rahmân’ın Zikri’ni görmezlikten gelirse, (Yahut Kur’anın hakikatlerinden yüz çevirip Rahman’ın zikrinden uzak bir hayat tarzı edinirse) biz onun başına bir şeytan sararız. Artık o, onun ayrılmaz dostudur. O şeytanlar ufak ufak onları ‘yol’dan saptırırlar. Onlar ise hala doğru yolda olduklarını sanırlar.”
Bu ayet bu çağın tüm inananlarını ilgilendirdiği gibi, siyaset ve dünyanın imarı ile yakından alakadar olanlarını çok daha ciddi ilgilendiriyor.
Elbette, ümmetin siyasi hizmetlerini görecek birileri de olmalı. Ama bunlar, bir rant paylaşımı olagelmiş siyaset yapmayı herkesin yaptığı minval üzere sürdürür ve sonunda o hizmetler karşılığında kendi şahsi imkan ve emlaklerini ziyadeleştirirlerse aynen ayette geçtiği gibi bir de bakarsınız ki, kayıvermişler. Hem de kendilerini iyi insan sandıkları halde…
Bu ikazların tüm inananlar ve siyasetçiler için geçerli olduğu ortada. Ama en çok iktidardakileri hedef aldığımı gizlemeyeceğim. Çünkü onlar, bizim, hayrı ikame etsinler diye öne sürdüğümüz cengâverlerdir. İyi olmak, zannımızı haklı çıkarmak boyunlarının borcudur.
Biz de hallerimizi gözden geçireceğiz. Ama onlar halleriyle hayatlarıyla, Zuhruf suresinin 36. ayetinin manasına dahil olup olmadıklarına sık sık bakmak zorundalar.
Tabii ki bir koca partinin tüm üyelerinin veya mensuplarının aynı düzgünlükte olmasını beklemek safderunluk olur. Hz. Peygamberin ashabının, onun vefatından sonra iktidar için birbirine neler yaptıklarının düşünürsek, bu insanları saf ve katıksız bir iman ahlakıyla ahlaklanmaya çağırmamız abestir. Ama hakkımız var ki içlerindeki ehli insafı, adil olmaya, temiz olmaya, müttaki olmaya ve dürüst olmaya çağıralım.
Ümmetin ekseriyeti kut u la yemut mertebesinde yaşarken, birilerinin sadece iktidarda oldukları için bir elleri yağda diğeri balda yaşamaları, her çocuklarının altına bir jeep atmaları, eski mahallelerini ve dostlarını terk edip, etrafı ahenin dağlar gibi duvarlarla çevrili sitelerde yaşamaları bana hiç makul ve meşru ve mümince gelmiyor.
Bu nasihatleri ‘Sen bu işi beceremedin/yanlış ata oynadın da o yüzden kıskanıyorsun’ şeklinde anlayanlara sözüm yok. Ama şuna eminim, insan dünya ve ahiret arasında tam ve kesin bir tercih yapmadıkça, ne dünya insana meyleder ne ahiret!
İnsanlar vicdanlarındaki terazi ile niyetlerini ve tercihlerini tartabilirler. O zaman, Talut ile birlikte çölü geçtikten sonra, (yani iktidara geldikten sonra) kana kana su içip içmediklerini (iktidar nimetleriyle semirip semirmediklerini) anlayabilir.
Ben derim ki Ak Partililer artık saflaşmalı, tasaffi etmeli. Üzerlerindeki yiyicilik vasfından kurtulmalı. Tasaffi etmezlerse, -aha yazıyorum- tasfiye olurlar. İktidarla birlikte belediyeleri de kaybederler. 40 yıllık emeğe yazık olur!
Nasıl ümmetin gariban kısmının elindeki paraları toplayıp yutanlar sonra helak oldular, milletin oylarını alıp onları keşisel servetlere tahvil edenler de helak olurlar ve hep oldular.
Şu parti azim işler yaptı ve daha da yapacak diye umutvarız. Hiç kimsenin milleti böyle bir maniveladan mahrum etmeye hakkı loktur.
Kişisel hırs ve tamahları yüzünden partiyi lekedar etmeye kimsenin hakkı yoktur.
Hz. Musa, ‘Ya Rabbi içimizdeki sefihler yüzünden bizi helak mi edersin?” diye sorarken, aslında içimizdeki kötüler yüzünden bizi helak etme demek istiyordu.
Benim bu yazımı da öyle bir dua sayın! ‘Yine erken öttüm’ ama bence tam da bunu ötme zamanıdır…
Öyle değil mi?