Medeniyete sahiplik etmek, malum olduğu gibi, Doğu ile Batı arasında gidip gelmiştir. Bir o yükselmiştir bir bu. Bir o aşağılara düşmüştür bir beriki.
Kim başarının, mutluluğun, refahın asıl kaynağı olan bilimi ve medeniyetin beslendiği adaleti dolayısıyla asayişi temin etmişse o yükselmiştir ve insanlarını refah ve huzur içinde yaşatmıştır…
Bu noktada Rabbu’l-Âlemin vasfıyla Allah, âdildir. Taraf tutmaz.
Şu veya bu savaşta, şu veya bu dar günde elçilerin (peygamberlerin) imdadına ordular gönderen dahi, Allah’ın Rabbu’l-Âleminlik sıfatı değil, Hakîm isminin bir mertebesidir. Ve o dahi hak edişe bakar!
Bu galaktik evrenin güçleri, yalnızca ortalıkta bir zulüm varsa devreye girerler. Bir tek zalime karşı ilahi güçlerin kullanılmasına müsaade vardır. Bunun dışındaki tüm çekişmeler, insanların boğuşmalarıdır ve kim kavganın saik ve araçlarına sahipse o kazanır… İşin hakkını vermek esastır.
“Hak üstündür, ona galip olunmaz” diye bir hüküm var. Biz Müslüman olduğumuz için kendimizi aynı zamanda hak biliyoruz. Hâlbuki hak olan İslamiyet başkadır, bizim Müslümanlığımız başkadır. Hakikaten hak üzere olsak başarılı oluruz. Hak üzere hareket ettiğimiz zamanlarda olduğu gibi… Ama sizde İslamiyet’in “İ”si kalmamış sen hala hak üzere olma iddiasındasın. Mukadderat yemiyor!
Dolayısıyla hadiselere bakarken, bu çerçeveden bakılırsa nefsimizi de isyandan kurtarmış oluruz. Kendi kanaatimize göre şu zalimdir bu mazlumdur dememiz bir şey değiştirmez. Biz zahire bakar ve filan zalimdir hükmünü veririz; bilemeyiz ki o zulme uğrayan asıl zalim olduğu için kader o zalimi ona musallat etmiştir… Bu, siyasette de böyledir, milletler arası çıkar kavgasında da…
Yeryüzündeki çekişmelerin temel sebebi çıkardır.
Elbette insanlar. Milletler kendi çıkarlarını esas bilecek ve onun için mücadele edecekler. Müsabakayı ve ihtilafı var eden, insanları ırk ırk, kabile kabile yaratan odur. Ta ki insanlar birbirine karşı yarışsınlar da âlemin ve eşyanın hikmetlerini ortaya çıkarsınlar. Ama yazık ki insanlar o müsabaka zeminini, hep savaş zemini haline getiriyorlar.
Evet, ‘iyi ve kötü’ günleri milletler arasında tedavül ettiren, döndüren Allah’tır. Ta ki her millet kendi fıtratında olanı gösterebilsin. Medeniyete sahiplik etmenin bir doğuya bir batıya kaymasının sırrı da budur. Önce size güç verir. Gücünüzü zulmünüze alet edinceye kadar muktedir kalırsınız. Sonra o kudreti kendinizden bilir, asla zail olmayacağını sanarak gücü aşırıya vardırırsınız. Etrafınızdakilere zulmetmeye başlarsınız ve böylece zulme uğramayı hak ederiniz. Çünkü siz zalim olmadıkça zulme uğramazsınız.
Bilimi terk etmedikçe cehaletin kucağına; cehaleti marifet haline getirmedikçe fakirliğin kucağına düşmezsiniz. Cehalet ve fakirlik sizde karar kıldı mı bu kere tefrikanın kucağına düşmekten kurtulamazsınız. Fitne ve tefrika içinize düştü mü kargaşa yoldaşınız olur. O zaman başkalarının zorbalığı gelip sizi bulur.
Kâinatta her bir şeye ölçüler koyan Allah, Rabbu’l-Âleminlik vasfıyla, hayatımızı tanzim eden usul ve kanunları da koymuştur. Onlara uygun hareket eden başarır, uygun hareket etmeyen geri kalır veya kargaşa içinde yaşar. İnanması, iman etmesi veya etmemesi önemli değildir.
Elbette o kargaşa içinde mazlumen mağdur olanların mağduriyeti ahirette giderilecektir. O ayrı mesele. Fakat dünyada kim usule uyarsa, kim bir şeyin gerektirdiği hak ve hukuka uygun hareket ederse o başarır. İyi veya kötü başa gelenlerin tamamı hak edişlerin sonucudur.
Bununla birlikte hiçbir toplum sınanmaktan kurtulamaz. Her toplumun başına bir takım belalar açılır.
Mesela burnumuzun dibindeki Suriye meselesi bir zulümdür ama aynı zamanda büyümek ve bölgede rol sahibi olmak isteyen bir Türkiye için bir sınavdır. Doğru hareket eder ve bazı riskleri göze alarak o ateşi söndürmeyi başarırsa Türkiye kendi imkânlarını ve etki alanını genişletmiş olur. Yok, hayır hiçbir şey yokmuş gibi davranıp görmezlikten gelirse, bir zulme rıza gösterdiği için iş, dönüp dolaşır gelir onu da bulur… Bu bela ve sıkıntı denilen şeylerin bir kısmı da insanların ve toplumların istidatları inkişaf ettirmeleri içindir. Vücudumuzdaki mikropların tasallutu gibi… Vücutta oluşan her iltihap, her mikrop ve virüs saldırısı nasıl ki vücudun bir başka savunma kabiliyetinin inkişafına hizmet ediyorsa, öyle.
Nitekim bir ayet-i kerimede ” Eğer başınıza bir bela gelirse, (bilin ki,) benzer bir belaya (başka) insanlar da uğramıştır; zira böyle (iyi ve kötü) günleri insanlar arasında tedavül ettiririz. Sırayla paylaştırırız: (Bu,) Allah’ın, imana erenleri seçip ayırması ve aranızdan hakikate (hayatları ile) şahitlik yapanları seçmesi içindir -çünkü Allah, zalimleri asla sevmez-” (Ali İmran, 140)
Hiçbir insan, hiçbir toplum sıkıntılarla yüzleşmekten vareste değildir. Kim bu sıkıntıları çözmede evrensel usullere uygun hareket etse o başarır. Fakat siz Allah’ın eşyaya koyduğu usulü -ki bilim budur-, eşyanın hakikatini ve ondan yararlanmamızı sağlayan evrensel kurallara uygun hareket etmeyi terk ederseniz, sınavınız yıkıcı olur.
Bir toplum, beşeri kurumlarını ve insani ilişkilerini bilim ve onun icaplarına oturtmuşsa, -zulme müracaat etmemek şartıyla- iktidarını ve devletini ilanihaye devam ettirebilir. Bunun çok örnekleri var. Kadim Mısır, bunun en iyi örneğidir. Yaklaşık 5 bin yıl iktidarları devam etmiştir. Çünkü o günün Mısırı bilimde bugünün Amerika’sı gibi idi.
Bugün Amerika ne yapıp ediyor, bilimsel çalışmalarını ve onun vasıtasıyla elde ettiği teknolojisini hep dünyanın önünde tutuyor. O yüzden de gücüyle baş edilemiyor. Fakat maalesef Amerika, bu gücü insanlığın hayrına kullanmayı unutmaya başladı. Onu dünyadaki adaletsizlikleri ortadan kaldırmak için değil, kendi çıkarlarını korumak veya temin etmek için kullanıyor. Halbuki yeryüzünde adalete hizmet edene, zaten imkânlar kendiliğinden akar. Bunu bilmiyor, menfaatlerini korumak için dünyayı ateşe veriyor.
Menfaatler Savaşı
Esasında bugün bizim coğrafyamızda yaşanan sıkıntıların temelinde de bu menfaatler savaşı var.
Eskiden dünyanın toplam sermayesinin ve gelirlerinin üçte ikisini Batı yani Amerika ve Avrupa kullanırdı. Mesela Newyork’un bir gecede yaktığı elektrik, tüm Afrika kıtasının elektrik kullanımından daha fazla idi. Bu ölçü, tüm alanlarda böyleydi.
Şimdi ise Asya yükselmeye başlamış. BRİKS ülkeleri diye adlandırılan; Brezilya, Çin, Hint, Güney Afrika, Rusya vs. imkânlarını arttırdılar. Artık Batı, kendi lehindeki bu üçte ikilik dengeyi koruyamıyor. Hatta üçte iki imkân diğerlerine geçmiş bulunuyor. Batı da bütün hatlarıyla saldırarak eski düzenini korumak istiyor. Dünya ise “hayır” diyor “bu böyle devam edemez”.
Türkiye de artık büyüklere dâhil olmak, “âleme nizam verenlerin masasına oturmak” istiyor. Çünkü mevcut düzenden en çok biz zarar gördük ve görüyoruz. Orduları tasfiye edilen, teknoloji üretmesi yasaklanan, büyümesine ve güçlenmesine asla fırsat verilmeyen biziz. Türkiye de bu düzeni kırmak için sürekli yeni roller kapmaya, “Ben yaptım, söz söylemeye de hakkım var!” demeye getiriyor.
Kavga bu. Ve yazık ki kavga bizim arazilerimiz üzerinde devam ediyor. Suriye’de bir adil çözüme varılamaması, Mısır’da umutların darbe ile söndürülmek istenmesi… Hatırlayın darbe yapılmasına en çok krallıkla idare olunan Arap ülkeleri sahip çıktı ve Sisi, darbe yapacağını bir tek Amerika’ya ve İsrail’e haber verdi. Bu ilişkiler, işin asıl sahiplerinin kimler olduğunu da gösteriyor zaten.
Buna rağmen diyorum ki Allah adildir. Mısır, Suriye, Filistin meseleleri gösterdi ki Müslümanlar daha mazlum olmayı bile başaramıyorlar ki zulme uğramaktan vareste olsunlar. Önce siz kendinizi zulmü hak eden toplum olmaktan çıkarın ki, zalimler de size musallat olmaktan vazgeçsinler.
Ben öyle bakıyorum. Doğrusun Allah bilir…