İlkbahar hayattır. Esintisi de öyle… Ne kadar soğuk olursa olsun ilkbahar rüzgârları can bağışlar. Çünkü bahar esintileri, “el- ba’s ba’delmevt”in dokunuşlarıdır. Can üfler varlığa.
Ölmüş, yok olmuş, başka başka hallere ve şekillere bürünmüş toprağın içinden, zerrelerimizin devşirilip yeniden tedvin edilmesi gibi, bahar esintileri de mahlûkatın vücudundaki dirilik zerrelerini yeniden harekete geçirir. İsrafil (as)’ın dirilik/dirlik getiren sayhasıdır. Haşrin diriltici iksirinden bir nefhadır. Bahar rüzgârları ne kadar üşütürse üşütsün hayat ve dirilik kırıntısı taşırlar. Ama sonbaharın solukları başka! Onlar ölümün ta kendisidir. Hele bir de göç vakti gelmişse…
Sonbahar rüzgârları İsrafil’in öldürücü nefeslerindendir. Kıyamet üflemesinden izler ve esintiler taşır. Nâzenin varlıkları hayat vazifesinden terhis eder.
Kışın dehşetli soğuğuna tahammül edemeyecek canlıların, mevsimsel vazifelerini tamamlamış ve artık sahneden çekilmesi zamanı gelmiş nebatatın, haşeratın, mahlûkatın bir sonraki sahneye hazırlanmaları için kudret sahasından gayb sandukasına kaldırılmaları vaktidir çünkü.
O bazen serinleten, bazen üşüten ama daima ürperten esintilerin içinde, tenini okşayıp geçtiği yapraklar, ürperttiği tüyler, öbek öbek sağa sola savurduğu üvezler, sinekler, kelebekler ve efradını ancak Allah’ın bileceği kuşçukların kanatları, nebatatın solukları kadar Azrailimsiler var. Onlar, yaprakların seyyar dünyalarını, o küçük kuşların, çiçeklerin, nebatatın, haşeratın, suret ve nefeslerini varlıklarını, güllerin kokularını devşirirler. Ta ki kudret-i ilahiyeden hiçbir şey zayi olmasın, yok olmasın ve bir sonraki baharda veya haşirde ya misliyle ya benzeriyle iade edilebilsinler ve bir tür ebediyete mazhar olabilsinler.
Nasıl ki başlangıçta gaybken varlık sahnesine geldilerdi, şimdi de varken gayb sandukasına kaldırılacaklar ki bir sonraki şehrayine daha bir taze çıkabilsinler.
Sonbahar Birinci Sur’a Üfleyiştir
İşte İsrafil’in nefesi bildiğim sonbahar esintileri, birçok mahlûka, artık vaktin geldiğini haber verir. O birinci Sur’dur. Hafız’ın “Cered feryâd mî dâred ki berbendîd mahmilhâ”, (işte kampana çalıyor ve diyor ki ey yolcular kalkış vaktidir. Kemerleri sıkı bağlayan) dediği cinsten bir hatırlatma.
Seni bu hikmet yurduna getiren kervanın artık kalkma vakti gelmişse senin burada kalman ne mümkün!
Kalkış borusunun nefesi dokundu mu bir cana, beti benzi solar; sararır. O sarı renk bir tezkîrdir, bir hatırlatmadır. Bir işaret koymadır! Ruh toplayıcılarına Rahmani bir ikazdır; ‘bunun artık devşirilme vaktidir’ diye…
Ve sonra “emirleri okuyanlar” (Ve’t-tâliyâti emrâ) gelir. Artık ruhlar için, toplanıp gayb sandukasına kaldırılma zamanıdır. Can da, onu kabzedip ilm-i ilahideki yerine taşıyacak olan da bilir ki artık vakittir. Kaçış yoktur. Kimilerini usulca, kimilerini bitkiyi kökleriyle topraktan söker gibi çekip alırlar.
“Andolsun bilineni bir kere daha gerçekleştirmek üzere (urfen) ard arda gelen rüzgarlara/dokunuşlara, esintilere. İçinde, önüne çıkan her şeyi savurup duran melekler taşıyan rüzgarlara. Doğruyu eğriden, sağlamı çürükten ayıranlara… O ayırımı hakkıyla yapanlara. Ve artık vakti gelenlere bir işaret/bir hatırlatma bırakanlara… (Mürselat, 1-5)
Ne kadar da güzel tasvir ediyor sonbahar rüzgârlarını. Onun dokunuşlarını, maksatlarını, işlevlerini… Her esintisinde milyarlarca müekkelin (görevlinin) bulunduğu dokunuşlarını!
Her nefhasında milyarlarca zerrat, haşerat ve mükevvenat, ‘temürru merre’s-sahâb’ misüllü, ‘Safinat’ül-ciyad’ benzeri varken ve görünürken bir anda gayb perdelerinin altına geçiverirler. Akşamları mağribi süsleyen bulutların birkaç dakika içinde sayısız kâinatlar oluşturup dağılmaları gibi Kudret, mahlûka, bir an içinde, sayısız yeni suretler giydirir halden hale çevirir…
Sonbahar dokunuşu da en az diriliş getiren İlkbahar dokunuşları kadar muhteşem bir seremonidir. Aralarındaki tek fark, bir ‘isbat’tır diğeri ‘mahv’. Kudret tecillilerinin iki sayfası gibi…
Ve ‘mahv’ her daim hüzünlüdür, acılıdır, can için kederlidir… Sonbahar mağriplerinin bahar gün batımlarına göre daha hüzünlü, daha kızıl ve daha melankolik görünmesinin altındaki hikmetlerden biri de budur; mahlukatın ayrılık ve firak matemi!. Hayat taşıyan her mahlûk için her can için bitişler zordur en az yeniden doğuşlar kadar… Bir zamanlar bu hissediş ve duyuşla şöyle terennüm etmişim:
“Hayat akıp giden ezeli ırmak / Ne dinlenmek bilir ve ne durulmak? Nafile beklemek nafile durmak? Sen de bir damlacık ol bu akında/ Hazırlan tabutum sefer yakında…”
Seferin yakında, hemen yanı başımızda olduğunu hissettiren bir tecrübem daha oldu. 2 Eylül gecesi, sonbahar rüzgârının içindeki seslere kulak kabartım. İçinde devşirilmiş sayısız ruhların iniltileri yankılanıyordu sanki. İsrafil’in ‘ruh toplayan’ soluğuydu adeta. Ensemin köküne dokunup geçti. Yıllar önce o dokunuş anını şöyle hissedip yazmışım:
“İstersen beriden berilerde ol / İstersen öteden ötelere kaç/ Ve bir gün ansızın ense kökünde/ Şaklayacak birden ilahi kırbaç!”
Evet, o gece, ‘galiba gitme vakti geldi’ dediğim bir son bahar fırtınasına yakalandım. Gece 23.30’da başlayan dehşetli sarsıntılarım sabah 07.30 kadar aralıksız sürdü.
Dört hastane dolaşmama, beş serum, dokuz on ünite ağrı kesiciye rağmen ağrım dindirilemedi ve o sonbaharın o soğuk hışmından beni kurtaramadılar. (Esasında 7,5 saatlik şu macerayı yazsam, sağlık sisteminin ne hallerde olduğu da gözler önüne serilmiş olur ama şimdi sırası değil)
İki gün varla yok arasında gidip geldim. Adeta tüm bedenim boşaltılmıştı. Sekiz gün, sanal bir küvezde yaşadım -Belki de bilinçaltında bir yerde zaten var olan sayısız mağaralardan birine alındım ve orada varlıkla yokluk üzerine akıl imbiğinden geçirildim- Cüzi iradenin, kudret-i ilahiye üzerine serilmiş bir tenteneden ibaret olduğunu gördüm.
Ne kadar da gururlu ve kibirli davrandığımızı, O’nun mülkünde O’na karşı ne kadar da nankörce hareket ettiğimizi yaşadım. ‘Tedbir’in mahiyetini gördüm adeta. Sadece tebessüm etmeme vesile oldu.
Ve gördüm ki kulun -özellikle de müminin, her şeyini, hatta fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakk’a vermesinden başka çaresi, şansı yok. Esasında da öyledir. İman inbisat ettikçe, aklın tedbirleri kenara dökülüyor. Yakîn arttıkça, tedbir diye yaptıklarımızın komilikten ibaret olduğunu hissediyorsunuz.
Hiçbir Şey Yokken O Vardı. Ya Şimdi?
“Hiçbir şey yokken O vardı” diyoruz ya şimdi varmışız gibi. Birden bire fark ediyorsunuz ki şu anda da O’ndan başka bir şey yoktur. Zümer Suresi, ayet 30’da suyurluduğu gibi: “İnneke meyyitun ve innehüm meyyitun” : “Sen bir ölüsün! Onlar da ölüdürlür!” Tefsirler bunu ‘Sen öleceksin onlar da ölecekler’ diye aktarırlar ama ayetin asıl manası ‘Sen de ölüsün onlar da ölüdürlür” demeye daha müsaittir.
Evet, esasında her şey bir tür ölüdür. Havl ve kudret ve hareket Allah iledir. Böyle olunca tedbir hakikaten komik kaçıyor. Ama aklın perdelerini koruyabilmek için de öyle görülmesi şart.
Bediüzzaman hazretlerinin dediği gibi esasında bizim yapıp ettiklerimiz, ekvator çizgisinin veya dünyayı çevrelediği varsayılan enlem ve boylam çizgileri gibidir. Şöyle der güzel üstadım:
“Mü’min, her şeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakk’a vere vere, tâ nihayette teklif ve mesuliyetten kurtulmamak için, cüz-i ihtiyârî önüne çıkıyor; ona “Mesul ve mükellefsin” der.”
Demek ki iş yapan cüz’-î ihtiyârî değildir. Cüz’-î ihtiyârî sadece mesul ve mükellef olma ölçüsünde yapmaktan sorumlu tutulmuş. Yoksa yapan kaderdir, kudret-i İlâhiyedir; yani tedbiri alan da, takdiri çizen de Allah’tır.
Ama o ne muhteşem bir azamettir ki, kendi fiilini kulundan sadır ediyor. Kul kendisi yaptı sanıyor. Aklımla tedbir aldım, bilgimle tasarladım, irademle karar aldım ve gücümle gerçekleştirdim sanıyor. Oysa bir nefhalık dokunuşu var. Bir virüsle, bir parazitle, bir mikropla yerle bir oluyor grur ve kibir sarayı!
Esasında insanın kendi vehminden ördüğü “şunu şöyle yaptım bunu böyle yaptım, şu şöyle oldu bu böyle oldu gibi” içinde Kudrete karşı edepsizlik içeren hallerden korumak için de Allah kuluna edepsizliklerinden nedamet etme imkânları veriyor. Bediuzzaman’ın “Sonra ondan (yani insandan) sudûr eden iyilikler ve kemâlât ile mağrur olmamak için, kader (insanın) karşısına geliyor; der: “Haddini bil, yapan sen değilsin.”
Evet, esas olan Haddini Bilmekmiş! Haddini bilen can Yunus ne güzel söylemiş:
“Ne varlığa övünürüm / Ne yokluğa yerinirim/ Aşkın ile avunurum/ Bana seni gerek seni”
Şu kadar hay huy içinde, bu kadar siyasi toz duman içinde savrulup giden İslam alemi, hırs ve tamah alevleri içinde savrulup duran mavi küremiz ve bu tepişmeler ve çekişmeler içinde hayret ve şaşkınlıkla ne yapacağını bilmez hale gelmiş beşer, dehşet engiz bir akıbete doğru yuvarlanıp gittiğimizin farkında değil. İşin aslının, kendi nefsini ıslah etmek ve haddini bilmek olduğunu aklına bile getirmiyor… Oysa beşer aklını devşirse, nefsini ıslah etse kör enesine haddini bildirse iş daha kolay çözümlenecek. Vâ esafa!
Ey Rabbim, Ruhumuzu kabzetmeden önce haddimizi bilmeyi bize nasip et!