Almanya ve Selefilik

İngilizler, Arapları, “Hilafet sizin olacak…” vaadiyle, Osmanlı aleyhine hareket etmeye ikna ettiler… Şerif Hüseyin, Osmanlı’nın behemehâl yıkılacağına ikna edildikten sonra, hilafeti üstlenmek amacıyla seve seve İngilizlerin safında yer aldı ve Osmanlı askerlerini arkadan vurmayı göze aldı.

Gerçi kısa zamanda aldatıldıklarını anladılar ama hakikaten hilafet de sahipsiz kalmıştı. Osmanlı yıkılmış; koca İslam âleminin şirazesi dağılmış; her bir topluluğu bir yere savrulmuş ve başıboş kitleler haline gelmişti. Orada burada kurulan devletlerin hiçbiri o vazifeyi üstlenme kabiliyetinde değildi… Fakat her şeye rağmen, Şerif Hüseyin ailesi, daha sonra da onların yerine Arabistan’da kurulan Suudi devleti, teoride olmasa bile pratikte, birçok Müslüman halkın yardımına koştu, kendince çare olmaya çalıştı.

Türkiye’nin laiklik sevdasıyla, İslam dünyasıyla arasına kalın duvarlar ördüğü ve hakikaten Müslümanlara karşı bigâne kaldığı dönemlerde, Arabistan ümmetin birçok ıstırabına yetişmeye çalıştı. Osmanlıların Uzak Asya’da yaptırdığı ve sonraki yıllarda yıkılmaya yüz tutmuş birçok camiyi de Arabistan onartmıştır. Şimdi ne alaka diyeceksiniz, bu başlık altında bu konu…

Efendim Almanya’daki İslami faaliyetlerden söz edip de Arabistan’ı hatırlamamak vefasızlık olurdu. Zira uzun süre, yani Türkiye’nin, laikliğini, dışarıdaki dindaşlarına sahip çıkmaya mani gördüğü 1970’li, 80’li yıllarda, Almanya’da, oradaki vatandaşlarımızın dini hizmetlerini görmekle görevlendirilen T.C. memurlarına Arabistan maaş vermiştir. Hem de yıllarca…

Hatırlarsanız, bir zamanlar Türkiye’nin gündeminde bir  ‘Rabıta’  vardı bir de ARAMCO… Solculara göre her taşın altından onlar çıkıyordu. Şimdilerde geriye dönüp baktığımda ‘Allah razı olsun’ o rabıtadan deme ihtiyacı duyuyorum. Çünkü İslamın Avrupa’da kök salmasına, hayat bulmasına vesile odular.

90’lı yılların ortasında okuduğum bir yazısında bir Fransız sosyolog, Türkler in Avrupa’ya alınmasını ciddi bir şekilde eleştiriyordu. Bunu yapmakla Avrupa’nın kurşunu kendi ayağına sıktığını söylüyordu.  Çünkü Türkler gelmeden önce de Avrupa’da Müslümanlar varmış ama onlar ne cami istemişler ne de mescit. Türkler gelince her yerde pıtrak gibi mescitler yapmışlar ve cami inşa faaliyetleri başlatmışlar.

İşte o camilerin ilki Almanya’da yapılmış; hem de ülkücüler tarafından… Ülkücüler öncülük yapmışlar yapmasına ama o camide imamlık yapanlara bile Arabistan maaşlarını vermiş. Tabii Uğur Mumcu’ya göre o dönemde Almanya’da Müslümanların dini ihtiyaçlarını karşılamak için yapılan tüm faaliyetler Gladio’nun gölgesinde ARAMCO ve Rabıta faaliyetleriydi…

Önceleri, Almanya’daki hizmetleri yürütme işi, Milli Eğitim Bakanlığı’nın uhdesinde idi. Bu hizmetler sonradan Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilmiş. Diyanet Teşkilatı (DİTİP) başlangıçta her biri kendi başına hareket eden ve birbiriyle irtibat kurmamaya özen gösteren cemaatleri yakınlaştırmaya çalışmış. Fakat tam da başarabilmiş değil;  eskisi kadar sıkıntılı olmasa da her cami bugün de ayrı bir cemaat gibi hareket ediyor ama artık cemaatler arası bir yakınlaşma da fark ediliyor. . Aynı dinin mensupları oldukları bilinci yerleşiyor. Eskiden birbirinden alışveriş bile yapmadıkları anlatılan cemiyetler/cemaatler, şu sıralar birlikte fuarlar düzenliyorlar, önemli günlerde bir araya geliyorlar. Bu iyiye işaret ve gidişat da iyi yönde…

Diyanet mensuplarının da yavaş yavaş daha kucaklayıcı olmaya başladığı ifade ediliyor.

Ancak Avrupa’da yaşayan Müslümanlar için bu ayrışmaların farklı bir tehlikesi var.  Bilinçli veya bilinçsiz bu ayrışmaların,  giderek Hıristiyanlıktaki kilise ayrışmalarına benzediği görülüyor.

Malum Hıristiyanlıkta mezhep farklılıkları kiliselerin de ayrışmasına ve her bir mensubun yalnızca kendi kilisesinde ibadet etmesine sebep oluyor. Bu, onlar için yadırganmıyor fakat İslamın tabiatı böyle bir ayrışmayı kaldıramaz. Çünkü İslamdaki mezhep farklılığı ibadet mekânının da ayrışmasına neden olmaz. Farklılık hangi düzeyde olursa olsun, ibadet alanları daima birdir ve beraberdir. Pekala bir Sünni, Şiilere ait bir ibadethanede namaz kılabilir. Bu Şiiler için de geçerlidir… Cami hiçbir ayırım gözetmeksizin tüm Müslümanların ibadet yeridir ve aynı kıbleye yönelme mekânıdır.

Konumuza dönecek olursak… Almanya Müslüman cemaatleri her yerde güzel güzel camiler yaptırmışlar. İşin ilginç yanı artık Almanlar da İslama ilgi duyuyor ve şurada burada İslamı seçen Almanların sayısı her gün biraz daha artıyor.

Bu durum tabii ki Alman devletinin de dikkatinden kaçmıyor. Zaten nüfusunu bir türlü arttıramayan Almanya kendi açısından bir de yeni bir dinin yaygınlaşması problemi ile uğraşmak istemiyor. O yüzden de normal İslami faaliyetlere fazla bir yasak getirmiyor ama daha tehlikelisini yapıyor. Cemaatler arasında ‘selefiliğin’ hızla yayılmasına önayak oluyor. Anlatılanlara bakılırsa Almanya’da bu işin öncülüğünü İslamiyeti kabul etmiş iki Alman yapıyormuş.

Yapıyormuş diyorum, çünkü onlarla görüşmedim, bu tespitleri, bana konuyu aktaranlardan dinledim. “Hocam tehlikeli bir gidişat var. Burada selefilik hızla yayılıyor. Geçmiş hiçbir alimi beğenmiyorlar, İmam Azam’dan İmam Rabbani’ye, alimlerden mutasavvıflara kadar herkese dil uzatıyorlar ve onları şirk koşmakla suçluyorlar. Birtakım ayetleri ezberlemişler, herkesi o ayetlerle değerlendirip hemen müşrik kâfir diye niteliyorlar, ne yapalım?”

Çoğu genç olan bu selefilerin referans noktası da Arabistan uleması ve uygulamaları… Ve onlardan ciddi bir destek gördükleri de söyleniyor. Arabistan tabii ki halifelik davası gütmüyor ama krallar kendilerine “Hadimü’l-Haremeyn” denmesinden çok hoşlanıyorlar. Hadimü’l-Haremeyn ifadesini ilk defa Yavuz Sultan Selim hilafeti devraldığında kullanmıştı. Tabii ki Arabistan’ın kendi arzu ettiği tipte bir dindar var etme çabasını yadırgayamayız. Ama şu selefilik meselesi, benim kanaatimce sonradan, Vehhabiliğin de başını çok ağrıtacak. Çünkü fıtri değil ve bir ihtiyaçtan doğmuyor. Aksine, güçlü desteklerle ona pazar açılıyor ve ihtiyaç yaratılıyor…

Farklı mezheplerin varlığı elbette kaçınılmazdır. Her daim yeni içtihatlar, ayrışan fikirler olabilir. Ama bir fikrin, bir mezhebin diğer her fikri ve mezhebi yanlış, kendisini doğru kabul etmesi uç bir yaklaşım. Esasında sadece şu tutum dahi onların aşırılıklarının/ yani çizgiden taşmışlıklarının delilidir. Ama ne onlar çizgiden taştıklarını biliyorlar, ne de alelade insanlar onların söylediklerinden zihinlerini ve kalplerini koruyabiliyorlar.

Bu noktada hem cemaatlerin kanaat önderlerine, hem de Diyanet İşleri’ne büyük iş düşüyor.

Zira korkarım ki önümüzdeki dönemde Sünni dünyanın çatışma konuları bu selefilik ve sofilik olacak. Bu gelişmelerin durup dururken ortaya çıktığını söylemek pek makul görünmüyor. İslam dünyasının tırmanışa geçtiği ve yeniden kimlik arayışına girdiği; Avrupa’ ikinci/üçüncü nesil Müslüman nüfusunun farklı alanlarda görünmeye başladığı şu dönemde, yeni çatışmalar yaratacak bu gelişmeleri masum göremeyiz.

Batılı devletler hakikaten çok uzun süreçli stratejiler ve projeksiyonlar yapabiliyorlar.

Daha önceki bir yazımda, İslam dünyasında İsrail destekli yeni bir heterodoks (Şii, Alevi vs) düşünce hareketinin geliştirilmekte olduğu, hatta Sünni şehirlerin varoşlarında, esasında dinle ilişkileri de kalmamış Şii gruplardan gettolar yaratıldığını ifade etmiştim. Batı bir taraftan güya İran ile kapışırken diğer yandan da asıl tehlikeli bulduğu Sünni bloku kendi içinde çatışmaya sürüklüyor. Diyanetin bunu görmesi ve cidden sadra şifa bir çare üretmesi gerekiyor.

Bu mesele hiç de hafife alınacak bir şey değil. Türkiye’nin devletiyle milletiyle yeniden bir ve bütün olmaya başladığı şu dönemlerde, dışarıda millet adına görev yapan din adamlarımızın daha bir bilinçli, dikkatli ve hassas olmaları gerekmektedir. Diyanet de ‘derdi olan’, davası/yarası olan insanlar bulup görevlendirmeli.

Almanya’da hakikaten takdire şayan, gayretli ve hamiyetli imamlar/din hizmetlileri var. Fakat sıkıntıları da var. Bu noktada özellikle din ataşesi ve konsolos seçimine önem verilmeli ve hamiyetperver, fedakâr insanlardan tercih edilmesi gerekmektedir.

Dışişleri ile Diyanetin mutlaka işbirliği yapmaları gerekiyor. Eski monşer kafalarla bu iş yürümez. Zira siyaseti vesayet altında tutan kafa yapısı Diyanet teşkilatını herhalde boş bırakmayacaktı. Hem de bırakmamıştır. Diyanet adına görev yapanlar maaşlı memurlar. Dolayısıyla da rahat hareket edemiyorlar. Dinin ve milletin menfaatini gözeteceklerine, kurumsal kimliğe ve amirin dünya görüşüne ayarlıyorlar davranışlarını…

İleride İslamiyet ile şerefleneceği haber verilen Almanya için de orada yaşayan Müslümanlar için de tehlikeli bir fitne olmaya aday görünen ‘Selefilik’ ve onun, iman, Kur’an ve Sünnet konusunda eksiği bulunan Müslümanlar üzerinde yıkıcı tesirlerini bertaraf edecek bir Rahmani usul ve yöntemin geliştirilmesi şart.

Diyanet, uzun süre Risale-i Nur’a karşı ‘müstenkif’ davrandı. Oysa İslam’ın, çağın insanlarına tanıtılması ve vicdanı aydınlanmış günümüz insanlarına aktarılabilmesinin en eslem yollarından biri belki de en birincisi olmaya layıktır. Çünkü her meselesini akla ispat etmekle birlikte tasavvufu da içinde barındırmaktadır…

Bence Diyanet Rejimin baskısından kaynaklanan Risale-i Nur karşıtlığına, daha doğrusu korkusuna son vermeli ve Müslümanları İslam birliği altında bir araya getirmeye en layık (Çünkü Risale-i Nur Tasavvufun Medrese’de gelişmiş ve büyümüş bir meyvesidir) şu hizmeti kendi uhdesine almalıdır. O zaman şu selefilik vs gibi ulema-ı su’ tarafından maksatlı şekilde kullanılmaya başlanmış meslekler, halktan itibar görmez.

Bu yapılmazsa yakın bir gelecekte, İslam dünyası yeni ve tahrip kabiliyeti yüksek çatışmalara gebe görünüyor: Sünniler içinde Sofi – Selefi çatışması, Müslümanlar arasında Selefi – Şii çatışma…

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Çanakkale Geçilmedi…

Elhamdülillah, bu millet bir kez daha Çanakkale’nin geçilmez olduğunu gösterdi. Bir kere daha, bu millet, …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir