Kur’an-ı Kerim’de Zekeriya (as)’ın kıssası iki yerde geçer. Biri Âl-i İmran, diğeri Meryem suresi.
Benim Kur’an-ı Kerim’de geçen isimlere yaklaşımım, malumunuz olduğu gibi hem ismin özel isim oluşu yönüyle hem de mana ve sembolik anlamları üzerinedir.
Yani Kur’an’da zikredilen her isim, en az iki şekilde anlaşılabilir. Birinci manasıyla evet Zekeriya (as) adındaki mübarek zatın macerasını aktarırken, bir yönüyle de özel bir isim değil kavram olarak ele alınıp değerlendirilebilir. Kullanılış biçimi, her iki manalandırmaya da müsaittir.
Sıklıkla ifade etiğim gibi Kur’an’daki her isim aynı zamanda bir ‘kavram’dır. Zekeriya kelimesi de öyle. Kök itibarıyla Z K R zikirkelimesinden türemiş olan Zekeriya ismi, etimolojik olarak ‘zikri tam olan, mesajı tam ve doğru aktaran, misyon sahibi’ demektir. Bu anlamıyla Zekeriya (as)’nın kıssasına baktığımızda ilginç bir zıtlıkla karşılaşıyoruz.
Al-i İmran suresindeki kıssasında (ayet 41) Zekeriya (as), bir çocuğu olacağı haberini aldığında, kemiklerinin kuruduğunu, saçının ağardığını, yani kendisinden bir çocuk var olması imkânının kalmadığını deklare eder. Bu mucizenin gerçekleşeceğin dair bir delil ister.
Ona denilir ki, “Senin çocuğunun olacağına delil, üç gün boyunca insanlarla konuşamamandır.”
Aynı seremoni, Meryem Suresi’nde de geçer. Ama bu kere ‘Selasete eyyamin’ (üç gün) yerine ‘selâse leyâlin’ yani ‘üç gece’ tabiri geçer…
Müfessirler bu iki ayrı ifadeye ve ‘Zekeriya’ kelimesinin kavramsal anlamına –ki din demektir- dayanarak, bu iki kıssada geçen iki Zekeriya’nın birinin İslâm dinini, diğerinin de İseviliği temsil ettiğine hükmetmişler. Nitekim Fusûs el- Hikem’de İbnü’l-Arabi, peygamberler içinde ‘melik’ ve ‘malikiyet’ sıfatına en ziyade mazhar olan peygamberin Zekeriya olduğunu söyler. Halbuki, Zekeriya aleyhisselam, zahit ve sadece maneviyatı esas alan bir peygamberdi. Buna karşılık Hz. Muhammed (asv) kadar hiçbir peygamber dünyevi kudreti elinde tutmamıştır. İbnül Arabi’nin, keşfiyatında o zatın en kudretli ve en dünyevî sıfatlarla görülmesinin sebebi, onun her iki dinin de kudretli zamanlarını temsil ediyor olmasındandır.
Yani, İseviliği temsil ettiği anlaşılan Ali İmran’daki Zekeriya, o yüzden üç gün tabirini kullanırken, İslâmiyeti temsil ettiği ifade edilen Meryem suresinde de üç gece tabirini kullanıyor. Bu da demektir ki, Hıristiyanlığın üç günlük (asır) aydınlık dönemi, İslâmiyetin üç asırlık karanlık dönemi olacaktır. Nitekim de öyle olmuştur.
Nasıl ki, kurumuş ve çocuk yapma özelliğini kaybetmiş Zekeriya (as)’a Cenab-ı Allah ‘Yahya’ –ki zindelik ve hayat demektir- (as)’ı bahşetti. Aynen öyle de yorulmuş, bir medeniyet yaratma özelliğini kaybetmiş skolâstik Hıristiyan Avrupa kıtasından aklın eseri olan bir medeniyeti var etti ve böylece Hıristiyanlar için gündüz, İslâmiyet için gece sayılabilecek dönem başladı.
Meryem Suresi’nin 1. ayetinden 13. ayetine kadar devam eden ayetlerde geçen isimler kavramsal manada ele alındıklarında anlıyoruz ki, Allah, ‘kurumuş’ Zekeriya (as)’dan Yahya (as)’yı (diriliş) var ettiği gibi aynı şekilde, bir medeniyet kurma yetisini kaybetmiş skolâstik Avrupa’dan taze bir medeniyet var etmiştir. Ve Hıristiyanlığın üç yüz yılını (selasete eyyâmin) gündüze çevirmiştir.
(Nitekim Batı medeniyeti, üç yüz yıllık parlak ve ihtişamlı bir döneminden sonra insan ruhunu ihmal ettiği için yeniden akim bir vaziyete düşmüştür. Bugün artık kendisini çoğaltıp tazeleyemiyor, o yüzden de kendi filozof ve düşünürlerinin tanıklığıyla çöküyor. İşte insanlık, onun çöküşünü, İslâmiyetin Yahyası ile yeniden diriltmeye hazırlanıyor.)
Aynı şekilde medeniyet kurmaya kabiliyetini kaybetmiş gibi görünen, ama asla ümidini kaybetmeyen (hatırlayın, Meryem suresindeki Zekeriya –ki İslâmı temsil eder- ‘ben dua ederken asla bedbaht olmadım, yani ümidimi kesmedim’, der) İslâm dinini de öylece bir Yahya ile –yeniden bir diriliş- tebcil edecektir. Yani, medeniyet kurma sırası ona gelmiştir.
Bu bahis çok uzundur. Ayetlerde geçen isim ve kavramları tek tek ele almak gerekir daha iyi anlaşılması için ama şimdilik bu kadarla iktifa edelim.
***
Şimdi bu çağın başına döneceğiz.
Yıl 1907. Yer Ayasofya’nın önündeki kahvelerden biri. İkindi namazı kılınmış ve dönemin Ezher hocalarından Şeyh Bahid Efendi, Ayasofya’nın önündeki kahvelerin birinde bir kısım ahbabıyla sohbet etmektedir. Konu, Said Nursi’ye gelir. O sıralarda Kürdî mahlasıyla meşhurdur. Onun ilimlerdeki mahareti ve zekâsı konuşulur ve Şeyh Bahid’den onu ilzam etmesi istenir.
Tuhaftır tam da o sırada Bediuzzaman camiden çıkagelir. Derler ki işte bu o. Çağırırler, o da gelir. Bahid Efendi bir iki ilmî yoklamadan sonra Bediuzzaman’a sorar:
– Avrupa ve Osmanlılar hakkında fikriniz nedir?
Bediüzzaman son derece basit bir ifade ile;
“– Avrupa, bir İslâm devletine hamiledir, günün birinde onu doğuracak; Osmanlı da Avrupa’ya hamiledir; o da onu doğuracak.” cevabını verir.
Bediuzzaman’ın ifadesinde kullandığı elfazdan, Osmanlı’nın doğumunun daha yakın olduğu da anlaşılıyor. Nitekim, Osmanlı, o konuşmadan 13 yıl sonra doğumunu gerçekleştirdi ve bizim cumhuriyetimizin de içinde bulunduğu bir yığın batılı evladı oldu.
Şimdi ise görüyoruz ki Avrupa ciddi sancılar çekiyor. (Belki de bu konuşmadan 130 yıl sonra!) Siz bakmayın Serrazin gibi Arap asıllı uşak ruhlu insanların, batılı halkları Müslümanlar aleyhine kışkırtmalarına…
Nasıl ki, bizim batılı evlat, dönüşümü kabullenmek ve halkın talebine boyun eğmek zorunda kaldı, Avrupa dahi, İslâmı kabule mecbur olacaktır.
Onun da İslâmî bir doğum yapması yakındır denebilir. Öteden beri, bazı velilerin istihracıyla, Avrupa’da bir devlet Müslüman olacak dendiğinden, kendileriyle harbe iştirak edip -bu iştirak çıkarlara dayalı da olsa- bir dostluk yaşadığımız Almanları bu işe en yakın görmüş ve onların Müslüman olmasını hep ümit etmişizdir. Hâlâ da bu ümidi koruyoruz ve bir önceki yazımda da temas ettiğim gibi, Almanya cidden muhteşem bir doğuma hazırlanıyor. Nitekim Serrazin’e en susturucu cevaplar yine Alman devlet ve fikir adamlarından geldi. Alman halkı da sonunda şu hakikati görecek ki onu ırkçılığa sevk edenler Alman değil. Dün bir Yahudi kökenli (Hitler) ırkçının peşine takıldıkları için yurtlarının harap olduğunun bilincinde olan Almanların, şimdi de Arap asıllı bir Alman ırkçısının peşine düşmeyeceklerini tahmin ediyorum.
Elbette her yerde her dönemde ırkçılığın menhus lezzetine kapılacak birileri vardır ve çıkar. Ama bir hayvan bile aynı delikten iki kere ısırılmadığına göre Almanlar dahi bu zokayı bu kez yutmayacaklardır…
Onlar veya başkaları, bir gün ırkçılık ve enaniyet damarlarını İslâm havuzu içine atıp eritecek ve en az diğer ülkeler kadar onlar da İslâma girme şansını elde edeceklerdir.
Ne var ki bu, İslâm adına yeterli bir gelişme sayılamaz. İslâmın, onlar nazarında bir değer ifade edebilmesi için, en başta Müslümanların Avrupa dilenciliğinden kurtulmaları gerekir.
Hangi efendi kapısında dilenci gibi bekleyen zavallının fikrine itibar eder? Bugüne kadar, hiçbir zaman efendinin, dilenci konumundaki insanlardan bir şey aldığı görülmemiştir.
Diğer bir problemimiz ise, oradaki Müslümanlardır. Maalesef pek çoğu o medeniyete uyum sağlayamadıkları gibi yazık ki başka bir medeni hal ve tavır da sergileyememişlerdir. Biz oralara iş ve aş için gittiğimiz ve hâlâ da tufeylîce onların düzenlerinden istifade etmeye çalıştığımız için ne bizim, ne de dinimizin bir kıymet-i harbiyesi vardır.
Dolayısıyla oraya her ne ad ve unvanla gidilirse gidilsin; her bir Müslüman, orada İslâmın ve İslâm medeniyetinin bir temsilcisi olduğunu müdrik olmalıdır. Asıl amacı bu olmasa bile, her hareketinin İslâm hanesine yazıldığını bilmeye mecburdur.
İşte biz böyle davranmaya muvaffak olduğumuzda öyle hızlı neticeler husule gelecek ki, onlar daha parmak ısıracaklar!
Ben ümitvarım. Bundan 20 yıl önce de bugünkü halleri haber verdiğimizde bir kısım insanlar istib’âd ediyor ve uzak görüyordu.
Nasıl ki Allah, ‘akim’ -çocuğunun olması şansı kalmamış- Zekeriya(as)’dan –skolastik karanlığa batmış Avrupa’dan- Yahya(as)’ı –medeniyeti- var etti, öyle de –bilim ve ilim üretme kabiliyetini kaybettiği için- yeniden bir medeniyet kurma şansını kaybetmiş gibi görünen şu İslâm coğrafyasından da yeniden bir diriliş ile yeni bir medeniyeti var edecektir. Adı da Asya medeniyetidir. Fakat ruhu İslâm!
Bunun için yapacağımız tek şey, ‘Ey Yahya sımsıkı Kitaba sarıl’ (Meryem, 12) ayetinin emrine uyup, Kuran’a uymak ve onunla yeniden dirilmektir. Nitekim insanlığın elinde, Kur’an’dan başka, sımsıkı sarılınacak saf bir ilahi mesaj da kalmamıştır!