İnsanoğluna, sevinmeyi dahi Cenab-ı Hak öğretmiştir.
İnsanlığın yücelişine, hayvaniyetten ademiyete yükselişine hizmet eden bütün dönüşüm ve yeniden dirilişler, insanlığa, ‘anılası armağanlar’ olarak bağışlanmıştır.
Âdem ile Havva’nın buluşmasını Arafat vakfesi olarak ihya ediyoruz. Arefe günü, -bir dakika bile olsun- o buluşma mekânında vakfe yapamayanın, o buluşmadaki ilahi tecellileri idrak etmeyenin haccı bile kabul olmuyor.
Hz. İbrahim’in, en sevdiği şeyi –oğlu İsmail- Allah’a olan dostluğu uğruna feda etmeyi göze aldığı dakikalar, kurban bayramı diye insanlığın literatürüne girmiş.
Oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’nin inşasını bitirdiklerinde o mübarek, ellerini açmış ve Rabbine şöyle seslenmişti:
“Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bazısını –ikinci eşi Hacer ve ondan olma İsmail’i ki sonradan onun soyu, içinden Resulullah’ın çıktığı Kureyş kavmi olacaktır-, senin kutsal evinin (Kâbe’nin) yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için (böyle yaptım). Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir, onları ürünlerden rızıklandır, umulur ki şükrederler.”
İşte hac ve umre ziyaretleri, o ulvi ve kabul görmüş duanın eseridir ki dünyanın dört bir yanından insanlar gidip o makamları ziyaret ediyor ve oraya götürdükleri maddi manevi sofralarla o halkın rahat ve huzur içinde yaşamalarına hizmet ediyorlar. Ne büyük hikmet değil mi?
Mümin, oraya giderek, bir nebinin çağrısına uymanın, rabbinin huzuruna çıkmanın hazzını yaşar; kalbi ölmüş olan da der ki “gidip Araplara para mı yedireyim?”
Keza, Hz. Nuh (as)’un, halkını tufandan kurtarıp, gemisini selametle karaya indirdiği gün aşure günü olmuş ve nerede ise bütün insanlığın müşterek hatırası olarak insanlığın kitabına yazılmış.
Hz. Musa (as)’nın İsrail oğullarını denizden geçirmesi, Yakup’un (as) Yusuf’a (as) kavuşması, Hz. İsa’nın göğe çekilmesi, Hz. Muhammed (asv) miracı, Kur’an’ın tenzili, insanlık için olağanüstü manalar taşıdıkları için hepsi insanlığa birer kutlama ve sevinç günü olarak armağan edilmişlerdir.
Ama bunların hiç biri, kişinin kendi kâinatını temizlemesi, kendi kâinatında imanı hükümran kılması ameliyesi olan Ramazan orucukadar mühim değildir. Evet, o hadiseler büyük hadiselerdir fakat insanın kendisini, bütün dünya kendisinin olsa verip kurtulmak isteyeceği o büyük ve dehşetli azaptan; cehennemden kurtarması, cennete layık bir hal kazanması her şeyden daha mühimdir, daha büyüktür. Zaten bayramlar, o gün kitabını sağ taraftan almanın buradaki bir pratiğinden ibarettir. Çünkü Ramazan bayramı, büyük cihadı kazanmış olmanın sürurudur. Müslüman’a has bir bayramdır.
Tıpkı oruç gibi o da özel bir armağandır. Cenab-ı Allah bir tek oruç ibadetini ‘kendi hatırı’ ile ilintilendiriyor; “İnsanoğlunun her ameli kendisi içindir. Oruç hariç. O, benim içindir, onun karşılığında kuluma ne vereceğimi de ben bilirim!” buyuruyor.
Esasında bütün ibadetler insanın bizzat kendisi için olmasına rağmen, Allahın orucu kendisiyle irtibatlandırmasının farklı anlamı olmalı. Çünkü hiçbir amelimiz, işimiz yoktur ki, ondan Cenab-ı Hakka bir yarar dokunsun. Çünkü o âlemlerden müstağnidir. Yani namaz kılıyoruz diye hâşâ Cenab-ı Hakk’ın kesesine bir şey girmiyor. Yaptığımız dualar O’na bonus olarak dönmüyor.
Her emir ve yasak tamamen ve yalnız insanın kendi huzuru, sağlığı ve insanlığı içindir. Öyleyse neden “oruç benim içindir” buyurdu. İşte bunu doğru anlamak ve kıymetini bilmek lazım!
***
Ezelde, murad-ı ilahi insanın varlığını gerekli gördüğünde, istedi ki en hakir varlıktan –yani hayata en az kabiliyetli olan topraktan- en ekmel (mükemmel) varlığı yaratsın.
İnsandan önce var edilmiş ve kendilerine akıl nimeti bahşedilmiş varlıklar –melek ve iblis taifesi- topraktan var edilecek bir varlığın maksada uygun olamayacağını serd ettiler. Bu, zımnen, kudret-i ilahiyi itham etmeyi içerdiği için, Cenab-ı Hak onları “ben sizin bilmediğinizi de biliyorum” diyerek onları edebe davet etti.
Melekler hemen bunu kabullendiler. Ama İblis -(ki kök manası aldanmak ve aldatmak demektir)- ve takımı iddiasında durdu. Bunun üzerine Cenabı- Hak, onu insanlar ve meleklerle birlikte bu kâinat arenasına indirdi ki, her biri diğerinin sınavı olsun ve herkes iddiasının tatbikatını görsün…
Melekler, Cenab-ı Hakkın “Bu insan, Âdem olmaya layık mükerrem bir varlıktır, eşref-i mahlukat olmaya adaydır” buyurduğu için, insanları bu yönde sevk eden, onlara yardım eden gönüllüler oldular. Şeytanlar ise aksi yönde; yani insanı yaradılış gayesinin dışına çıkarmak için çalıştılar ve yazık ki İblis çoğu insan hakkındaki zannını gerçekleştirdi. (Sebe, 20). Yani insanların büyük çoğunluğu süfli bir hayvan gibi yaşamayı ademiyet bilincine ulaşmaya tercih ettiler!
Bu temsilde adı geçen varlıklar, birer tür olmakla birlikte aynı zamanda kâinatta geçerli ilahi yasaların sembolleridirler de. Melek, olumlu ve pozitif faydaların, şeytan olumsuz ve negatif zararların sembolüdür.
Yani bu ilahi metinler bize diyorlar ki, “Ey insan bu kâinat, siz, Rabbinizi tanıyasınız diye önünüze kondu. Fakat bu düzeneğin içinde doğru yönde ilerlemenizi sağlayacak işaretler bulunduğu gibi, şaşırtacak, ancak aklını kullananların geçebileceği şaşırtmacalarla da doludur. Aklını kullan ve Rabbine (yani maddi manevi huzur ve mutluluğa) varan bir yol bul!”
Çünkü insan mastarının muradı, aklıyla hikmeti bulması ve kalbiyle sevmesidir. O yüzden, iman etme nimetinin bile ancak aklını kullananlara nasip olacağını ihtar eder; “Allah’ın izni olmadıkça, hiçbir kimse iman edemez. (Çünkü) Allah, akıllarını kullanmayanların üzerine ‘ricz’ (bir tür körlük ve inattan oluşan pislik, bela) indirmiştir” (Yunus, 100)
İşte Cenab-ı Hak, bu oruç nimetini insanı ‘mükerrem’ bir adem bilincine erdirdiği için öncelemiştir. Onun, insan hakkındaki muradının açığa çıkmasına hizmet eden en önemli ameliye olduğu için ona hususi vurgu yapmıştır. Oruç, hayvansı bir varlık olan insanı bilinç ve idrak mertebesi olan Ademiyet mertebesine çıkaran en güçlü pratiktir. Adeta, bizi, yıl içinde tabiatımızda birikmiş hayvani tortulardan kurtarmak için, bir aylık bir dinlenme ve temizlenme küvezine alır ki, tasaffi edelim, yağlarla, asitlerle, murdarlıklarla tıkanmış, kapanmış; yani Adem olmaya mani olan alışkanlıklardan, beslenme şekillerinden ve bizi süfliyete doğru çeken pisliklerden arınalım. Ve böylece hayvan-ı natık mertebesinden Halilu’r-Rahman, Habibi Rabbi’l-Âlemin olan ademiyet arşına çıkalım.
Çünkü insan bedeni, riyazetle temizlenmedikçe, insanın fıtrî gözenekleri, açlık ve sabırla temizlenmedikçe, kalb masiva muhabbetinden, hırs ve tamahtan kurtulmadıkça, insan, ilahi feyizleri almaya, hissetmeye, zevk etmeye yol bulamaz.
İşte oruç, şu ameliyenin insanda tezahür etmesi için bir operasyondur. Kim ki bunu başardı, ömrünün en büyük dönüşümünü gerçekleşmiş olur. Ve külünden doğan Sim-murg olur. Bu da ‘fevzun azim’dir yani büyük başarı ve kurtuluş.
Hayvanken, hayvaniyet mertebesinde iken, yükselip Ademiyet idrakine ulaşmak, sonsuz soyutu (İlahi olanı) kavrayabilmekten daha kıymetli bir yükseliş olur mu?
Bu kâinat zıtların birlikteliğini ön görmüş Rahmanın tezahürüdür ve nesneli temsil eder. Herkes ondan razıdır ve mütelezzizdir.
Halbuki kainatın huzur ve mutluluk çatısı Allah, Rahman ve Rahim sütunları üstünde kurulmuştur. Rahimiyetin mucizeviliği, uluhiyetin sonsuzluğu idrak edilmeden şu yiyen, içen akıllı hayvan ademiyet rütbesine çıkamaz. İşte Ramaz orucu insana bunu hissettirme deneyimidir ki, sonunda bu sayede insan, Yaratıcısının ona layık gördüğü kemal derecesine ulaşır.
Aksi takdirde, sadece Rahmaniyet mertebesinde kalıp nesnel hazlarla semirip giden, murdar bir hayvan olarak kalır ki, şeytanın iddiasını haklı çıkarmış olur. Oruç tutmayan insan, adeta “ben de şeytana hak veriyorum. İnsan adi bir varlıktır” demiş olur ve bunu nefsiyle göstermiş olur. Böylece de “Kafir dahi bir tür hayvandır ki insanın, insan aklı gerektiren hizmetlerini görsünler diye yaratılmışlardır”hükmünün altına girmiş olur… Arı gibi, ipek böceği gibi…
İşte Cenab-ı Hakkın oruca çok farklı bir kıymet atfetmesinin sırrı burada. Çünkü oruç kadar, insanı temizleyen, ondaki insaniyet ve ademiyet özünü açığa çıkaran başka bir operasyon yoktur.
Orucun, insan anatomisi ve sağlığı üzerindeki mucizevî neticelerine hiç temas etmiyorum. Eğer insan biraz kendi iç uzayının, yani derûnî çağrılarının sesine kulak verse, bütün hücrelerinin oruç, oruç, oruç diye feryat ettiklerini duyardı.
Oruç, öyle azametli bir operasyondur ki, bu melune ve fani olan vücudu ve ondan hasıl olan tavırları cennete layık hale dönüştüren bir iksirdir. Acaba insan için bundan daha büyük bir başarı olabilir mi? Gerçek kurtuluş odur çünkü. Ve tabii bunu başaranın da bayram etmeye hakkı vardır.
Ne mutlu o bayrama erme şerefine ulaşanlara. Yazıklar olsun o insana ki, kapısının önünden hayat ve huzur akıp geçti de ondan bir tas alıp istifade edemedi.
Bayramınızı tebrik ediyorum. (MAB)
Rahibe Kıyafeti
Eğer sizler de uygun görürseniz, bundan böyle her yazımın sonunda hayıtın içinden bir anekdot da aktaracağım. Bugün, şu rahibe afişi ile başlayalım.
Şunu anlayamadım, rahibe gibi giyinmekten kim neden rahatsız oldu ve o kıyafete kim neden itiraz etti?
Keşke her kadın tesettürün kıymetini bilse de isterse rahibe gibi giyinse. Yani rahmani bir sıfat, sırf Hıristiyanlara has olduğu için red ediliyorsa bu insanlar İncil’in kutsiyetini imanlarının neresine sığdırıyorlar acaba?
Bir Müslüman o kıyafeti nasıl küçümseyebilir. O rahmani ve kadın fıtratına layık bir kıyafettir. Ayıplanacak bir durum varsa, bizatihi rahibe kıyafetinin eleştirilmesidir.