Anne olmak, tüm insanlık tarihi boyunca bir kadının, erişebileceği en yüksek mertebesi olmuştur.
Fakat annelik asıl İslamiyet ile zirve yapmıştır. Peygamberimiz (asv) “Cennet annelerin ayakları altındadır.” diyerek evlada, eğer huzurlu bir hayat istiyorsa annesini kendinden memnun etmesi gerektiğini haber vermiştir.
Evet, anne mutsuzsa evlat bedbahttır. Anne huzursuzsa evlat muzdariptir. Anne güvende değilse, çocuk ne yaparsa yapsın, iki yakası bir araya gelemez.
***
Batı medeniyeti, geçmiş dönemlere ait tüm yargıları değiştirdiği gibi, insan ve anneye dair yargıları da değiştirdi. İnsanlık için önerdiği yaşam biçimleri, sonuçta kapitalizm ve komünizm şeklinde tezahür ettiği ve her ikisinde de anne kutsallığını yitirdiği için, bugün anne tüm görünüşteki ihtimamlara rağmen, yalnız, itilmiş ve çaresizdir…
Kapitalizm, komünizmi, insanın istek ve arzularına cevap vermediği için ‘insanı’ bilmemek ve tanımamakla suçlar. Komünizm de kapitalizmi, her şey gibi anneyi de istismar konusu yapmakla suçlar. Yazık ki her iki yargı da doğrudur.
Çünkü her iki görüşte de eşya ve insan, aklın -tabii ki nefsin- kategorize ettiği değer yargılarına göre bir anlam ifade etmektedir. İçinde ilahî -aşkın- bir sorumluluk yoktur. Onu ihmal etmenin, göz ardı etmenin, vicdanî bir sorumluluğu, bir ukubeti mevcut değildir. Yani günah fikri ve onun getireceği vicdani ve halî ıstırap söz konusu olmadığı için insanın, annesini ihmal etmesi durumunda ne gibi bedeller ve acılarla karşılaşabileceği tayin edilmemiştir. Öngörülmüş tüm menfi sonuçlar, ancak birkaç sosyolojik tahlilden ibarettir.
Ama Kur’an, anne ve baba hukukunu, Yaratıcının hukukundan hemen sonra anar. Üç ayette, “İnsana, anne babasına iyilik yapmasını (maddi manevi ihtiyaçlarını karşılamasını) tavsiye ettik.” buyurarak, ebeveynin mutlu olmalarını sağlayacak gerekçeleri hazırlamayı, evladın en temel görevleri arasında sayar.
Anne-baba hukukuna ve anne hukukuna o kadar göndermeler yapar ki Kuran, sonuçta, tefessüh etmemiş her vicdan, Peygamberimizin (asv) “Cennet annelerin ayakları altındadır.” vurgusunun hakikatini anlar. Hatta Kur’an, anne-baba hukukunu evlada tavsiyede o kadar ileri gider ki kişiyi “küfre davet etmeleri dışındaki” tüm makul olan olmayan istek ve emirlerine itaat etmeyi yerine getirmeyi evlada bir görev olarak yükler. (Ankebut, 8)
Dolayısıyla, evlat hiçbir gerekçe ile anneyi göz ardı edemez, onun isteklerini görmezlikten gelemez ve o çaresizken kendisi çareli yaşayamaz. O zorda iken, kendisi rahat yaşayamaz.
İnsanın her bir sıfatına ait farklı sorumlulukları vardır malum. Mahlûk olarak, insan olarak, kul olarak, farklı görev ve sorumlulukları vardır. Baba olarak farklı, evlat olarak farklı, anne veya kız çocuğu olarak farklı görevleri vardır. Birisi diğerine mani olmaz, olmamalı. Bir insan iyi bir insan olmak istiyorsa sadece ailesine değil, annesine, babasına ve diğer insanlara karşı da görevini yapmak zorundadır. Bu sorumluluklar içinde en kapsamlısı Allah’a kulluktur. O kulluk çerçevesinde, insan havaya, suya, taşa toprağa, börtü böceğe karşı bile mes’uldür ve onlara da saygı duymak zorundadır. Esasında insanoğlunun başına gelen olayların büyük bir kısmı, şu meselelerdeki sorumluluğunu ihmal etmesinden kaynaklanıyor.
Bir ayette Cenab-ı Hak, “Onun (insanın) önünde ve ardında koruyucular (bodygardlar) vardır, onu Allah’ın emrinden korusunlar diye…” (Ra’d, 11) buyurur. İnsan “Allah’ın emrinden insanı kim nasıl koruyabilir?” diye düşünebilir. Ama ayet açık! İşte “Allah’ın emri”nden murad, bizimle birlikte şu evreni paylaşan tüm mahlûk ve varlıkların hukukudur ki insan onları pek gözlemez. Hakkı olmadığı halde bir çiçeği koparabilir, bir dalı kırabilir, bir karıncayı, bir kelebeği, hatta sivrisineği -bilerek bilmeyerek- öldürebilir. Oysa hakkı değildir onu yapmak. Bir ‘Tanrı halifesi’ olarak, yeryüzünde Âlemlerin Rabbi olan Allah’a -yani O’nun yarattıklarının hukukuna- karşı saygılı olmak ve uymak zorundadır.
Esasında ihram yasakları, o hukukun bir numunesidir. Cenab-ı Hak, “evini ziyarete gelmiş olanlara” öncelikle tüm yaratıklara karşı edepli olma tavrını takınmalarını ister. O çerçevede insan kendi vücudundaki kıllara bile -ki o da bir yaratıktır ve vazifesi vardır, tıpkı dünyanın üzerindeki bir ağaç gibi- dokunamaz, saygı gösterir.
Bu çerçeveden bakıldığında materyalist bir komünist ve kapitalist nerede, her fiilini evrensel hukuk çerçevesinde tanzim etmesi gereken bir “mümin” (Müslüman demedim, zira insan mümin olmadan da Müslüman olabiliyor) nerede?
Dolayısıyla şu medeniyet, ne tür etkinlikler yaparsa yapsın, anneler gününden sevgililer gününe, kelaynaklar gününden bilmem nelere varıncaya kadar, kadına hürmeti var etmek için ne yaparsa yapsın sonuç alamayacaktır. Çünkü kadına ve anneye hürmet tamamen kutsala imtisal ile olur. Günah fikri gündeminizde yoksa anneye saygıyı hakiki kılamazsınız. Tüm muhabbetleri yegâne gerekçesi olan Allah sevgisi ve korkusu bir yürekte yoksa onun anneye de kadına da sevgiliye de olan muhabbeti yalandır, surîdir, yüzeyseldir.
Çünkü nefs bizzat ve yalnız kendisini sever. Eğer onu Rabbe itaate alıştırmamışsanız, vallahi onun tüm sevgileri bencillikten ibarettir… Aşkın olmaz. Fedakârlıkları da gösterişten ibaret kalır.
Dolayısıyla Allah’a imanı ve korkusu olmayanın anne sevgisi de yalandır veya bir tiryakilikten ibarettir. Cenab-ı Hak, âlemdeki tüm hukukların iki kaynaktan beslendiğini bize hatırlatır Kadın suresinin ilk ayetinde, “Sizin birbirinizden bir şey talep edebilmeniz (yani insanların birbirine karşı sorumlu olmaları), aynı Rabbin kulları ve aynı rahmin dölleri olmanızdan doğar.” buyurur…
Böylece Âlemlerin Rabbi, anne hakkı ve hukukunu tüm hakların, tüm sorumlulukların önüne geçirir. Sizin yüreğinizde Tanrı sevgisi hakiki manada değilse, anne sevgisi de hakiki olmaz. İşte bu çağ, bu çelişkiyi yaşıyor. O yüzden de hiçbir dönemde bugünkü kadar evlat eliyle anne cinayetlerine şahit olunmamıştır. Çünkü bu çağın anlayışı olan “tanrı tanımaz materyalist iman”da kutsal yoktur. Menfaat dışında bir kutsallık yoktur. Dolayısıyla menfaatinize mani gibi görünen anneniz olsa bile o dahi düşmandır. Böyle olunca, annenin (kadının) hak ettiği yeri alabilmesi ancak evladına (erkeğine) sağladığı menfaat kadardır. O bitince beriki de bitiyor.
Önümüzde anneler açısından çok daha acılı günler ve dönemler var maalesef. Çünkü bugün yeryüzündeki doğumların hemen hemen yarısına yakını sezaryen doğumlar. Sezaryen doğumların anne ve çocuk ruhunda ne tür tahriplere yol açtığını henüz incelemiş değiliz. Biraz ürerinde durulsa bu yöntemin insanlık için ne tür acılar içerdiği de görülecektir. Zira henüz bilinmese de maalesef sezaryen doğumlarda, çocukta karabet (anne, bacı ve teyze gibi nikâh düşmeyenlere karşı insanda cinsî istek uyanmaması hali) ırsiyet ve aidiyet oluşmasını sağlayan genler aktive olmuyor. Sancı travmasını yaşamayan çocuk da kadın da evlatlık ve annelik hukukunu tam tadamıyorlar, bilemiyor. Korku, edep, büyüğe karşı saygıyı var eden mekanizmalar doğal biçimde devreye girmiyor. Dolayısıyla sezaryen doğumlu çocuklar çok daha sıkı ve ciddi bir eğitimden geçmeliler ki fıtraten eksik kalan bu huylar ve tavırlar onda yerleştirilebilsin. Ama maalesef onları da normal bir eğitime tâbi tutarak insanlığın içine salıyoruz.
Bu, can sıkıcı bir iddia gibi gelebilir ama eğer sadece annesini öldüren çocukların doğum türlerine bakılırsa ne demek istediğim hemen anlaşılır…
Evet, önümüzde anneler için çok daha zor bir dönem geliyor. O şefkat kahramanlarını, hâlâ bu sahte medeniyetin tek günlük bir ihtimamına bırakırsak insanlığın başı dertten kurtulamayacaktır. Çünkü annesi mutlu olamayan, daha doğrusu kadını abad olmayan bir toplum abad olmaz, olamaz.
Anne-baba hukuku hiçbir çağda bu kadar ihmal edilmedi. İnsanlık acilen, şu sahte medeniyet ihtimamından çıkarak annesine gerekli saygıyı göstermelidir. Göstermezse kıyametini tacil eder. Nitekim Bediuzzaman, bu çağın “kebair”lerini (büyük günahları) sayarken, “ukuk-ı valideyn”i (anne-baba ile irtibat kesmeyi) dördüncü sırada sayar. Beşinci sıraya ise “bi’dalara taraf olmayı” anar ki, esasında bu çok daha mühim bir dikkattir. Çünkü modernlikten yana olma ile başlıyor her tür kutsalı tezyif etme…
Kuran bize “Anne babaya ‘öf!’ bile demeyin!” (İsra, 23) buyuruyor. Amma Ahkaf suresinin bir ayeti var ki insanı zınk diye durduruyor. Tam bu çağın annelerine hitap ediyor sanki. Zira evladın zıvanadan çıkmasının altında da annenin ihtirasları, ihmalleri ve itikatsızlıkları var. Anne evladını büyük gün (dirilme günü) için hazırlamak yerine onu dünyaya teşvik ediyor sürekli. (Ahkaf, 17)
Bediuzzaman, bu ayetin bir tür tefsiri olan bir mektubunda şöyle diyor:
“Birden hatıra gelen bir meseledir.
Her şeyde, her musibette, hususan beşer eliyle gelen zulümlü musibetlerde, Risale-i Kaderde beyan edildiği gibi, iki sebep var. Biri; zâhiren esbaba bakan beşerdir. Diğeri; kader-i İlâhîdir.
Beşer, zâhirî esbaba bakar; bazen yanlış eder, zulmeder. Fakat kader, başka noktalara bakar, adalet eder. İşte, bugünlerde elîm bir endişeyle Risale-i Nur dairesine temas eden üç mesele, adalet-i kaderiye noktasında mânevî suâle cevaben ihtar edildi.
Birinci suâl: Neden fedakâr, yüksek bir şefkati taşıyan valide, bu zamanda, veledinin malından irsiyet almasından mahrum edildi, kader müsaade eyledi?
Gelen cevap şu: Valideler bu asırda, bir aşılama suretinde şefkatlerini yanlış bir tarzda sarf etmeleridir ki, “Evlâdım şan ve şeref rütbesinde memuriyet kazansın…” diye bütün kuvvetleriyle, evlâtlarını dünyaya, mekteplere sevk ediyorlar. Hatta mütedeyyin de olsa, Kur’ânî ilimlerin okunmasından çekip dünyayla bağlarlar. İşte bu şefkatin bu yanlışından, kader bu mahrumiyete mahkûm etti…” (Kastamonu Lahikası, 170. Mektup)
Bu durum, fıtrî olarak anne-babaya bakması farz olan erkek evladın, anne-babayı ihmal etmelerini netice vermiştir. Evladın vazifesini terk etmesi de başka bir bela getirmiştir. Bugün çok az erkek evlat, anne- babasına bakma görevini üstlenebiliyor. Çünkü eşi buna yanaşmıyor. Böyle olunca da anne-babaya sahip çıkmak kız evlatlara kalıyor. Bu da başka bir gadab-ı ilahiye neden oluyor ki Bediuzzaman’a göre, dinen mirastan üçte bir pay alması gereken kız çocuğunun medeni hukuk eliyle ikide bir pay almasına sebep olan gerekçedir.
Şöyle diyor aynı mektupta:
“İkinci suâl: (…) “Neden pederinin malından hakkı iki sülüs (mirastan alması gereken pay üçte iki) iken, o haktan kısmen mahrumiyete Kader-i İlâhî neden müsaade etti?”
Gelen cevap: Şu asırda, öyle acip bir aşılamakla, ebeveynine hürmet ve peder ve validesinin şefkatlerine mukabil, bilâ kayd ü şart kemâl-i hürmet ve itaat lâzım iken, (erkek çocukları anne-babalarına kayıtsız şartsız hürmet etmeleri gerekirken) ekseriyetle o hakikî hürmet ve itaat bozulduğundan, iki sülüs almaktan zulmen mahrum edildiler. Kader, onların kusuruna binaen müsaade etti. Kızlar ise, gerçi başka cihetlerde kusurları çok, fakat zafiyetlerine binaen himayetkâr ve şefkatkâr ellere ziyade muhtaç bulunduklarından, hürmetlerini peder ve validelerine karşı ihtiyaçlarını hassasiyetle bir cihette ziyadeleştirdiklerinden, beşerin zâlim eliyle, (kader) kardeşlerinin kısmen haklarını, muvakkaten (medeni hukuk eliyle) onlara vermeye müsaade etti.”
Evet anne-babayı ihmal, kefareti olmayan bir musibettir, sıkıntıdır. Mümine yakışmayan haldir. Bir gün bir sahabe Peygambere (asv) gelir ve “Kendisine en iyi davranmam gereken kimdir?” diye sorar. Peygamber efendimiz (asv) “Annendir.” der. Sahabe “Ondan sonra kimdir”’diye sorar. Peygamberimiz (asv) yine “Annendir” der. Üçüncü kere aynı cevabı verir. Nihayet dördüncüde babayı anar.
Biz meselelere çok yüzeysel baktığımız için bâtındaki gerekçeyi göremiyoruz. Sadece yakınıyoruz ve başımıza gelenlerde, kendi hak ettiklerimizi görmezlikten geliyoruz. Oysa annelerin ihmal edilmeleri de dâhil birçok şeyin altında, beşerin kendi Rabbine karşı nankörlüğü yatmaktadır.
Bu çağ, insanî acıların en ziyade olduğu bir çağ. Üstelik her türlü imkânın var olmasına rağmen… Beşerin derin ve samimi bir nedamet göstermesi lazım. Bunda en büyük görev de Hıristiyan ruhanilere düşüyor. Zira şu habis urun yeryüzüne yayılması dahi onların bir ihmali gereğidir. Günahlarını telafi etmek için tevhidi ihya etmeleri gerekir ki, şu deccal ve inkâr düzeni son bulsun; beşer yeniden Rabbi ile buluşsun. Ancak o zaman, birtakım kutsalları ayakta tutmayı bir güne hasretmekten kurtulabiliriz.
Başta annem olmak üzere yediden yetmişe, anne olmayı başarmış tüm kadınlara hürmetlerimi iletiyorum ve onları bir günlüğüne değil, tüm zamanlar için saygıyla selamlıyorum. Onlardır, Cenab-ı Hak’tan sonra en yüksek senayı hak edenler!
Selam tüm annelere! Başta Hatice Validemiz olmak üzere tüm Ezvac-ı Tahirat’a selam!
Kadınların şahı Meryem’e!
Ve selam annelik mertebesinin kıymetini bilip çocuklarını ‘büyük duruşma’ya hazırlayanlara!
Selam kendisini ve ailesini ateşten koruyanlara!