Cunda bir ada. İdari olarak Ayvalık’ın bir mahallesi… Harika bir yer ama tıpkı Ayvalık gibi o da dökülüyor.
Türkiye’nin ilk boğaz köprüsü, Ayvalık ile Cunda adasını birbirine bağlamak için yapılmış.
Turistik manada Bekir Coşkun’la kendisini kodlamış. Gazeteci denince o anlaşılıyor. Emin Çölaşan ve Cindoruk hazeratı da uzun süre Cundayı mekân tutmuşlar. Bu zevatın halet-i ruhiyyesi adaya sinmiş adeta.
Sezen Aksu ve Avşar kızı da… Ayvalık’ta ‘ayvalık tostu yiyeceğim’ dediniz mi taksiciler sizi Hülya Avşar’ın yerine götürüyorlar. –Hatırlatayım tostu yavandı-
Sevgili güzel kardeşim Bekir Yunus Uçar’ın davetlisi olarak gittiğim Cunda adasının havası hakikaten güzel.
Fakat ada kirli. Ayvalık ne kadar yorgun, bezgin, harap ve dökülüyorsa Cunda da o kadar sarhoş, kirli ve yalnız. Ruhuna mesken sinmiş.
Tepedeki yel değirmeninin Koçlar güzel tanzim etmişler. İçerde güzel bir kitaplık var. Cunda ile ilgili her kitap var. O kütüphanede saatlerin nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Süper esintili bir tepe. Zaten öyle olduğu için de orada kurmuşlar rüzgâr değirmenini.
Şimdi faal değil tabii ki. Rüzgâr her zamanki klasiğinde idi ve nerede ise bizi uçuracaktı.
Tepeye çıkarken ve oradan inerken farklı sokaklardan inip çıktım. Her taraf pislik içinde… Sokaklar doğal olarak dar. Adeta sahipsiz. İnsanın içi acıyor. Rumlar çekip gitmiş, kalanlar hakkını verememiş.
Onlardan kalan bir tek rakının ve içkinin hakkını vermiş adalılar. Adalılar da dememek lazım belki. Gelip yerleşenler…
Galiba CHP’li belediye başkanları şehircilikten anlamıyor. Celal Doğan ile Selami Öztürk’ü bir yana ayır, diğerlerinde mevcudu geliştirme arzusu eksik. Ayvalık Belediye Başkanı da öyle… Herkes yakınıyor. Benim sezdiğim niyet, “kimse gelmesin, ada bizim kalsın’ şeklinde. Yoksa öyle ihmal edilecek bir yer değil. Zaten halk da turisti sevmiyor.
(Başkanın takdir edilecek bir yanı varsa, zeytinlik araziye konut yaptırmaması. Onu öğrenince diğer bütün kusurları gözümde hafifledi. -Bizimkilerde olsaydı şimdi Ayvalık’ta ne zeytinlik kalırdı ne dağ ne bucak. Hepsi yapısal ranta dönüşürdü- Yoksa Ayvalık’ın hali içler acısı. Her üç evden biri satılık! Şehir SİT alanı ilan edilmiş. Bir taşına bile dokunulmuyor. Şehir adeta ayakta can çekişiyor. 1980’de ilk gördüğümde gelip buraya yerleşmeli demiştim. Hatta Fardipli Sinha’nın kahramanı Bilge aslında Ayvalıklıdır. Ama ben onu zorla Edremitli yapmıştım…)
Cunda’da temiz temiz oturup balık yiyeceğiniz bir lokanta yok. Hatta mümkün olsa, balıkları rakı küvetlerinde yüzdürüp öyle ikram edecekler.
Cunda halkı perişan ve sahipsiz… Balıkçıları öyle dert yanıyor ki sormayın. Dinleyince insan anlıyor gadre uğradıklarını. Balıkesirli siyasiler de pek dertleriyle ilgilenmiyor.
Onların dediğine bakılırsa müsteşar beyin kahrı varmış. ‘O da kendi başına yapamaz. Muhakkak Bakan bey bize karşı tavırlı’ diyorlar. Ben de “Gidin Başbakan’a halinizi anlatın” dedim, “O sizi dinler, mağduriyetinizi de giderir”
Fakat onlar, “Başbakana gidersek, zaten bizi cezalandırmış olanlar daha da üstümüze gelirler, bütün bütün açlıktan ölürüz” diyorlar. O kadar bıkmışlar ki siyasi yaklaşımlardan meseleyi bana anlatırken bile, “aman ha bizim derdimiz siyasi değil, biz rızkımızın peşindeyiz” demekten geri durmadılar.
Tabii herkesin derdi papalina.
Cunda’nın meyhanelerini, barlarını –balık lokantası demiyorum özellikle- çekici kılan papalina diye bir balık türü. Papalina da sardunyanın körpesi imiş… Avlanma zamanı bir – bir buçuk aymış. Vaktinde avlanılmazsa büyüyüp sardunya oluyor. Onun da tadı değişiyormuş. Papalina, balığın süt kuzusu… Gevrek ve çok lezzetli oluyormuş. Oluyormuş diyorum çünkü yeme imkânım olmadı. Her nereye girip yemek istemişsem, hep o manzara ile karşılaştığım için yemedim.
Hem zaten gereğinden fazla da pahalı… Kavga da papalina etrafında dönüyor. Cundacı balıkçıların, Midilli’den mübadele ile gelirken getirdikleri bir düzenekleri var, papalina avlamak için. Devlet onu yasaklamış. Ama gırgırlar serbest. Hakikaten mağdurlar.
Ben bu mağduriyetin arka plandaki sebeplerini düşündüm, gönlüme şehrin manevi kirliliğinden başka bir şey gelmedi. Şehrin hadesten teharet alması gerekiyor bence. Adanın ruhuna sinmiş bir nabekârlık var. Ondan nasıl kurtulur bilemiyorum.
Bence Ayvalık’ın da Cunda’nın da bir gusül abdesti alıp haşama ile bir denize girmesi gerekiyorJ Bu son cümleyi Bekir Coşkun’a malzeme olsun diye yazıyorum. Hani başbakan ‘üzüm yiyin’ dedi de bir cin fikirli hemen ‘Ramazanda manavlar kapasın’ önerisinde bulundu ya -itiraf edeyim çok hoşuma gitti- belki buna da çare bulunur, cundanın saklı cuntalıklardan kurtulması için…
***
BİR ÜLKEDE İKİ – ÜÇ DEVLET OLMASIN DİYE “EVET!”
Gençliğimde, bir şehre gittiğimde ilk iş onun büyük camiine gider, iki rekât namaz kılar ve eğer imkân varsa, caminin sote bir yerine uzanır ve bir miktar uyurdum. Evleninceye kadar istisnasız buna uydum. Evlendikten sonra da imkân ölçüsünde bunu yapmaya özen gösterdim.
Sivas’a ilk geldiğimde de aynısını yapmıştım. Meydan camii ilginç bir cami… Orada namaz kılıp uyumuştum. ‘müşahede’ denilecek cinsten bir hadise yaşamıştım. O yüzden Sivas’a geldiğimde orayı mutlaka ziyaret ederim. Uzun süre tasavvuf erlerinin hankahı olduğu kaldığı için manevi havası insanı sarıyor.
İkindi vaktini kıldıktan sonra tahıl pazarına geçtim. Köy tavuğu bulursam alayım diye. Aldık da. Fakat bu arada yükümüzü de ağırlaştırdığımız için hanımla bir taksiye bindik.
Taşrada taksiciler, konuşkandır. Zaten sizin yabancı olduğunuzu hemen anlarlar. Ben de taksicilerin görüşüne çok önem veririm. Onları iyi dinlerseniz, siyasetin gidişatını da anlarsınız.
‘Nasıl gidiyor’ dedim memleketin ahvalini kast ederek, o kendi halini soruyormuşum gibi alarak , ‘eh’ dedi, ‘herkes gibi idare ediyoruz’ . Peki, memleket nasıl gidiyor diye sorunca şöyle dedi:
-Milleti kendi haline bıraksalar, memleket kısa zamanda iyiye gider. Ama halk üç beş devlet arasında sıkışmış kalmış. Kime hizmet edeceğimizi bilemiyoruz.
-‘Nasıl yani?’
–“Bir memlekette bir devlet olur. Bizde devlet devlet içinde bir yığın devlet var. Askeriye bir devlet olmuş, yargı bir devlet olmuş, çeteler bir devlet olmuş. Herkes diyor ki hak olan benim ötekisi hain. Millet kime inansın?
-Önce şu devletlerden kurtulmamız gerekiyor. Bir memleketin bir devleti olur o da milletin, halkın devleti olur. Türkiye de ise birkaç devlet var. Her devletin borusu ötüyor bir tek milletin devletinin borusu ötmüyor.
-Bu, referandumda “evet!” diyeceğin anlamına mı geliyor?
-“Evet, referandum’da ‘evet!’ diyeceğim.
-Sen Ak Partili misin?
“Ne alakası var, ben devlet içinde devlet olmaz diyorum sen Ak Parti diyorsun. Benim derdim o değil. Benim derdim, halkın seçtiklerinin iktidar olduklarında halkın istediklerini yapabilmeleri içindir. Yarın CHP de iktidar olabilir!”
Mahalli seçimlerde kime oy verdiğini söylemedi. Ama ‘vefanın değeri vardır’ demeyi de ihmal etmedi.
Sivaslı Taksici Nuh Babanın Referandumda ‘evet!’ demesinin gerekçesi böyle:
Bir memlekette iki üç devlet olmasın diye EVET!
HASAN AMCAM
Cunda’yı yazmaya fırsat bulamadan Sivas’a gelmiştim. Buradan da memlekete dönmem gerekti. Çünkü hakikaten güzel bir insan olan Hasan amcam Hakka yürümüştü.
O başlı başına anlatılması gereken bir insandı. İçli sesiyle okuduğu ezanlar, sadece insanları değil, dağları, taşları uyandırırdı fecir vakti. Tam yirmi yıl boyunca camimizin abdest sularını o taşıyıp şadırvanları doldurdu ve meccanen müezzinlik yaptı.
Hep çalışırdı, hep okurdu.
Onu kısaca ‘Ya çalışıyordur ya Kur’an okuyordur ya uyuyordur’ diye tarif edebilirdiniz. Eğer bir mecliste biri sessizce oturmuş ve elindeki tespihin tanelerini, dudaklarının ritmine uygun alıp bırakıyorsa bilirdiniz ki o Hasan amcamdır. Söz, malayaniye döndü mü kalkar sessizce giderdi. Bir odada televizyon varsa ona sırtı dönük oturan da hep o olurdu. Söze katılmazdı. Konuşulanlar güzelse tebessümle onaylardı.
1975 yazında teravihten geç çıktığım bir gece, on kişinin birden bire üzerime çullanıp beni linç etmek istedikleri anda o Hızır gibi ortaya çıkıvermişti. Elindeki tahrayla önüme geçip, ‘kılına dokunanı yok ederim’ deyip, o gece beni mutlak bir ölümden kurtarmıştı.
O zamanlar bizim köyler solun kurtarılmış bölgesiydi. Solculukla mücadele eden tek sağcı öğrenci ben değildim ama galiba hiç durmadığım için sürekli tehdit ediliyordum köye gelmemem için.
Bir ay önce vedalaşmıştık. Elimi sıkarken, gözlerimin içine bakıp –97 yaşındaydı ama gözleri hala capcanlıydı- “Bize hocalar derler. Biz buralara sonradan geldik. Allah bize lütfü ile muamele etti. Lütfünün devam etmesini istiyorsanız Kuran okumaya devam edin”demişti.
“Ben de baban da hiçbir gün Kur’an okumayı ihmal etmedik. Biz gittiğimizde bu işi tavsarsa yazık olur” dedi. “İnşallah ihmal etmeyiz” dedim ama geride kalanların onlar kadar titiz olmadıklarını da biliyorum.
Yüreğim burkulu. Ona üzüldüğüm için değil. Bu gök kubbeyi ayakta tutan nefeslerden biri söndüğü için. Her mümin yürek son nefesini aldığında âlemin de canından bir tel koparmış.
Bize zor bir iş bıraktın Hasan Amca, Mekanın cennet olsun!