‘Cihana gelmeden maksat, şu tatbilkatı görmektir’
Beni yakin tanıyanlar, kendime karşı tavizsiz, çevreme karşı toleranslı olduğumu bilirler.
Hakikaten de diğer insanlar söz konusu olduğunda, Cenab-ı Hakkın Keremi’nin ne kadar bol olduğunu hatırlar ve hatırlatırım. Kendim hata yapmışsam, dünya başıma yıkılır, yerle gök arasında sıkışıp kalırım.
O yüzden de mümkün mertebe hata yapmamaya çalışırım.
Bunun mümkün olmayacağını siz de bilirsiniz bende. Her sözümün, her ifademin, her halimin hak ve hakikat olma şansı bulunmadığını anlayacak kadar âlem ve eşya tecrübem oldu. Fakat her ne yaparsam samimi olmaya özen göstermişimdir. En azından bir şeyler yazarken, onun doğru olduğuna inanarak yazarım. Aksi takdirde yazmam. Hatta sırf bu yüzden, çok sosyal insan değilim. Hatırını gözetmek zorunda kalacağınız insan ve ilişki sayısı arttıkça, kaleminizin cevelangahı daralıyor çünkü.
Kendimce okuyup geldim ve kendimce bir İslam, âlem ve nizam fikri edindim. En son iki şeyde karar kıldım. Biri ve birincisi Kur’an ve onun evladı olan Sünnet, diğeri de şunları bu asırda doğru anlamamı sağlayan Risale-i Nur. Nasreddin Hoca’nın saz çalması gibi benim parmağım şu iki makam üzerinde kaldı. O yüzden de en çok onlardan söz ediyorum. Siz de en çok beni Risale-i Nur’dan ve Bediuzazamn’dan söz ediyorum diye eleştiriyorsunuz.
Esasında bu doğru değildir ama o isim ve kavramlara karşı alerjisi oluşmuş insanlara –kimseyi kınamıyorum ve herkesin RN’yi benimsemesini de beklemiyorum. Bakın sayısız tarikat, meşrep ve meslek vardır. Hepsi haktır ve herkesin taraftarı olacaktır ki zaten hayatböyle güzeldir- öyle geliyor. Çünkü yaraları var. Ve bir uzuv yaralanmışsa illa da her şey gelip ona çarpar. (Öyle zannedilir)
Evet, risalelerden çok alıntı yapıyorum. Çünkü Kuran eczanesinden günümüz hastalıklarına sunulan reçeteleri en rahat orada buluyorum. Benim semtime en yakın eczane o. Elbette başka eczaneler de vardır ve onlarda dahi sadra şifa ilaçlar bulunur.
Benim yakalandığım, cehalet, zaruret ve tefrika hastalığıdır. Bu hastalıklara en hazık ilaçlar orada var. Yarası benim gibi olanlara da söylüyorum. Sende o hastalıklar yoksa senin kullanmana gerek yok o ilaçları. Nitekim Kur’an bile, ‘kalbi diri olanlar uyarılsın diye’ (Yasin, 70) gönderildiğini bize haber veriyor. Herkesi muhatabı saymıyor. Zira biliyor ki insanların çoğu üzerine söz sabit olmuştur ki inanmayacaklar…
Kur’an gibi alemlere rahmet ve rehber olarak gönderilmiş bir kelam-ı ezelî, körlükleri sağırlıkları gideremiyorken biz kim oluyoruz ki…
Biz insanız üstelik. On sözümüzden biri isabet etse yırtarız belki de… Evet, her sözümün hak ve mutlak olmayacağını, zamanla hatalı olduğu zahir olacak fikirleri dahi hak diye sunabileceğimi ben de biliyorum. Çevrenin, iklimin, tepkinin, hatırın beni de etkileyeceğini biliyorum. Birilerinin beni kınaması, hatamı göstermesi, yanlışıma işaret etmesi, bir mümin olarak yalnızca beni sevindirir.
Ha üzülmez miyim? Tabii ki üzülürüm ama hakkın hatırı her şeyden üstündür. Fakat bir şey var ki, elimi ayağımı kesiyor. İtham. Galiba benim zaafım da o. Kimseye benzemediğim ve hiçbir cemaate tam olarak sokulamadığım için sözlerim hep birilerine battı. Ama ben kendimce hep Kur’an ahlakının insanlığa hakim olması sevdasında idim. Kendimce tabii. Fıtraten cesur bir insan değilim. Bir yerde uzlaşarak geçinme imkanı varsa, asla münazaaya sebebiyet vermek istemem. Eğer selamet ve sulh benim fedakarlığım üzerine bina edilecekse kendime ait her şeyden vaz geçerim. Evet, bir mesele kavgasız ve savaşsız bir üslupla çözülecekse o şıkkı hep tercih edirim.
(Ama bilirim ki kavgayı da insanoğluna yazan Allah’tır. Birilerinin belasını birileriyle savuşturmasaydı, dünya gerçekten yaşanmaz olurdu…)
O yüzdendir Bediuzzaman’ın her konuda benim favorim olması.
Hatta aynı gerekçe ile siyaset yapmak isteyen insanlara, önce Resulullah (sav)’ı, sonra Selahaddin Eyyubî’yi, ardından Gandi’yi ve en son olarak da Bediuzzaman’ı mutlaka okumalarını söylemişimdir ve söylüyorum.
Çünkü bu dört müstesna zat, müspet hareketin; hakkı, kaba kuvvet kullanmadan elde etmenin en güzel örnekleridirler yeryüzünde. Evet, Peygamberimiz de (asv) Selahaddin Eyyübi de savaşmak zorunda bırakılmışlardır ama kerhen.
Gelecekte aklın ve izanın hükümran olacağına inanmış biri olarak, İslam’ın o çağa uygun bir modeli bildiğim Risale-i Nur’u sık sık dikkatlere sunmam da bu gerekçe iledir.
Ben risale-i nuru tanımadan önce Kur’an’ı –bunların en az beşi, gerçek manada tetkik olmak üzere- en az kırk elli kere okumuştum. Hatta İncil’i iki üç kere, Tevrat’ı da bir kere okumuştum. RN’yi okumadan Muhammet ve Seyit Kutupları ve çağdaş bir tefsir olduğu için Fi Zilali’l-Kur’an’ı okumuştum. Ve dahi evliya menkıbeleri ve siyeri… Şimdi dahi, en az iki ayda bir Kur’an’ı hatmederim. Yanımda daima sözlükler ve tefsirlerle birlikte…
Yani bir takım aklıevvellerin sandığı gibi sadece risale-i nur değildir yazılarıma kaynak edindiğim. Zaten zerre miktar Kur’an’dan ve hadisten haberi olanlar, görecekler ki her bir satırımda onlara işaretler, atkılar, telmihler ve remizler vardır. Ama görmezler. Çünkü körlük gözle olmaz, kalple olur. Asıl kalp kör oldu mu karanlık insanı boğar. O zaman da hiçbir güneş, hiçbir nur onları aydınlatamaz.
O yüzden o tipleri kale bile almıyorum. Ama bazen bakıyorum ehli hal olması gerekenler de o körlerin yaygarasına kapılıyorlar. O zaman içim inciniyor. Pir Sultan Abdal’ın “illa dostun gülü yareler beni” dediği neviden içim yârelenir… Kendime küserim, kırılırım; neden bu insanları böyle yanlış anlamaya sevk etin, neden ‘kendini onlar için fitne yaptın’ diye kendime kızarım…
İşte o türden iki hadise geçen haftadan buyana yazı yazmama mani oldu. (Bu dönemin, Ahkamsız Hükümler adlı kitabımın yayına hazırlanması sürecine denk gelmesi bir rahmet oldu tabii)
Biri, samimi ve aklı başında biri olarak algıladığım (Arif Hüseyin nik nameli) bir okuyucumun şu sözleri: “Evet, ikna oldum ki sayın yazar ezberci ve taklid ehli bir kimsedir… Kendinden önceki kimselerin sözlerini pek hoş derlemekte iken kendine ait yorumlamalarda bariz bir sığlık görülmekte… Örnek olarak bir önce ki yazısı ile bu yazı okunduğunda, bu fark açıkça ortaya çıkmaktadır… vesselam”
Bu cümle, Kadim Kültür’cünün ‘ebcetçi tılsımcı bulut abi’ diye benimle dalga geçmesinden daha ziyade beni sarstı, salladı.
Kızmadım. Haklı buldum. Halkı bulduğum için de canımı sıktı.
Ertesi gün, 9. Bediuzzaman Sempozyumu’na gittiğimde, bu kardeşimin bana ne demek istediğini dahi iyi anladım. Meğerse ben ne kadaaar geride kalmışım, Bediuzzaman’ı ve onun çağa sunduğu reçeteleri anlama konusunda. Hatta sempozyumda konuşacak bir zat için benden yazı istemişlerdi. Bir şeyler yazıp geçtim. Allah’tan ki onunla kalmamıştı, yoksa benim yüzümden madara olacaktı. Ben orada o konuşanların dilinden Bediuzzaman’ı dinlerken, Arif Hüseyin kardeşime teşekkür ettim. Bir eksiğimi bana hatırlattığı için. Tabii sığlık derinlik izafidir. Ziyade bilgi sahibi olmakla da ilgili değildir.
Zaten insan her yıl bildiklerinin %5’ini unutuyormuş. Sürekli tekrar gerekiyormuş. Kur’an’ın bazı şeyleri tekrar etmesinin hikmetlerinden biri de bu olsa gerek.
***
Diğeri de; sevgili dostum Ümit Şimşek’in email yoluyla gönderdiği Şah-ı Velayet Hz. Ali (ra)’nin bir sözü. O söz bayağı beni sendeletti:
“Bir zaman gelecek, hakkın onda dokuzu inkâr edilecek. O zamanda ancak meşhur olmayan ve bir köşeye çekilenler kurtulur. İşte onlar hidayetin imamları, ilmin çıralarıdır. Onlar aceleci, yaygaracı ve dedikoducu kimseler değildir.”
İnşallah biz de aceleci, yaygaracı, dedikoducu değiliz ama ortalıkta olduğumuza göre galiba bu sözün hükmü altına giriyoruz diye endişelendim. Hakikaten beni sarstı… Ciddi ciddi kalemi kırıp kenara çekilsem mi diye istişareler bile yaptım dostlarımla…
Kafam karışıktı. Fakat haber7.com’a girip Osman Özsoy hocamızın yazısını okuyunca, yeniden yazmaya karar verdim. Siz de okudunuz mu o yazıyı. Hani Peygamberimiz (asv) hutbe okurken, nanu nimet söz konusu olunca mescidi boşaltıp giden sahabeler kıssasını…
Demek ki dünya böyle bir şey! Herkes, hayat denen sahneye çıkıp Rabbin huzurunda kendi rolünü sergileyip gidiyor. Müjdelenenler arasına katılmak er kişi işi…
Bu dünya sahnesine çıktınız mı hem alkışlanır hem yuhalanırsınız! Hiç fark edilmeden çekip gitmek belki en eslemi ama. Bir sümüklü böcek bile geçtiği yerde iz bırakırken bir insanın hiçbir iz bırakmadan geçip gitmesi hazmedilebilir bir şey değil!
Evet neticede herkes bir nevi mukadder olan rolünü sergileyip gidiyor. Aslında tam olarak neye hizmet ettiğimizi de bilmeden. O yüzden de birilerinin kınaması, alkışlaması her zaman ölçü olmuyor. Asıl Rabbin huzuruna çıktığınızda nasıl karşılanacağınız önemli. O da sizi niçin yarattığını ve neye yaradığınızı en iyi bilendir. Gafur ve Rahim’dir. Kulunu affetmek için bahane arar. Ona güveniyor ve dayanıyoruz. Yeter ki, yönümüz O’na doğru olsun.
Sathi veya derin, hızlı veya yavaş, tecrübeli yahut tecrübesiz, taklidi yahit tahkiki… Yeter ki, O’nu bilin, O’na inanın ve hayıtınızın ve âlemin üzerindeki gerçek otoritenin o olduğunu teslim edin… Hepsi bu… Sahnede kim rolünü nasıl oynadı oynamadı en iyi O bilir.
Size Neyzen Tevfik’in bir dörtlüğü ile sizlere veda edeyim:
Yazılmış alnına her neyse fi’lin, reddi nâ kabil. Hüner, şu defter-i a’mâli ömrü, hoşça dürmektir. Musaddaktır bu dava ta ezelden mühr-i hikmetle Cihana gelmeden maksat, şu tatbikatı görmektir…
Bu arada artık sadece Çarşamba ve Cuma günleri huzurunuza çıkacağım. Hem de kısa yazılarla