Devlet kurmak fikri, dinin bir emri değildir. Beşeri bir ihtiyaçtan kaynaklanmıştır. Kuran’da da devlet kurmakla ilgili açık bir emir yoktur.
Din, bireysel manada “iyi” ve toplum için “yararlı” insan var etmeyi görev edinmiştir. Dinin daha doğrusu Kur’an’ın, insanın hayatı ile ilgili temel dört gayesi vardır; tevhid, nübüvvet, ahiret ve adalet! İşte adalet fikrini ikame etmek için devlet fikri dinin de sahasına girer. Fakat devlet, dini bir kurum değil dünyevi bir kurumdur ve fıtri ihtiyaçtan doğmuştur.
İnsan yaradılış itibarıyla “medeni” tabiatlıdır. Her ne kadar tabiatı bozulmaya, tefessüh etmeye müsaitse de o, özünde “iyi”dir. İyiyi tanır, bilir ve sever. Ama o bozulabilir de. İşte din o fıtratı bozulmaktan alıkoymak için gönderilmiştir. Devlete de o dejenerasyonu tamir etme hususunda dine yardımcı olma misyonu yüklenmiştir. Çünkü fıtratı bozulan bir insan, bir vahşi canavardan bile daha tehlikeli bir hal arz eder beşeri hayat için…
Çünkü insan sosyal bir varlıktır. Varlığını sürdürmesi için kendi hemcinsine muhtaçtır. Kendi varlığını koruyup kollamak dürtüsüne sahip olduğu gibi kendi hemcinsini de düşünme ihtiyacındadır. Devlet kurmak da bu ihtiyaçlardan doğmuştur.
Devletlerin ortaya çıkmasına sebep haller, değişik değişiktir. O yüzden de birçok teori üretilmiştir, devletin niçin var olması gerektiğini izah eden… Veya nasıl doğduğunu…
İnsanın kendisini, ailesini ve yavrularını koruması fıtratına yerleştirilen programlar (dürtüler) gereğidir. O dürtü hayvanlarda dahi gözlemlenmektedir. Fakat bu, hayvanlarda kalıcı bir dürtü değildir. Yavru kendisi avlanacak hale geldikten sonra kendi başına bırakılır ama insanoğlunda tekâmülün bir nihayeti olmadığı için koruma ve destek de ilanihaye olabilmektedir. O yüzden de insanlar, kendi hayatlarından sonra da değerlerinin korunması ihtiyacını hissetmişler ve devleti var etmişlerdir.
Bugün “insan birliğinin teşkilatlı yaşayışını temin eden unsur” olarak tarif edebileceğimiz devlet, aile, kabile, kavim, millet şeklindeki düzenli toplum mefhumundan sonra ulaşılabilmiş bir siyasi teşkilatlanmadır. Milletin siyasi varlığının tezahürüdür. Yani devlet, fıtri bir ihtiyaçtan doğmuştur. Varlığının gereklerini dinden almaz. Dolayısıyla devlet, dini bir ihtiyaçtan doğmaz ama din düzgün yaşayan insanları şerirlerin ve bozguncuların şerrinden korumak için ona ihtiyaç duyar…
Bu manasıyla devlet düşüncesi, toplumsal bütünlüğü muhafaza etme düşüncesine dayalı, merkezi otoriteye sahip, birey haklarının teminat altında olduğu, baskıcılıktan ve dayatmacılıktan uzak, hürriyetlerin işlediği ve istidatların serbestçe geliştirildiği, bir ferdin veya kesimin diğerinin üstünde veya altında sayılmadığı güçlü bir mekanizma olarak karşımıza çıkar. İnsanın, kendisinden beklenen kulluğu hakkıyla yapabileceği, tercihini sağlıklı yapıp sürdürebileceği bir ortamın var edilmesi anlamını taşır.
Bu yönüyle devlet, İslam düşüncesinde Allah’ın iradesinin bir tezahürü gibi algılanmıştır. Sultanlar o yüzden kendilerini “zillullah fi’l-ard” diye tanımlamışlardır. Bundan murat, adaleti ve adilane bir hayatı temin; ‘yani insanın münafıklık yapmaya ihtiyaç duymadan hayatını sürdürebilmesi ortamını var etme’ olmakla birlikte, yazık ki bu yaklaşım, zamanla kendisini Sultan ve Reaya olarak biçimlendirmiş, yöneticiyi, kendini tanrı yerine koyma ve onun gibi sorumsuz sanma fikrine götürmüştür. Müslüman toplumların icat ettiği “Bübürlenme padişahım, senden büyük Allah var.” deyişi dahi bunun eseridir.
Bugün demokrasi denilen ve esasında gerçek bir İslami yönetim olsa tenezzül bile edilmeyecek bir sistemin insanlık için kurtuluş haline gelmesi, devlet fikrini tanrıya dayandıran ve sonra da o fikre dayanarak tanrının yetkilerini kullanmaya kalkışan idarecilerin eseridir. Çünkü seçimle gelip gidiyor olmak bile çoğu kere, İslam coğrafyasında, liderleri eski sultanlar gibi davranma özleminden alıkoyamıyor. O yüzden de bugün, Müslümanlar bile baskılardan kurtulup biraz nefes almak, idarecilerinin öfkesinden kurtulmak ve derin tarafgirliklerle beslenen asabiyet canavarından korunmak için demokrasi denilen şu münafıkane yapıya sarılmak zorunda kalıyorlar…
Hâlbuki İslam ‘insaniyet-i kübra’dır. Medeniyet-i fazıladır. Ama Peygamberimizden kısa bir müddet sonra (Emeviyetle) hilafetin saltanata dönüştürülmesi, her türlü istibdat ve baskıcılığın içimizde hayat bulması; bu istibdadın, başta bilim ve din olmak üzere Kur’an’ın insanlık için var ettiği tüm disiplinleri ekseninden kaydırması ile beşer, o büyük insanlıkla buluşmayı ıskalamıştır.
Değil büyük insanlığı var etmek, Müslümanlar, Kur’an’ın, beşeriyetin ekseriyetine ulaşmasına bile yeterince hizmet edememişlerdir. Bugün beş kişiden sadece birisi Kur’an’dan haberdardır. O kadar. Haberdardır ama onun insanlığa neler önerdiğinden Müslümanların dahi haberi yoktur. Haberi olanlar da ondaki kavramları, eski kıyafetlerinden -yani onlara eskiden yüklenilmiş manalardan- soyunduramadıkları için, günümüze getirememektedirler. Çünkü Müslümanlar bugün bile iyi bir yönetimin, kuvvetli; astığı astık, kestiği kestik bir sultanın emrinde yaşama zannediyorlar… O yüzden de Müslümanlar bir türlü içinde yaşadıkları kendi çağları ile buluşamıyorlar… Ya devleti kutsayıp ferdi ıskalıyorlar, ya da ayağı yere basmayan ütopik bir İslam düşüncesine sapıyorlar.
Osmanlı’nın yıkılmasıyla tamamen işgal ve istila altına giren İslam topraklarında tefekkürî hayat da ciddi darbeler yedi. Kur’an etrafında bugünümüz insanına hitap edecek önermeler gelişmedi. İran, Türkiye ve Mısır gibi nispeten Batıya da açık olan ülkelerde bu tür çalışmalar yapılmış olsa da tatbike konulabilecek bir yeni bir devlet yapısı ve onun işleyişini sağlayacak düzenekler oluşturulamadı.
Bilgisayar sistemi üzerinden bir tanımlama yapmak gerekirse, devletin bir nesnel yapısı var, bir de işletim sistemi diyebileceğimiz bir rejimi ve icraatlarını sağlayacak yüklenilmiş programları var. Bu ikilinin birlikte oluşturduğu devlet aygıtını kullanan bir de operatör olması lazım ki iş tamamlansın. İşte iktidar, o operatördür.
Devlet umurunu bilmeyen, tarih bilincinden yoksun bir idareci, kötü bir operatör gibidir. En iyi bilgisayar ve programlarla bile kötü neticeler çıkarabilir. İyi bir operatör de tam tersi…
Evet o sistemin ve yapının hem kendi içinde sağlıklı çalışması, varlığını sürdürebilmesi için de ‘command com’ diyebileceğimiz bir sisteme daha ihtiyaç vardır. Devletin devamlılığı…
Bir bilgisayarın programlarının sık sık güncellenmesi gerektiği gibi bir devletin halkının gelişmesi yönünde sık sık kendisini ve kanunlarını gözden geçirmesi icap eder. Halkının istidatlarının gelişmesine mani olan halleri, sık sık gözden geçirip ayıklamalı. Bunun için reformist bir yapı taşımalı, halkının saadeti önünde engel olan halleri kaldıracak kabiliyette olmadır. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin asıl ihmal ettiği husus buydu. O, kendi varlığını öylesine kutsadı ki halkı o yapıyı kabullenmeye zorladı. Adeta, kendisi halk için değil de sanki halk kendisi için varmış gibi davrandı. Bu da kalplerin birlikteliğini zedeledi.
Oysa bir devletin devamlılığında en büyük faktör, toplum bireyler arasında tesis edilmiş “kalplerin birlikteliği”dir. Tevhid-i kulüb! O bozuldu mu devlet düzeneğini bir arada tutmak zorlaşır, hatta imkânsızlaşır. Dolayısıyla devlet düzeneğini kullanan ve varlığını o düzenin idamesinden alan iktidarların en büyük vazifesi, o tevhid-i kulubu diri tutabilmektir. Gönüllerin birlikteliği bozulduğunda dil din başta olmak üzere hiçbir şey toplumu bir arada tutamaz. O yüzden Mevlana “Hem dılî ez hem zebânî bihterest” (gönül birliği dil birliğinden daha güçlüdür) demiştir… Gönül birliği oluşmadan insanlar devlet kuramazlar ve sürdüremezler.
Resulllah‘ın, kabilelere bölünmüş Araplarda yaptığı en büyük devrim, o gönül birliğini ve dolayısıyla tevhidi oluşturmasıydı. Böylece o insanların kurduğu devlet kısa sürede başta onları küçümseyen, ‘çöl faresi” diyen Perslerin devleti olmak üzere çevredeki tüm devletleri adeta yuttular, kendi idareleri altına aldılar.
Bugün, geçmişteki hatıralarını yeniden diriltmesi ve eski hinterlandında yeniden hükümdar olması beklenen Türkiye’nin de acilen kalplerin tevhidine ihtiyacı var.
Bu devletin temelleri atılırken başlangıçta ulusçu bir devlet kurmak niyetiyle sayısız kalpler kırıldı. Kürtler ve Ermeniler küstürüldü. Sonra dindarlara yönelik başlatılan biçimlendirme ve çağdaşlaştırma(!) çabalarıyla devletin kurucu unsuru da devletin kendisinden küstürüldü. Bugün Türkiye zaten geçmişinin sayısız tefrikalarıyla boğuşuyorken bu kere de daha düne kadar siyaseten birlikte olan insanlarının kalpleri arasına nifak tohumları serpilmeye çalışılıyor. Bir kere daha ve daha derin bir kırılma yaşanıyor. Türkiye maalesef bu son seçim süreciyle, böyle bir mecraya girmiş bulunuyor…
Siyaseten parti liderlerinin birbirine karşı o meydanlarda sarf ettikleri sözlerin, sandıktan çıkan sonuç ile birlikte uçup gitmesi gerekirken, görüyorum ki kalplerin nefreti şifa bulmamış. Meydanlarda sarf edilen bazı sözler ve sergilenen tavırlar, kalplerin birlikteliğini ciddi zedelemiş.
Devlet aygıtını kullanmakla vazifelendirilmiş hükümet, acilen şu ayrışma ve kamplaşmayı durdurmalı. Durdurmazsa, belki taraftarlarını biraz daha etrafında tutar ama devleti yakta tutan yapıda da bir daha lehimlenemeyecek derin bir çatlamaya sebebiyet verir. Ve böylece sadece iktidarın geleceği değil, devletin bekası da tehlikeye girer…
Milli muhabbetin, acilen ve hemen yeniden tesis edilmesi şart! Çünkü Türkiye maalesef hala zor ve badireli bir okyanustan geçiyor. Kaptanın tayfalara, tayfaların da kaptana ihtiyacı devam ediyor.
Hükümet kendisine karşı girişilen birtakım oldubittileri elbette cezalandırmak isteyecektir. Buna hakkı da var. Ancak unutmamak gerekir ki, bu oldubittilerin gerçek failleri, tabandan tavana bir cemaatin mensupları veya muhipleri olamaz. Bu unsurlar arasında olsa olsa kullanılan gruplar bulunur, o kadar.
Devlet, devlet olmaklığı gereğince, aynı zamanda vatandaşı olan bütün bir camiayı suçlamaya kalkışamaz. İktidar, kendisine karşı ‘kullanılan unsurları’ temizler. Adilane ve intikam hissine kapılamadan. Devlet kin tutmaz, taraf tutmaz, cezalandırırken bile kanuna istinat eder.
Eğer bir paralel yapı varsa onu besleyen ve cesaretlendiren bir kaynak, bir mahfil de vardır ve devlet bunu da açığa çıkarmakla mükelleftir.
Hükümet cemaati yegâne suçlu sayarak meseleyi çözemez, geçiştiremez. Hatırlayalım ki son derece milli bir darbe imiş gibi görünen 1980 ihtilali bile Amerikan icadı olduğu sonradan anlaşıldı. Ama iş işten geçmişti ve Milli İstihbaratımız o darbeden sonra başkalarının kullandığı bir eldiven haline gelmişti… Hala da o yapı tam yok edilebilmiş değil sanırım… Milletin bekasına ve geleceğine kast eden bu odakları bilmek vatandaşın ve masum olan herkesin hakkıdır.
Hadi diyelim birileri cemaati kullandı ve onlar da bilerek bilmeyerek kullanıldılar. Peki, onları kullananları neden hiç dillendirmiyoruz? Belki ‘kullanım’ için cemaatin seçilmesi -en azından öyle bir algı yaratılması- bizatihi planın bir parçasıdır ki devleti ayakta tutan ana aksı parçalamayı planlamıştır ve asıl darba daha sonra gelecek! İktidarın böyle bir planı da gündeminde tutması gerekir.
Mesele milli mücadele eksenine oturtulduğuna göre demek ki tehlike devletin kendisine yöneliktir. O zaman iktidardan yana olan olmayan herkes o tehlikeye karşı pozisyon almakla yükümlümdür. Ama eğer iş iktidara yönelik bir muhalefet ise ve bu muhalefet, ülkeye zarar verebilecek haddeye vardırılmışsa bunun da topluma anlatmak gerekir! Tabii ki iktidar kendisine yöneltilen illegal hareketleri en sert şekliye tedip etme hakkına sahiptir. Dünyanın her yerinde de bu böyledir. Hiç bir hükümet darbe teşebbüsüne seyirci kalamaz. Ama kendisine karşı yürütülen bir muhalefeti ‘düşman’ onlara karşı yürütülen çabalarını da ‘milli mücadele’ sayamaz! Bu ayrıştırıcı ve parçalayıcı olur!
Benim de kanaatim yaşananların arkasında bir takım harici kuvvetlerin bulunduğu yolundadır. Fakat “Pennsylvania” ile kast edilen, harici kuvvet değildir. Ya bu tarz ifadeleri terk etmek gerekiyor, ya da onların arkasındaki harici odağı deşifre etmek gerekiyor. Onu yapmadığı takdirde hükümet, icraatlarında daima müttehem kalır!
Kendisine karşı Milli Mücadele verilen odaklar kimlerdir? Tamam, cemaate haddini bildirelim ama bu bir milli mücadele diye izah edemeyiz! Asıl güçleri hiç telaffuz etmeden olmaz! Kim bunlar ki cemaati bile milli iradeye karşı kullanabiliyorlar. Vatandaş olarak demokratik bir devletten bunu beklemeye hakkımız vardır her halde!