“Ji şerre sahâbâ meke qâl u qil / Levra cennetîne kâtil u katil”
Asırlardır devam eden ve giderek asıl gayesinden taşırılarak alevlendirilen; hak ve hakikate (yani ehli beyte)muhabbetten ziyade ‘ötekilerine öfke duymak’ şeklinde nitelendirilebilecek bir mahiyet kazanmaya başlayan ve her geçen gün öfke boyutu biraz daha öne çıkan Kerbela gösterilerinin artık makul bir çizgiye çekilmesi; Sünni – Şii ayırımının artık terk edilmesi gerektiği yolunda bir yazı yazmayı denedim, dehşete kapıldım.
Ben sanıyordum ki Sünni kesim, üstüme gelecek. Yanılmışım. Bu Şii kardeşlerimizde öyle bir öfke birikmesi varmış ki, sahabe olduğu kesin bir zatı (hazret) ifadesiyle andım diye nerede ise beni linç edecekler.
Ve anladım ki, şu yaranın sarılması için ümmet, daha büyük bedeller ödeyecek. Yahut en az birkaç Humeynî ve Bediuzzaman’ın (rahmetullahi aleyhima) gelmesi gerekiyor.
Malum, Humeynî, iktidarını güçlendirir güçlendirmez, kitaplarda Sünnilere ve bazı sahabelere yönelik ağır hakaretler içeren ifadeleri çıkartmıştı. Ben onu birkaç yazımda ifade etmiştim. Bediuzzaman’ın gerek Şia’ya ve gerekse Alevilere bakışı da malum.
O insanlar, ‘öz’ namına kabukları kırmanın numuneleri olarak önümüzde dururken, bir takım kendini bilmez insanların, öfkenin devamından yana tavır koymaları elbette kale ible alınmaz amma bazen küçücük bir serseri öfke, büyük bir hakikati yok etmeye yetebiliyor.
Ve dikkatimi çekti, bu yıl ilk defa, Halkalı’da düzenlenen gösterilerde –ki daha önce en az üç tanesine katılmış ve derin duygulanmalarla ayrılmıştım- siyasi söylem ve tavır, meselenin özünün önüne geçti. Yani konuşmacılar, günün manevi cephesi üzerinde durmak yerine işi siyasete döküp Beşşar’a karşı yapılması muhtemel yaptırımlara çatmayı tercih ettiler. Halbuki orada bir de zulüm var. Ona hiç temas etmediler! Bu mu Hüseyni tavır?
Maalesef İslam, dünya gündemini etkilemeye ve insanlığı kendisine çekmeye başladıkça, birileri de içimizdeki eski yaraları kaşıyarak, birlik ve beraberliğimizi zaafa uğratmanın yollarını arayıp buluyor. Ben fikrimi bir kere daha tekrar ediyorum: Bu Sünnilik ve Şiilik, 1400 asırdır belimizi kırdı. Bu ikiliğe derhal son verilmeli. Eğer bu ikiliğe son verilmezse, yükselişe geçen İslam bir kere daha burnu üstüne çaktırılacak.
Türkiye’de bir zamanlar Komünistlik- Faşistlik vardı. Şimdi o arkadaşlarımız ulusalcılık adı altında bir araya gelmişler. Mademki aynı amaçta birleşeceklerdi, neden o gün birbirlerini kırdılar. Bunun altındaki fitneyi görmek lazım… Şu mesele dahi o kabildendir!
Ben anlayamıyorum, bu nasıl bir öfkedir ki dinmiyor, dindirilmiyor. Ve üstelik bu gösterilerin İslam’a ve Kuran’a nasıl bir hizmet ettiği de meçhul! Güya, Emevi ırkçılığına karşı tepki gösterirken adeta başka bir tür kavmiyetçilik yaptıklarını görmüyorlar.
Ben İslam dünyasında kurulmuş Şii – Sünni tüm devletlerin macerasını az çok biliyorum. Ne Sünnilik, eğer hakan zalim ise zulme mani olmuştur, ne Şia, kendi sultanlarının zulmüne mani olmuştur. Al birini vur ötekine…
Emeniler çok zalimdi de Abbasiler çok mu adildi? Kendilerini iktidara getiren Ebu Müslim7i zehirleyip öldürdüler. Abbasiler zalimdi de Şii olan Büveyhoğulları ve Samaniler çok mu adildi? Bütün İslam devletlerinde gözyaşı, acı ve fitne vardı. Hilafet etrafında koparılan kavgalarda milyonlarca masum can verdi. Bu mu hak ve adalet? Hele iktidarı elde etmek için sergilenenler ve yapılanlar!Ne Kur’an’a sığar ne izana! Şia ne yapmış ki bugüne kadar o zalimlere karşı şimdi bir şey yapacak?
Aynı şey Sünnilik için de geçerlidir. Üç beş büyük âlim dışında idareye kafa tutmuş kaç kişi gelmiş. Ya ‘maslahat böyle icap ediyor’ deyip geçmişlerdir yahut da halkın zalim padişahlardan çektiği acıyı, ‘Halkın hak edişine’ bağlamışlardır. ‘Her toplum, hak ettiği yönetimle idare olunur’ yargısı hakimane bir ifade olmakla birlikte, bu yaklaşım, zalimin zulmünü meşru kılmanın da gerekçesi olmuştur.
Yani kısacası, sayısız Şii ve Sünni devlet kurulmuştur. İnceleyin, hiç birisi ‘hah işte İslam budur’ diyebileceğiniz kamet ve keyfiyette değildir.
Tabii ki her devletin, idarecisinden kaynaklanan adilane zamanları olmuştur. Ama Sultan eğer zalim olmuşsa, onu ne Sünnilik caydırabilmiştir ne Şiilik. Herkes kendi zalimini –Suriye meselesinde de olduğu gibi- halkı göstermeye çalışmıştır.
Mesela, Yavuz Sultan Selim’i yerden yere vuran Şii kardeşlerimiz Şah İsmail’in katliamlarını görmezler. ‘Kuyucu Murat kır bin insan öldürdü’ derler ama Şah İsmail’in İran’da bir tek Sünni bırakmadığını hatırlamazlar.
Artık ümmet olarak bu ikiyüzlülükten kurtulmak zorundayız. Onun için de ‘masum imam’ ve ‘mukaddes halife’lerden çok, ‘makul aklın hükümranlığı’na ihtiyacımız var. Ben artık Şeriatı, Şia’nın veya Sünni’nin perspektifinden görmek istemiyorum. Dini tüm yaklaşımların ve Kur’an’ın, ideolojilerden ve indi görüşlerden (fikr-i vahid) ayıklanıp Aklın icaplarına göre düzenlenmesi gerektiğine inanıyorum. Hiçbir cemaatin, hiçbir tarikatın diğerlerinden üstün olmasına gönlüm razı değil. Aklın öncelenmesi anlamına gelen Laik Yönetimin -(Devletin şu veya bu cemaatin etkisinde yahut şu veya bu dini eğilimin tesirinde kalmaması için)- hakim kılınması o yüzden şart.
Şu günlerde, dini hissiyatların yükselmeye başladığı, inançların hükümran olacağı bir döneme giriyoruz. Kimileri buna Foton çağı diyor kimileri bilmem ne takvimi diyor. Adı ne olursa olsun kâinatta, galaktik bir yeni gün başlıyor. Hani Kur’n’ad denir ki “Rabbinin katında bir gün sizin saydıklarınızla bin yıldır” (Hac, 47). İşte o hesaba göre 24 bin yıllık bir evre –Galaktik bir gün- tamamlandı yeni bir fecre giriyoruz. Veya Akşama…
İyi şeyler olacağına dair umutlarımız var ve yüksek. Şii lider Nasrallah da umudun yükseldiğinden söz etti konuşmasında. Evet, cennet asa bir zaman gelecek amma eğer biz ahmaklığımızla ona mani olmazsak…
Hz. Cabir (ra) anlatıyor:
“Resûlullah leyhissalâtu vesselâm şöyle buyurdu: ‘Irak ehline bir ölçeklik yiyecek ve tek dirhemlik paranın gelmeyeceği zaman yakındır!’
“Nereden?” diye soruldu. “Acem diyarından. Onlar bunu yasaklayacak” buyurdu. (Irak ambargosu)
Sonra devamla “Şam ehline de tek dinarlık paranın ve bir ölçeklik yiyeceğin gelmeyeceği zaman yakındır!” buyurdular. Yine: “Bu nereden gelmeyecek?” diye soruldu. “Rum cihetinden!” buyurdular. (Şimdi de Suriye Ambargosu)
Sonra (Hz. Cabir) bir müddet sustu (ve ilave etti: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm dedi ki: “Ümmetimin sonunda BİR HALİFE gelecek; malı sayı ile değil, avuç avuç dağıtacak!)” (Kütübü sitte = http://akaid.net/kutubusitte/4760.html 4756 altıncı hadis.)
İşte bendeniz, Peygamberimiz aleyhisselatu vesselamın ‘Bir Halife gelecek’ dediği dönemi, ‘herkesin reyinin eşit olduğu ve kimsenin kimseye üstünlük taslamadığı bir zaman dilimi’ olarak algılıyorum ki o da çok yakındır. Tabii ki birileri buna mani olmaya çalışacaktır ve hem de içimizdeki eski acıları maniple ederek.
Ben Sünnilerle Şiiler arasındaki fıkhî ve itikadî tartışmalara girmek istemiyorum. Girersem, o mevzuyu tartışacak bilgiye de sahibim elhamdülillah. Ama gerek yok. Zaten ‘her şeye rağmen birlik ve beraberlik olabileceği’ ümidini de bildiklerim bana ilham ediyor.
Umut ediyorum ki bu meseleyi ümmetin önde gelenleri halledecek. Benim kanaatime göre bu halli sağlayabileceklerden biri de Türkiye’deki Caferi kardeşlerimizin imamı Selahaddin Özgündüz’dür.
Konunun itikadî tartışmasını onlara havale ederek, Şiay-ı Hilafetin siyaset cihetine bakan kısmıyla ilgili Bediuzzaman’ın şu yorumuyla sizi baş başa bırakıyorum (Meseleye daha geniş bakmak isteyenler Bediuzzaman’ın 4. Lemasını ve 15. Mektubunu okuyabilirler):
OKUMA PARÇASI:
“Eğer desen: Hilâfet-i İslâmiye noktasında İmâm-ı Ali’nin fevkalâde iktidarı, hârikulâde zekâsı ve yüksek liyakatiyle beraber seleflerine nisbeten muvaffakıyetsizliği nedendir?
Elcevab: O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere lâyık idi. Eğer siyasitte ve saltanatta tam muvaffak olsaydı, “Şah-ı Velâyet” (Evliyalar Şahı) ünvan-ı ma’nidarını bihakkın kazanamayacaktı. Hâlbuki zâhirî ve siyasî hilâfetin pek çok fevkinde ma’nevî bir saltanat kazandı ve Üstad-ı Küll (Bütün tarikat, meşrep ve yolların Sultanı) hükmüne geçti; hatta kıyamete kadar saltanat-ı ma’nevîsi bâki kaldı.
Amma Hazret-i İmâm-ı Ali’nin Vak’a-i Sıffîn’de, Hazret-i Muaviye’nin taraftarlariyle muharebesi ise, hilâfet ve saltanatın muharebesidir. Yâni: Hazret-i İmâm-ı Ali, dinin hükümlerini ve İslamın hakikatini ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz gerekçelerini o esaslara fedâ ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise; hayat-ı içtimâîye-i İslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbûr zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.
Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yâni: Emevîler, İslam devletinin varlığını Arap milliyetçilği üzerine oturtarak, toplumu birbirine bağlayan İslâmiyet bağları yerine, milli rabıtayı eses aldılar ve İslami rabıtayı geri bıraktılar ve iki cihetle zarar verdiler:
Birisi: Arap olmayan Müslümanları rencide ederek islamdan uzaklaşmlarına sebep oldular.
Diğeri: (İslamın dalet müessesesine zarar verdiler. Çünkü) Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takib etmediğinden zulmeder. Adalet üzerine gitmez. Çünkü unsuriyet-perver (ırkçı) bir hâkim, milletdaşını tercih eder, adalet edemez.
Zira “İslam, cahiliyetten kalma ırkçılık ve kabiliciliği ortadan kaldırmıştır. Müslüman olduktan sonra Habeşli bir köle ile kureyşli bir efendi arasında fark yoktur” kat’i fermanıyla Râbıta-i diniye yerine râbıta-i milliye ikame edilmez; edilse adalet edilmez, hakkaniyet gider.
İşte Hazret-i Hüseyin râbıta-i diniyeyi esas tutup, muhik (haklı) olarak onlara karşı mücadele etmiş, tâ makam-ı şehâdeti ihraz etmiş.
Eğer denilse: Bu kadar haklı ve hakîkatlı olduğu halde, neden muvaffak olmadı? Hem neden kader-i İlâhî ve rahmet-i İlâhîyye onların fecî bir âkibete uğramasına müsaade etmiş?
Elcevab: Hazret-i Hüseyin’in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak eden diğer milletlerde, yaralanmış yaralanmış milli gururları cihetiyle, Arab milletine karşı bir intikam fikri bulunması, Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının sâfi ve parlak mesleklerine halel (zarar) verip, mağlûbiyetlerine (yenilmelerine) sebep olmuş.
Amma kader nokta-i nazarında fecî âkibetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin ve onların hânedanları ve nesilleri, ma’nevî bir saltanata namzed idiler. Dünya saltanatı ile ma’nevî saltanatın cem’i (dünya saltanatıyla manevi sultanlığın bir araya gelmesi) gâyet müşkildir. Onun için (kader) onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi. Tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri, muvakkat ve sûrî (geçici ve boş ) bir (dünyevi) saltanattan çekildi; fakat parlak ve dâimî bir saltanat-ı ma’nevîyeye tâyin edildiler; âdi (sıradan) valiler (olmak) yerine, evliyâ aktablarına merci oldular.
Üçüncü suâliniz: “O mübârek zâtların başına gelen o fecî gaddarâne muâmelenin hikmeti nedir?” diyorsunuz.
Elcevab: Sâbıkan beyân ettiğimiz gibi, Hazret-i Hüseyin’in muarızları olan Emevîler saltanatında, merhametsiz gadre sebebiyet verecek üç esas vardı:
Birisi: Merhametsiz siyasetin bir düstûru olan: “Hükümetin selâmeti ve âsâyişin devamı için, eşhas feda edilir.”
İkincisi: Onların saltanatı, unsuriyet ve milliyete istinâd ettiği için, milliyetin gaddarâne bir düstûru olan: “Milletin selâmeti için herşey feda edilir.”
Üçüncüsü: Emevîlerin Hâşimîlere karşı an’anesindeki rekabet damarı, Yezid gibi ba’zılar(ın)da bulunduğu için, şefkatsiz bir gadre kabiliyet göstermişti.
Dördüncü bir sebeb de Hazret-i Hüseyin’in taraftarlarında bulunuyordu ki; Emevîlerin, Arab milliyetini esas tutup, sâir milletlerin efradına “memalik” ta’bir ederek köle nazariyle bakmaları ve gurur-u milliyelerini kırmaları yüzünden, diğer milletler, Hazret-i Hüseyin’in cemâatine intikam-kârâne ve müşevveş bir niyetle iltihak ettiklerinden (katıldıklarından), Emevîlerin asabiyet-i milliyelerine fazla dokunmuş, gâyet gaddarâne ve merhametsizcesine meşhur fâciaya sebebiyet vermişlerdir.
Mezkûr dört esbab, zâhirîdir. Kader noktasından bakıldığı vakit;
Hazret-i Hüseyin ve akrabasına o fâcia sebebiyle hâsıl olan netâic-i uhreviye ve saltanat-ı rûhaniye ve terakkiyat-ı ma’nevîye o kadar kıymettardır ki, o facia ile çektikleri zahmet, gayet kolay ve ucuz düşer. Nasıl ki bir nefer, bir saat işkence altında şehid edilse; öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası çalışsa, ancak o mertebeyi bulur. Eğer o nefer şehid olduktan sonra ona sorulabilse, “Az bir şey ile pek çok şeyler kazandım” diyecektir.