‘Evet’ Cuntacı Emevi Geleneğine İtirazdır

Şunu kabul etmeliyiz ki, 1400 yıllık İslam tarihi boyunca,  Kur’an’daki adalet-i mahzayı esas alan bir yönetim tarzı hiçbir zaman olmamıştır.

Dört halife döneminde, hem kaynağa yakın oldukları hem de Kur’an’a imtisal düşüncesi taze olduğundan, bir parça Kur’anî adalet ve yönetim tarzı hissedilmiş.

İnsanların, bir; sosyal rekabet ortamını sağlamak, iki; toplumsal huzur ve barışı (asayişi) temin etmek ve bunu sağlamak için de güç kullanma yetkisini almak, üç; toplumsal birliktelikten doğan rantı (geliri) âdilâne paylaşmak, dört; dış saldırgan güçlerin maddi manevi saldırılarına karşı toplumu koruyacak tedbirleri almakla yükümlü olacak idarecilerini seçimle belirlemeleri hakkıdır.

Nübüvvet gibi mutlak bir seçilmişlik ve üstünlük hakkını elinde bulunduran Peygamberimiz (asv), pekala vefat etmeden, halefini seçebilir, ‘benim yerime filan geçsin’ diyebilir ve kimse de buna itiraz etmezdi. Böyle yapmak istediği yolunda bazı rivayetler var ama hakikat-i hal böyle olmamış. Kader-i ilahi böyle bir gelenek ile başlatmamış İslam iktidarını… Biatla, yani bir tür seçimle başlamış.

Eminim, eğer toplumsal zemin yeterli olgunlukta olsaydı, Kur’an daha o zaman, insanları, dünyevi idarecilerini serbestçe kendilerinin seçmeleri gerektiğini telkin ederdi… Ama toplum henüz buna hazır olmadığı için Kur’an, köleliğin kaldırılması gibi şu meseleyi de zamana; yani müminlerin buna hazır hale gelmeleri zamanına bıraktı. (Şimdi inşallah o vakittir!)

Ashap döneminde Müslümanlar, haklarını kullanmakla kutsala karşı edepli olma arasındaki ince çizgiye dikkat edebiliyorlardı. Hz. Peygamber’e karşı bile –bugün amirimize şeyhimize bile ses çıkaramıyoruz- çoğu sahabe fikrini beyan eder ve görüşünü söylerdi. Ama hiç birinin vahye ve kutsala karşı bir edepsizliği yoktu. Yani bir meselenin Allah ve Resulü tarafından izah edilmişliği varsa ona kayıtsız şartsız uyarlardı. Değilse, hiç kimse o konuda görüşünü söylemekten veya itiraz etmekten sakınmazdı.

Şu gelenek daha Hz. Osman döneminden itibaren zedelenmeye başlamıştı. Ailesel ve kabilesel gelenek ve yaklaşımlar, kısa zamanda, Kur’an’ın telkin ettiği yaklaşımların önüne geçmeye başladı. Kur’anî kavramlardaki esneklik, fakihlerin onları farklı anlamalarına uygun olduğu için, pekâlâ bir insan, ‘bu ayeti şu manada anlıyorum’ diyebiliyor ve içtihadını uygulayabiliyordu. Hz. Osman‘akrabalarınızı kollayın’ şeklindeki hadisi, devlet dairelerinde akrabalarını öncelemek şeklinde uygulayınca, siyasi zemberek de dağıldı.

Böylece, Kur’an’ın hakiki maksadı olan adalet-i mahza (mutlak adalet) yerine izafî, yani hukukta kişisel görüşü önceleyen, geleneği, gerçeğin üstüne çıkaran anlayış hakim olmaya başladı. Siyasi iktidarın, bir ‘siyasi sahtekârlık’ ve ‘hukuksal entrika’ sonucu Ümeyye ailesine geçmesiyle birlikte Kur’an’ın maksatlarından çok, bu ailenin gelenekleri esas alınarak toplum şekillendirilmeye başlandı. Çoğu siyasi yasaklı hale gelen ve sürgün edilen ehl-i beytin tüm direniş ve itirazlarına rağmen, İslam toplumu, Emeviler tarafından yeniden örgütlendi ve paradigmalar, sorgusuz sualsiz bir itaat üzerine kurgulandı.

İman, İslam, fıkıh, amel ve kutsallar dâhil her şey; bugünkü tabirle yönetimi bir darbe ile ele geçiren (müstebit cuntacı) Emeviler tarafından yeniden tanımlandı.

Tabir caiz ise, “İslam’ın ilk yönetsel anayasası bir darbe anayasası” şeklinde otaya çıktı. Çünkü iktidar, Emevilere geçtikten sonra, İslam”ın liyakati esas alan yönetim umdeleri ve hayatın zihinsel paradigmaları, bir anlamda yeniden cahiliye dönemi adetlerine göre tasarlandı. Müslümanlar henüz özgür olmanın, yöneticisini kendi seçmenin idrakine yeni yeni varıyorlardı ki, ‘değerler dizisi’ bir tür darbe ile yeniden değişti. Müslüman’ın zihnî tabanı, Kur’an’ın yalın ifadelerinden uzaklaştırılarak örfün öncelendiği izahlarla yeniden şekillendirildi.

Böylece, istibdat altında yaşamak, kayıtsız şartsız itaat etmek, darbeciler hakkında konuşmamak, İslam ve idare şekli üzerinde vesayeti kabullenmek –(Emevilerin getirdiği en ciddi yasaklardan biri de ashap hakkında konuşmaktı. Çünkü Muaviye’nin yaptığı hatalar ancak öyle meşrulaştırılabilmişti. Onu eleştirmek, Peygambere ve arkadaşlarına hakaret sayılırdı. Böylece Emevi yönetiminin türlü uygulaması ve adaletsizliği meşrulaştırıldı. Tıpkı, bizdeki darbe yasalarından sonra kayıtlara geçen, darbecilerin korunması gibi)- kutsal bir gelenek haline geldi…

O dönemi iyi inceleyin, hakkında en çok rivayet bulunan sahabeler ve kişiler hep siyasetin göbeğinde yer almış olanlardır. Çünkü o günün etkili siyasi propaganda malzemesi ancak Hz. Peygamber (asv) dönemine dayandırılan bir rivayet olabilirdi. Emeviler de gasp edilmiş bir yetkiyi o şekilde meşrulaştırdılar. Böylece ta işin başından itibaren, İslam anlayışı, tüm ‘değerler dizisi’yle bir darbenin eseri haline geldi. Hz. Peygamber (asv) ve Şeyheyn (yani Hz. Ebubekir ve Ömer) dönemi uygulamaları unutuldu gitti.

‘Allahtan başkasından korkmayan, her ne pahasına olursa olsun Kur’an’ın hükmünü her şeyden üstün tutan insan’ demek olan ‘takva ehli’ insanı bile  ‘hiçbir şeye karışmayan, fikrini bile söylemeyen, efendisi varsa efendisine, yoksa şeyhine ve ağasına sabırla itaat eden insan’ tipine dönüştürüldü. Bugün dahi ‘takva sahibi biri’ dendi mi, namazını kılan, kimseye ilişmeyen bir insan tipi canlanıyor gözümüzde.

Ve böylece ta işin başından itibaren, Kur’an’ın, birey için tasarlayıp öngördüğü özgün ve özgür kişilik hedefi daha tam yerleşmeden yok edilip, Müslüman tipolojisi, kayıtsız şartsız itaat eden; amirine, efendisine, şeyhine, ağasına karşı fikrini beyan etme veya itirazını söyleme hakkı elinden alınmış bir aciz haline geldi. ‘İyi bir Müslüman’;  itiraz etmeyen, idare eden kim olursa olsun, ne kadar zulmederse etsin ses çıkarmayan, gelen her türlü belayı ve zulmü kader bilen ve o yüzden de sürekli kendini kınayan ‘tebaa’ ve ‘reaya’(yani haşa, bir tür güdülmesi gereken davar) şekline dönüştürüldü.

O yüzden, İslam topraklarında yazılmış, hiçbir siyasetname veya yönetim kitabında yanlış yapan ulu’l-emre ne yapılır belli değildir. Halka sürekli sabır, krallara da biraz daha adil olmaları tavsiye edilmiştir o kadar. Hz. Ömer’e ‘sen yanlış yaparsan seni kılıçlarımızla düzeltiriz’diyen sahabeye karşı, en zalim yöneticiye bile itaat etmeyi takva zanneden garibanlık İslam diye belletildiği için, dünya nimetlerinden pay istemek bile bir tür ‘murdara talip olmak’ gibi dikte edilmiş. Eğlenmek haram, gülmek haram, zengin olmak tehlikeli, daha iyi bir yaşam istemek haram vs vs…

Bu, darbeci Emevi tasarımı olan diktacı anlayış, o günden bu zamana hiç değişmedi. O ilk postülalar, tüm İslam tarihi boyunca, tüm hukuk kitaplarının, tüm ilmihal kitaplarının, yaşama dair tüm alanların altlığını teşkil ettiği için o darbeci yaklaşım, maalesef İslam sanıldı. Böylece de hep darbeci, istibdatçı, baskıcı yaklaşımlar esas bilindi. Eğer şanslarına adil bir padişah gelmişse biraz rahat yaşamışlar, değilse hep gayba ve feleğe taş atıp bilinmeyen bir padişaha öfke okları savurmuşlar. Çünkü tüm zamanlar boyunca İslam yurtları müstebit idareler altında yaşamıştır. Şimdi de olduğu gibi. Batılılar da bu yönümüzü keşfettikleri için ikide bir bize demokrasi verip, can ve malımızı alıp götürüyorlar!

Bunları geçmişi kınamak için yazmıyorum. Kur’an’daki adalet-i mahzanın nasıl yok edildiğini ve bu yüzden de neden baskıcı ortamları hakikat zannedecek hale geldiğimizi izah için aktarıyorum. Eminim ki, bir çoğunuz bu satırların yazarına kızıyorsunuzdur. Çünkü zamanla şu düşünce şeyh-mürid ilişkisini bile şekillendirmiş, şeyhin nerede ise vahiyle desteklenmiş Hz. Peygamber kadar bilgi ve hikmet sahibi olduğunu kabullenme zorunluluğu doğmuştur.  Oysa biliyoruz ki sahabe çok kritik kararlarında bile Efendimiz (asv)’e, bunun vahiy olup olmadığını sormuşlar, ona göre tavır almışlardır.

İmdiiii, bin 350 senedir devam etmekte olan bu geleneği kırmak ve Kur’an’ın ta en başta öngördüğü özgün, özgür ve hakkını savunmasını bilen, kendisiyle ilgili olup bitenlere müdahil insan tipine geçmek için bir çaba var. Önemli bir adım atılıyor.

Bu adım ve açılım –iktidardakiler dahi tam anlamasalar bile- zamanla, inanan insan tipini, bir parça Kur’anî adalete doğru evirebilse emsalsiz hizmet olmuş olur. İtaat eden, sesi soluğu çıkmayan insan yerine, hayrı ve doğruyu önceleyen, kötülüklere müdahale edebilen insan tipini yeniden var etmek, öncelikle darbeci ortamlarda oluşturulmuş şu paradigmalardan kurtulmakla olur.

Evet, az da olsa, eksik de olsa insanımız ilk defa hukukun, kendi arzu etiği şekilde oluşturulmasına müdahil oluyor. Bu, herhangi bir siyasi partinin icraatlarından öte ve bağımsız düşünülmesi gereken muazzam bir gelişmedir… En azından ben öyle görüyorum.

Buna hayır diyebilecek olanlar, bu cuntacı ve istibdatçı yaklaşımı hakikat zannedenler olabilir. Elbette insanlar, zihnî yapılanmalarını –yani içlerindeki derin devlet yasalarını- kolayca değiştirmeye yanaşmazlar. Bu zor bir iştir. O yüzden “Hayır”cıları da kınamıyorum. Ama bir Müslüman olarak neye “hayır!” dediklerini bilmeleri de gerekiyor.

İktidara ve icraatlarına kızmış olabilirler, bunda haklı da olabilirler. AK Parti iktidarına bir ders vermek gerektiği fikrinde de haklı olabilirler. Ama şu referandumdaki “hayır” oyu, bunların hiç birine hizmet etmeyecek. Sadece ta işin başında bir darbe ve hile ile iktidarı ele geçirmiş ve cuntacı anlayışı İslam diye bize dayatmış Emevilik geleneğine bugün bir tashih yapabilme fırsatı doğuyor. Eksik de olsa, bu girişim, bunun yolunu açıyor.

Önümüzdeki bu fırsat, İslam anlayışını, içimizde değişik şekiller ve isimler altında yaygınlaşmış Emevi istibdatçılığından -bir parça- kurtarmak şeklinde de neticelenebilir, daha da şiddetlenerek mevcut hukuk ve adalet edinimlerimizin bile elimizden çıkması şeklinde de tecelli edebilir.

Karar sizin! ‘Evet!’ veya ‘hayır!’ sizin hayatınızın kalitesini belirleyecek. “Ben bu bayağı halden ve üçüncü sınıf toplum olarak yaşamaktan memnunum” diyorsanız, ‘hayır’ diyebilirsiniz. Değilse huzura, bireysel cesarete, yeniden şekillenmeye, yeniden bağlanmaya, herkese yükselme ve refah/terakki bahşeden şu dünyanın bizim için de yükselme ve ilerleme vasıtası olmasına ihtiyaç duyuyorsak evetdiyeceğiz.

Çünkü insan ancak kendi niyet, tercih ve iradesiyle cennet veya cehenneme layık bir hayata müstahak olur. Bize sürekli, ‘cennet hayatı –cennet hayatı gibi bir hayat yaşamanın- ölümden sonra gelir’ diye telkin ettikleri için dünyada cennet-asa bir huzur içinde yaşamayı günah zannediyoruz, ötelere erteliyoruz. Halbuki Kur’an’ın rehberliğinde pekala burada da bir cennet hayatı yaşamak kendi elimizde. Ama bunu hayal etmeyi bile bize çok görüyorlar.

Kendileri ise bütün nimetleri burada yaşıyorlar. Bugün canhıraş bir şekilde insanlarımızı “hayır!” demeye çağıran zevata bir bakın. Hepsinin bir eli yağda bir eli balda… Maşallah huri gılmanları da eksik değil zaten… Ama bize yasakçı, cuntacı, darbecilerin insafına kalmış bir yaşam biçimini layık görebiliyorlar ve bizden o hale razı olmamızı istiyorlar!

Ne garip!

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Çanakkale Geçilmedi…

Elhamdülillah, bu millet bir kez daha Çanakkale’nin geçilmez olduğunu gösterdi. Bir kere daha, bu millet, …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir