Zaman zaman yazı yazma konusunda tereddütler yaşadığımı okuyucularım bilirler.
Bazen öyle olur ki, yazı yazıyor olmaktan sıkılırım, utanırım. ‘Sana mı kaldı bu iş’ derim. Bu çağ, yazarın okuyucudan ziyade olduğu bir dönem. Kıyamet alametlerinin sıralandığı bir hadiste, ‘muharrirlerin çoğalması’ da var. Kendimi o hükmün altına giren bir unsur olarak görmekten endişe ederim. İçimden “artık yazmamalıyım” dediğim çok olmuştur.
Çünkü Allah’ın nimet verdikleri, o nimeti –iktidar nimeti dahil- tamamen kendi çabalarının bir neticesi bildikleri için nasihate ihtiyaç duymuyorlar.
Gadre uğramış yahut hayat karşısında bir parça yenilgiye uğramış olanlar ise başlarına gelenlerden ya iktidarı veya Cenab-ı hakk’ı mesul tuttukları için, kendi hallerini düzeltmeye ihtiyaç duymuyorlar.
Eh böyle bir ortamda, ‘başarılı olmayı başaramamış’ –yani zengin olamamış- benim gibi birinin i’rabda mahalli de olmaz sözünün değeri de.
Tam böyle düşünüp, ‘oğlum sen artık kenara çekil’ dediğim bir anda bir bakarım bir hadise olur. Basit, sıradan ve küçük…
Sonra bir hal ile o küçük işin arkasındaki büyük plan veya oyun içime doğar beni rahatsız etmeye başlar. Kendi kendime ‘milletin dikkatini buna çekmek lazım’ diye düşünürüm. Çünkü şunu defalarca yaşamışımdır; E can ben gördüğüm ben bildiğim halde kos koca filan mı görmeyecek bilmeyecek?
Evek koskoca filan veya feşmekanı çok basit, herkesçe görülebilecek küçücük bir meseleyi fark etmediğine defalarca şahit olmuşum ve anlamışım ki, bir şey fark edildiğinde hatırlatılmalı, dillendirilmeli… Belki sizin, görür dediğiniz kimselerin gözlerinden kaçmıştır.
İşte bu bir iki gün içinde böyle iki hadise dikkatimi çekti.
Birisi, yıllarca, 27 Mayıs darbesi ve onun mağdur ettiği insanların savunucusu rolüyle kendisini millete ‘demokrat diye yutturmuş’ Cindoruk’un, ne ise o olmayı kendisine prensip edinmiş, dün 27 Mayıs darbecilerini bugün de Ergenekoncuları alkışlamayı görev bilmiş Mümtaz Soysal ile birlikte Anayasa değişiklik paketine ‘hayır!’ demek için bir araya geldiklerini duyuran haber…
Diğeri ise, Mustafa Sarıgül’ün parti kurmaktan vazgeçip mitingleri iptal ettiği yolundaki haber… (Gerçi Cumartesi güne aldığım sağlam bir habere göre Sarıgül, danışmanlarının uyarısı üzerine çalışmalarını sürdürmeye ve Pazar günü Ümrani’yede planladığı mitingi yapmaya karar vermiş!)…
Bu iki hadise, bana, siyasette büyük bir planın devreye sokulduğunun işaret fişekleri gibi geldi. Düşünebiliyor musunuz, solda yılların küskünleri barıştırılıyor, Rahşan Hanım kocasını öldürmeye kalkıştıkları iddia edilen bir örgütün avukatlığını CHP ile kol kola giriyor…
***
Esasında Türkiye’de büyük bir senaryonun devreye sokulduğunu görmek için, Baykal’ın ‘skandal’ dediği ama gereğini de yaptığı kaset olayını iyi çözmek gerekir. Kimse de çıkıp, ‘Bir skandal idiyse neden istifa ettin, değilse bu bir skandaldır demekle neyi kast ettin?’ diye sormadı.
Ama kaset olayının büyük bir operasyonun ucu olduğunu, bunun sadece CHP’nin içini düzenlemek için yapılmış bir iş olmadığını birçok insan yazdı çizdi.
Ben de olayı, ‘laikçiliği din edinmiş saklı tiranlık döneminin –süfyanizmin- sonu’ olarak algıladığımı yazdım. Bu fikrimde de ısrarlıyım. Artık Altı Ok dönemi bitti.
Bu değişimle, ilk etapta üç beş puan yükselebilir ama CHP’nin temsil ettiği o düzen artık ölmüştür. Fakat bu, statüko karşıtlarını rehavete, atalete sevk etmemeli… Çünkü gayret, neticelere varmada, yetenekten daha geçerli bir kanundur bu alemde… Nice yetenekli, kabiliyetli ve liyakatli istidatlar gelmiştir ki tembellik sebebiyle, kabiliyetsiz gayretlilere mağlup olmuşlardır…
Eğer CHP’deki şu açılımı iktidar görmez, mevcut küçümseyici yaklaşımlarını sürdürürlerse, kaybederler…
Bakın, büyük bir gayretle küskünleri bir araya getiriyor ve tüm iktidar karşıtlarını bir şekilde maniple edip örgütlüyorlar.
Gerçi, bana göre gökten süreye yıldızını indirseler de artık, o menhus ve yıkıcı rejimi diriltmeye güçleri yetmeyecek. Çünkü o zındıka rejiminin ömr-i fıtrisi tamamlandı. Ama bu, halka zulmetmek için başka bir araç veya düzen oluşturamazlar anlamına gelmez. İşte tam da bu noktadan kendimce müdahil olmak istedim.
***
‘İnsan iradesi faktörü’nü içinde barındıran bir mukadderat, her daim, tam da takdir edildiği gibi gerçekleşmez. Yalana tenezzül etmeleri yahut yalan ihbarda bulunmaları düşünülmeyecek bir takım ricalu’l-gaybin geleceğe dair ihbarlarının daima onların haber verdikleri gibi çıkmamasının sebebi de, o işin tüm mukaddimelerini görememeleridir.
Onlar bir olayı haber verirken, işin hakikatine bakarlar. Fakat bazen, o işin tahakkuku için kaderin şart gördüğü bir ‘mukaddime’yi görmezler. Masala diyelim o zatlar bahçenizdeki portakal fidesini görmüşlerdir ve demişlerdir ki “şu kadar yıl sonra inşallah bu bahçeden portakallar devşirilecek!”
Ama senin o fideyi ihmalkarlığınla ve tembelliğinle kurutabileceğini hesaba katmamıştır…
İşte gaybî ihbarların tahakkukunda meydana gelen sapmaların temelinde, ‘kaderin, sebebe ve müsebbebe aynı anda taalluk ettiğini’ görmemek yatıyor. Sana bir nimet ulaşacak ama o nimetin sana ulaşmasının bir ön şartı var ki, sen ona teşebbüs etmiyorsun. (Yanlış bir fıkra ama; hani adam piyangodan kendisine ikramiye çıksın diye dua edip duruyormuş da bir türlü çıkmıyormuş. Melekler durumu Allah’a arz edince, Cenab-ı Allah da, güya ben ona vereceğim vermesine de bilet almıyor ki, diyesiymiş!))
Aynen bunun gibi. Biz inanıyoruz ve ümit ediyoruz ki Allah bu millete büyük ve parlak bir istikbal vermiş. O parlak istikbalin mevsimi de geldi. Emareleri de görülmeye başlandı. Ama hala gelmiş değil.
Şimdi emareleri görüldü diye biz sıkı sıkıya takip etmemiz ve yapmamız gereken vazifelerimizde ihmalkârlık yaparsak, yani o portakal ağacının bakımını ve ibatesini ta baştaki kararlılık ve dikkatle yürütmezsek ağaç kurur ve portakal devşirme mevsimimiz de ya gelmez ya tehir olur.
***
Ben siyasetçi değilim, yazarım, düşünürüm; fikir üreticisiyim. Çok fevkalade olmasa da iyi bir ‘ŞÂKİLE’ okuyucusuyum. Hani Cenab-ı Hak, “Kul kullün ya’melu ala şâkiletih’ (her şey şâkilesine göre hareket eder) buyuruyor ya. İşte o şâkile, eşyanın ve olayların dilidir. Onu okumayı bilmek bir nimettir.
İktidar, vali, kaymakam, hâkim, savcı ve devleti temsil eden unsurların kendilerine yakınlığına bakıp, işi gevşetmeleri halinde bir anda alaşağı olacaklarını unutmamalı.
Tayyip Erdoğan, sayısız makamlarda farklı tezahürlerle kendini gösteren ‘bir şahs-ı küll’dür. Erdoğan, başbakan olmak hasebiyle sahip olduğu güçleri, Ak Parti genel başkanı Tayyip Erdoğan’a aitmiş gibi zannederse –ki iktidar olmanın böyle bir şeytani aldatmacası hep vardır- büyük bir yanılgıya düşer.
Menderes’i yanıltan da buydu. (Üstelik, CHP’liler, -tıpkı o zamanda olduğu- gibi yine Türkçüleri elde etmiş durumdalar) O, icranın başı olmak hasebiyle kendisine itaat eden devlet güçlerini ve mensuplarını halkın ve DP’nin doğal kuvvetleri sanmıştı. Bediuzzaman’ın ‘dikkat et. Şöyle şöyle yapmazsan seni tam mağlup edecekler’ ikazına rağmen uyanmadı…
İsterdim ki başbakan da olan Ak Parti genel başkanı bu yazımı okusun. Ve Ak Parti’ye karşı büyük bir kampanya başlatıldığını görsün ve bu değişim sürecini, ‘çakma gandi’ basitliğiyle ele almasın da tedbirini alsın. Çakma bıçak da insanı yaralar çünkü!
Ve çünkü, ‘sandık’tan güçlü çıkamadığı takdirde, kendisine itaat eden o memurin tabakasının ve etrafını sarmış yalaka taifesinin –ki çoğu geçmiş dönem iktidarının etrafında idiler- derhal ve vakit kaybetmeden karşı tarafa geçeceğini unutmasın. Onlar neticede devletin memurlarıdır ve icrayı yürütmekle görevlendirilene itaat etmekle mükelleftirler.
Son dönemlerde, hangi Ak Partili ile konuşmuşsam, meseleyi çok küçümsediklerine şahit oldum. Üzüldüm.
Bana göre bu, ya kibirdir ya körlüktür (yani bir tür ahmaklık!). Her iki hal de helak edicidir.
Zira kibirlinin hasmı Allah, ahmağın dostu Şeytandır.
Allah muhafaza!