Geçin Şanghay’ı AB’yi Yakındır Onlar Bize Gelecekler

En eski zamanlarından beri toplumlar, milletler birbirine karşı ittifaklar kurmuşlardır.

Toplumların, birbirinin şerrinden emin olmak için karşı tedbirler aramaları ve güçlü olanlardan yardım istemeleri Zülkarneyn‘in de karşılaştığı taleplerindendir. Kur’an’daki o kıssa, gösteriyor ki güçlü bir kral veya hükümetin desteğini istemek veya onların yanında yer almak, insanlık için hiç de ayıplanacak bir durum değildir.

Dolayısıyla, Türkiye’nin geçmişte Batı ittifakı içinde yer alması veya Sovyetlere karşı NATO ittifakına dâhil olması, hiç de ayıplanacak bir durum değildir. Tabii “Batı ittifakı, kendi arzumuzla içine dâhil olduğumuz bir ittifak değildi, bizi zorla ve hile ile o işin içine soktular” diyeceksiniz ama bu işin özünü değiştirmez. İster güçlünün yanında olma dürtüsü olsun, isterse tamamen yok olmaktan kurtulmak amacıyla olsun, bazı ittifakların içine girmek meşrudur.

“Ya istiklal ya ölüm” denilecek durumlarda bile yaşamak için bir yol varsa, insan doğası onu tercih eder. Mamafih, Türk milleti de hep yaşamayı tercih ettiği için bugünlere ulaşmıştır. Millet, her zillete düştüğünde “ölürüm daha iyidir” deseydi bu günlere ulaşamazdı. Müdara ve müdana, toplumların hayatında hep vardır ve olacaktır.

Dolasıyla Sayın Başbakanımızın, Putin’e “Alın bizi Şanghay beşlisine AB kapısında sürtmeyelim” demesi zül değildir. Aksine, teknolojisi ve ekonomisi bizden güçlü olan birileriyle ittifak yaparak milletine yeni bir yaşam alanı açmak istemiştir. Akıllı her lider de bunu yapar.

Çünkü Batılıların bizim için takdir ettikleri seviye “gelişmekte olan ülkeler bandı”dır. Yani Üçüncü lig! Zaman zaman ikinci lige çıkar gibi oluyorsak da, gelişmişlik, gelişimde önü açıklık ve gelişmekte olan ülkeler bandı, birbirine paralel devam eden bantlar olduğu için, bir mucize olmadan birisinden diğerine geçmek imkânsızdır. Siz gelişmekte olduğunuzu sanırsınız. Hatta geliştiğinizi zannedersiniz. Bir de bakarsınız ki, evet bir yerden bir yere gelmişsiniz ama aranızdaki mesafe hap aynı kalmış. Kategori değiştirmek, bir millete çağ atlatmak, çağın gidişatını okuyabilen deli yürek liderlere hastır.

Türkiye’ye sınıf atlama imkânı getiren ilk lider Özal’dı. Özal’ı da en yakınındakiler bile anlamadı. Anlayan birkaç kişi çıkmıştı onların hepsini tek tek öldürdüler. Çünkü size “gelişmekte olan ülkeler” ligine mahkûm edenler, sizin oradan çıkmanızı istemezler.

Mustafa Kemal, bağımsızlığımızın verilmesi için, bir yığın taviz de vermiştir. O dönem için en stratejik olanı “Yurtta sulh ve Cihanda sulh”tur. İkincisi ise “Medeni milletler seviyesine çıkma” beyanı.

Benim kanaatim, bugün de Türkiye’nin temel amacı “Yurtta sulh ve cihanda sulh” olmalıdır. Ve tabii medeni milletler seviyesine çıkmak da!

Fakat maalesef uzun bir müddet, bu “medeni milletler seviyesini çıkma” arzusu, tam bir Batı hayranlığına ve uşaklığına dönüşmüş. Çünkü ‘Batıyı yücelten insani değerlere’ talip olmak yerine, onların pazarında rağbet görmemiş “çürük malları”nın pazarı haline gelmişiz. Ahlakımızı onların dinine benzetmişiz.

Bize kendi sofralarında bir parça murdar et versinler diye 50 yıldır kapılarında bekliyoruz nitekim. Onu dahi vermiyorlar. Ve işin acısı, hala da o kapıyı gözetliyoruz.

Cenab-ı Hak, bu halimize merhamet ettiği için, 1400 yıl evvel, Kur’an’nın lisanıyla “Ve-len terda…” (Bakara, 120) (‘Ey Müslüman, Yahudi ve Hristiyan birlikteliklerine girmek için boşuna heveslenme.  Seni almazlar. Sen onların milletine ‘yani kriterlerine’ tam teslim olmadıkça…)

Maalesef bizim AB sürecimiz, bu ayetin mucizevi bir tahakkuku olmuştur. Biz ne yapsak, hangi kirterlere uysak, arkasından başka bir kriter çıkardılar. Açıkça  ” siz İslamiyet’ten çıkmadıkça sizi yanımıza almayız” demediler ama her hal ve tavırları bunu bağırdı yıllarca. Sadece bizim sefihlerimiz anlamadı, anlamak istemedi. Milletin ekseriyeti anlıyor ama bir hikmeti vardır diyorlar. Hikmetinin, ayete geçen gerçek olduğu ortaya çıktı. Sayın Başbakanımız da bunu dile getirdi sadece…

Dolaysıyla Sayın Başbakan’ın  “Alın bizi Şanghay Beşlisine AB’dan ayrılalım” sözünü bu çerçevede anlamalıyız. Sayın Başbakan’ın o ayetten habersiz olduğunu da söyleyemezsiniz tabii…

Hakikaten Türkiye’nin AB kapısında bekleme süreci, son derece onur kırıcı, aşağılayıcı bir zillete dönüşmüş, millet haysiyetinin taşıyabileceği ağırlığı çoktan geçmiştir. Bu açıdan Sayın Başbakanın yanı başında durmak hakkımızdır ve zannederim millet ekseriyeti de böyle düşünmektedir.

***

Peki, o kapıda bu kadar süre bekletilmemizin hiç mi bir yararı olmadı? Soruşu şöyle soralım:

Acaba uzun süre Türkiye’yi o kapıdan içeri sokma çabası ve onların da almamak için bize dayattığı o kriterler olmasaydı, Türkiye’yi, kim, küçük bir azınlığın elindeki Suriye olmaktan kurtarabilirdi?

Hangi kuvvet, bu milleti “keyfî, küfrî ve cebrî” rejimin sultasından çıkarabilirdi?

-Cumhuriyet mi diyorsunuz?

-Bir zamanlar Sovyetler de bir cumhuriyetti. Mao’nun despot düzeni de cumhuriyetti. Suriye de bir cumhuriyet ve İran da bir cumhuriyet!

Eğer Cumhuriyet dediğiniz örgütlenme; bir milletin iradesini gaspı üzerine kurulmuşsa kim ne yapabiliyor ki? Hâmân‘ı (teknolojiyi), Karun‘u (sermayeyi) yanını almış bir Firavun‘la (yönetimle) baş etmek ancak Musa‘ların (Allaha, yani halka dayanan fıtri liderlerin) işidir. Ve hiçbir rejim, kendi Musa’sının çıkmasına fırsat vermez. Bu, 70 bin çocuğu kesmeye mal olsa bile…

Cumhuriyet rejimini kendi iktidarlarının aracı haline getiren kesimlere, Avrupa veya Amerika dayatmasaydı, kendiliğinden mi çok partili döneme geçer ve nisbî de olsa demokrasinin gelmesine razı olurlardı?

Dolayısıyla, bin yıldır saltanatla idare olunmuş; halkı reaya (davar) görmüş yönetimler altında şekillenmiş hangi zihni, bir çırpıda demokrat yapmaya; fikir ve yaşam biçimiyle aykırı insanlara tahammül göstermeye kim razı edebilirdi?

AB süreci, bizim için hakiki bir muallim oldu. İnsan olmayı, kendimiz dışındakilere tahammül etmeyi, bizim dinimizden olmayanların da insan olduğunu fark etmeyi öğretti.

Peki, İslam, zaten bunu bilmiyor muydu?

Evet, İslam bunu biliyordu. Ve asırlarca da demokrasinin bile sağlayamayacağı büyük bir tolerans ve adaletle bütün dinlerin mensuplarını bir arada tutmayı başardı. Miladi 650’lerden ta 1300’lere, daha sonra Osmanlı’yı da katarsak 1700’lere kadar, İslam’ın iktidar olduğu alanlarda göreceli de olsa -en azından bugün demokrasi adı altında yapılanlardan çok daha insaflıydı- gayrı Müslimlere insaf vardı ve adalet vardı.

Fakat buna rağmen o yönetimlere dahi ‘Kuran’ın ruhuna uygun yönetimler’di diyemiyorum, diyemeyiz. Çünkü Kur’an’ın insan için ön gördüğü yegane yönetim biçimi adil bir saltanat sanılıyordu. ‘Meşveret‘i ve ‘liyakati’ esas alan Kur’anî yönetim yerine, babadan oğula geçen bir despotlukla Müslümanlar idare ediliyordu. Öyle olmasaydı, Hz. Ali (kv), Emevi idaresi için, ‘Çok yakında bu ümmet sizi balgam atar gibi atacak ve iktidarınızı elinizden alacak’ der miydi?  Evet, İslamlar Emevi saltanatını zir u zeber ettiler ama Emevi Tarzı yönetim varlığını sürdürdü… Hatta zaman içinde kutsanır hale geldi. Hala bile şu satırları okuyan birçok insanın, bu söylemle İslam’a hakaret ettiğimi sanacak. Çünkü maalesef zihinleri hala saltanat etkisi altında… Onlara bir idare verseniz, hemen asmak, kesmek ve zorla hizaya sokmak gibi Kur’an ruhuna aykırı bir yöntemi getirip size dayatırlar ve adına da “İslam Cumhuriyeti derler”

Toplumların, durup dururken zihinlerini ve zihniyetlerini değiştirmeleri nerede ise imkânsız gibidir. Ya Nebevi bir dokunuş lazım, ya da büyük bir fakr u zaruret insanı kendini değiştirmeye zorlayabilir. Yahut da Özal gibi bir kudret harikası zatı Allah önünüze çıkaracak ki size rağmen zihninizde bir paradigma değişimi yapabilsin. Dolayısıyla kaderinizi değiştirebilsin.

Hz. Peygamber(asv)’in yaptığı buydu. Arapların zihni paradigmalarını değiştirdi ve kısa zamanda onları âleme üstad eyledi.

Özal da bizde bir değişim yarattı ama tamamlayamadı. Despot rejimin yapısından beslenen saklı padişahlar onun önünü kestiler ve sonra da zehirleyip öldürdüler.

Ben şahsen, müstebidane eski bir padişahlık düzeni yerine,-isterse adı islam olsun-  keşmekeşlik içindeki mevcut hale razıyım. Bu kadarlık hürriyetten dahi vaz geçmem. Şahsın hürriyetini elinden alacak, vatandaşı yeniden ‘reaya’ya dönüştürecek hiçbir hale razı olmam olmamalıyız.

Dolayısıyla, Sayın Başbakan’ımızın, AB sürecindeki bıkkınlıkla “Şanghay Beşlisi’ne bizi alın” demesini bir serzeniş kabul ediyorum. Yoksa hepsi despot rejimler olan o birliğin içinde yer almak, Batı despotizminden kaçarken, daha ağır bir sulta ttifakı içine girmek akıl karı olmaz.

Hem, tarihi doğru okumak lazım… Türk batıya akan bir nehirdir. Çinli ile ne zaman barış içinde yaşayabilmişiz ki tarihte. Hala yeryüzünün en ağır dramı Doğu Türkistan’da onların sultası altında işleniyor. Bir milleti gıdım gıdık katlediyorlar da insanlığın sesi çıkmıyor. Siz gidip onun insafına mı kendinizi teslim edeceksiniz! Yahut Rusya’nın… Osmanlıyı başımıza yıkan Rus’tur.

Keza, bizim ‘kavgalar tarihimizin öteki tarafı’ hep Afrasyab‘tır; yani İran. Turan ile İran tarihin en kadim ve en uzun savaşını yapmış milletlerdir.

Tabii ki onlarla düşman olalım demiyorum. Zaten Asya Medeniyeti çerçevesinde iyi ilişkiler içinde olmak zorundayız. Çünkü komşuyuz. Ama çıkarımızı onların sepetine koymak doğru değildir. Bugüne kadar sabrettik. Biraz daha dişimizi sıkalım. Belki de Allah bütün kayıplarımızı birden ve beraber bize verir. Yakub (as)‘a tüm çocuklarını verdiği gibi.

Allah bu millete yeniden Nusret verecek. Hiçbir gerekçe kalmasa, sadece I. Dünya Savaşı’nda toprağa düşmüş 4 milyon şehidin -yani evliyanın- kanı müsaade etmez ki bu zillet devam etsin.

Hayır, hayır! Osmanlı’nın kader eliyle yıkılmasının acıları telafi edilecektir. Bu vaad edilmiştir ve olacaktır inşallah.  Bugün ayağımıza takılmış bukağı, Kürt kardeşlerimizle olan sıkıntımızdır. Evet, başımıza sarılmış bir sıkıntıdır amma Kürtler bizim kardeşimizdir. Onları incitmeye hakkımız yok.

Çünkü hiçbir şey olmasa da bin yıldır bizimle kader birliği yaptılar. Defalarca bağımsız olma fırsatı ellerine geçtiği halde bizim iktidarımızda kalmayı yeğlediler. Yüreklerini dostluğa, kardeşliğe ve İslam’a teslim etmiş, vefalı cesur Kürtlerin şimdilerde biraz nazını çekmeye mecburuz. Bin yıl onlar bizim har halimize tahammül ettiler. Şimdi lazımdır ki o vefanın karşılığını verelim. Bazı şeyler asabımıza dokunsa da, asabiye cehaletine kapılmadan bu yarayı saracağız inşallah.

Ondan sonra bakalım neler olacak. Bir de Ayasofya’nın kapılarını açtık mı, kader planında bu milletin önündeki tüm maniler yakılmış olur. O zaman göreceksiniz, insanlar sizin kapınıza gelip adalet dilenecekler. Masal değil, hayal değil.

30 sene önce hayal ediyordum. Şimdi rüzgârını hissedebiliyorum. Allah uzun ömür verirse 10-15  yıl daha bir ömrümüz olsa göreceğiz.  Allah ‘fâliku’l-Habbi ve’n-Nevâ’dır (En’am, 95). O değil mi ki “akir” (tohumlama kabiliyetini kaybetmiş, kısır) olan Zekeriya‘dan (umudunu kaybetmemektir Zekeriya, anmaktır Rabbi ve onun yolunda olmaktır)  ‘Yahya’yı (hayatı) var etti. O değil mi ki, cehalet çukuruna batmış skolastik batıdan akıl medeniyetini var etti. Bizim gibi zahiren medeniyet kurma kabiliyetleri ve kaynaklarını kaybetmiş bir milletten de yeniden bir Medeniyet var edebilir ve edecektir!

Bırakınız Şanghayı manghay’ı. Hatta AB’a tabasbus etmeye de gerek yok. Onların hepsi “Deccal Düzeni”nin şurada burada suret-i haktan görünen halleridir.

Ey millet ve ey milleti temsil eden evlat! Sen ‘mehdi kadem, İsa nefes’ bir medeniyeti kurmaya adaysın!

Hakikaten bir şey mi yapmak istiyorsun? Ne yapıp et, insan onurunu yücelten bir Anayasa yap! Milletin zihnini, deccal düzeninin ona yüklediği tortulardan temizle. İçimizdeki ‘İcl sevgisi’ni yu!. Hakikaten ne istediğini bilen bir Eğitim bakını tayin et. Milli olması gerekmiyor, bu milletin istidatlarının inkişafına hizmet etsin yeter!

Milletin vicdanını aydınlat! Firavun bile olsa karşındakine  “leyyin bir lisan” kullan.  Haram lokmadan uzak dur. Sana güvenen insanların güvenini boşa çıkarma!

Zihni, dumura uğramış bu ülkenin üniversitelerini ve bilim kurumlarını o halden çıkar! O zaman en büyük düşmanımız olan cehaletin, zaruretin, tefrikanın belini kırmış olursun ve bu milleti de âleme üstad yaparsın. Hem bu istidadın var ve yapabilirsin!

Allah’ın ‘nusret‘i seninle  oldu… Onun devamını diliyorsan, halkınla barışık ol. Kendinle barışık ol. Yani Rabinle barışık ol!

“Bike’l-havlu ve’s-savlu. Eş-şedidu li-men etâ cenabike ve ilteca… Zulmetun incelet!”

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Çanakkale Geçilmedi…

Elhamdülillah, bu millet bir kez daha Çanakkale’nin geçilmez olduğunu gösterdi. Bir kere daha, bu millet, …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir