Gizli Saltanatlar ve Tebaaları

Yazar M. Ali Bulut, “Yazık ki, pozitivizm en çok bizleri etkilemiş; gayba iman etmekle emrolunmuş Müslümanlar herkesten çok rasyonalist ve pragmatist olmuş!” diyerek gizli saltanakları deşifre etti.

Mümin, “olmazın olmazlığını idrak etmiş” bir insandır. Çünkü gayba iman eder. Kolay kolay ‘bu imkânsızdır’ demez.

Fakat ahmak da değildir; ‘imkân-ı akli’ ile ‘imkân-ı ihtimali’yi birbirinden ayırt eder. Teorik olarak mümkün olan her bir şeyin pratikte de mutlaka olmasını beklemez. Ama zuhura gelmiş bir şeyi de imkân harici görüp reddetmez. Mesela muhtemeldir ve mümkündür ki Hazar Denizi batsın, ama batmaz.

Örnek Hazar Denizi gibi koskocaman ve nesnel bir şey olunca bunu herkes anlayabilir. Ama konu kavram ve hükümler olunca işin içinden o kadar da kolay çıkılamıyor.

Fukaha, müstesna zihinleri de beslemek ve tatmin etmek için şu tür meseleleri akla yaklaştırırken bazen muhayyel temsilleri teşbihler ve mecazlarla anlatmışlardır.

İlmin hakikatine vakıf olanlar, o teşbih ve mecazlarla pervaz ederler. Aklını kullanmasını bilenler, bazen bin yıllık bir mesafeyi bir teşbihin kanatlarıyla bir anda kat ederler. Ama aynı teşbih ve mecaz cahilin eline düşünce kirpiğinden gözünün üstüne sarkmış beyaz bir kılı gökteki hilal ile karıştırır.

Çünkü mecaz, ilmin elinden cehaletin eline düşse hakikate dönüşür.

Günlük meseleleri yazanlar için problem yok. Filan şöyle dedi, feşmekan şunu ima etti, filanın filleri filancalarının fincanlarını kırdı… nevinden yazılar yazılırken problem olmuyor ama eski kültürümüzden ne zaman bir temsil, teşbih veya mecaz aktarılsa, bir ayet veya bir hadisten farklı söz edilse bakıyorum hemen onun etrafında kıyamet kopmuş.

Herkes sözün ilk halini, lügatteki ilk manasını, görünenin ilk suretini esas alıyor. Herkes, tası görür görmez ‘bu bal kâsesidir’ diyor; kimse parmağını daldırıp ağzına götürüp “evet balmış’ demiyor. Veya tersi.

Her şeyin zahirine göre hükmediliyor.

Diyelim bir insan, çıkmış radyoda televizyonda konuşuyor. Ve farz edelim ki, ‘kendisinden sudur etmiş’ birtakım hikmetlerden söz ediyor. Bir bakıyorsunuz, ‘mümin’ olduğunu iddia eden bir sürü herif çıkmış, ‘Bu zamanda böyle saçma sapan şey mi olur!” diyerek onu eleştireyim derken, kendi akidesinin esaslarını yerle bir ediyor.

Yazık ki, Pozitivizm en çok bizleri; gayba iman etmekle emrolunmuş Müslümanları etkilemiş. Müslümanlar herkesten çok rasyonalist ve pragmatist olmuş!

Bir ayet veya hadisi aktarırken en küçük bir açılım veya teşbihe girseniz, bir tevil yapsanız, bir de bakmışsınız bir yığın aklıevvel, aklı basmadığı yahut küçük aklına sığdıramadığı için veya kin ve tarafgirlik aklını örttüğü için sözünü cerh etmek yerine varlığına kast ediyor. Bu ifrat ve tefrit yüzündendir ki, sözü birazcık açmak isteyen herkesi -şeyhleri veya bağlısı oldukları zat hariç- linç ediyoruz. Ama şeyhlerinin şeriata mugayir tevilini bile tevil etmekten gocunmuyor.

Oysa her sözün bir sikkesi vardır. Maksadı ve muradı vardır. Onunla tartılır. Sözün lafzı ve muradı ve manasıyla muhkem olması ancak Kur’an’a yakışır. Evliyaullahın dahi eserlerinin ve sözlerinin zaman içinde tevile ve tashihe ihtiyaç duymalarının sebebi, o sözü sarf ettikleri zemin ve ortamın bugün mevcut olmamasından kaynaklanır.

Peygamber Efendimiz (ASV)’ın Veda Haccı’nda ‘Benden duyduklarınızı sizden sonrakilere aktarın, umulur onlar daha iyi anlarlar” derken, kendi sahabesini küçültmek değildi maksadı. Aksine, o sözlerin hakikatinin ayan beyan ortaya çıkacağı zamanlara atıfta bulunmaktı.

O atıflardan hareketle bazen, başlangıçtaki bir sözü -bugünkü bilgilerin de ışığında- tafsil ile beyan ettiğinizde, zihnen kurun-ı vustada kalmış olanlar, itiraz ediyorlar, eleştiri topuna tutuyorlar.

Çünkü zihinleri de tıpkı  akılları ve ruhları gibi istibdattan ve cehaletten beslenmiş.

Maalesef, bugün ‘abudiyet’  kelimesinden sadece ‘kulluk/kölelik’ ve ‘körü körüne bağlılık’ manasını kapmış ve ondan sonra da, aklını ve zihnini bir santim inkişaf ettirmemiş insanlar aynı zamanda “iyi Müslümanlar” olarak karşımızda duruyor.

Ya lafza harfiyen uymayı esas alıp ifrat ile ‘huşuu’ yok ediyoruz, ya lafızdaki hikmeti bile görmezlikten gelip tefrit ile Batıniliğe kayıyoruz.

Kısa kollu namaz kıldırıyor diye, imamı -hem de farzı kıldırırken- bir cemaatin büyük büyük ağabeylerinden birinin “Haddini bil edepsiz! Nasıl namaz kılacağını, kıldıracağını bilmiyorsan ‘Büyüklerimiz’in akaid ve ilmihal kitaplarını oku, öğren!” diye kolundan çekip namazını bozduğunu gözlerimle görmüşüm.

Hâlbuki akıl, ondaki maksadı ve sikkeyi görebilmeli. Usulü’d-dindendir: “Küçük bir şer yüzünden büyük bir hayrı terk etmek, büyük bir şerri işlemek gibidir. Eğer şartlar, iki şerden birini tercih etmek zorunda bıraktırıyorsa -ki partilere oy vermek tamamen böyle bir tercihtir- siz ehven olanını (Ehvenu’ş-şerri) tercih etmekle mükellefsiniz.”

***

Evet eski hikmet, bilgiden çok akıl yürütmelere dayandığı için, hayrı az, hurafesi çok, zihinler yetersiz, efkar istibdat yüzünden taklit ile kayıtlı olduğundan, ve toplumların büyüüüük ekseriyeti okuma yazma bile bilmeyen cahiller olduğundan, bazı İslam âlimleri ümmeti bir derece hikmetten uzak tutmuşlardır.

‘Mota mot ibadetini yap sana başkaca bir şey lazım değil’ demişlerdir. Dedikleri, bütün bu ahval ve şerait için doğrudur da.

Bu korumacı, şefkatli yaklaşım ve hüküm, zamanla bilgiden mahrum müteşeyyihlerin ve sözde âlimlerin eline geçince, insanları kendi sultaları altında tutmak için gerekçe yapmışlar ve insanları hikmetten ve bilgiden uzak tutmuşlar; kendilerine ‘kul’ yapmışlardır.

Bu da gizli istibdadın  İslam yurtlarında yayılmasına neden olmuştur. Bakın cemaatlerin şeyhlerine, mürşitlerine! Tabiileri onlara nihayetinde ‘sultanım’ diyorlar. Çünkü hiçbiri birey olma, hür olma, özgür düşünce sahibi olma gibi bir ufka, gayeye sahip değildir. Köleliği, kendi reyini saklamayı itaat bilmişler. Güya sahabeyi taklit ediyorlar!

Ellerine almışlar üç beş  şablon, birkaç kaziye, yeni fikirleri ve fikir sahiplerini idam etmekle meşguller. İslam’ın mağlup olmasının altında şu saklı ve keyfî istibdatlar yatıyor işte. Başka bir şey aramaya ihtiyaç yok!

Sadece peygamber soyundan gelmekle üstünlük, filan şeyhin torunu olmakla ehli hal, bir iki hadis kapıp üç beş ayet ezberlemekle ahkâm sahibi alim olmayı sağlayan(!) dahi bu istibdattır.

Müslümanlar, sahabeden sonra hürriyetlerini kaybettiler. Önce ‘mevali’ sonra ‘tebaa’  ardından ‘bağlı meczuplar” ve sonra da öfkelerinin militanı oldular. O yüzden ‘biz muhabbet fedaisiyiz’ diyenleri hain belliyor. Çünkü akılları, beraberlerinde gelmemiş, oralarda kalmış.

Aklını kullanmadığı için hayat onu kendi diniyle birlikte mağlup etmiş, farkında değil. İslamı tüm dinlerin üzerine ‘zahir kılmakla’ görevli iken, kendisi alta düşüp herkes onun üstünde zahir olmuş; izanı yok, anlamıyor. Düşerken beraberinde İslam’ın izzetini de düşürdüğünü görmüyor.

Hürriyeti, kendisini bağımsızlaştırmak, kemale doğru ilerlemek, bilgisini ve vicdanını geliştirmek yerine, o hürriyeti başkasını karalamak, küçümsemek ve hakaret etmek için kullanıyor. Güya dinin izzetini savunuyor, ama kendisi pespaye.

İşte asırlardır belimizi kıran şey buydu. Elimize hürriyet geçince de onu Rafızilik olarak algıladık. Onu, başkalarının haysiyetine çamur atma özgürlüğü belledik.

İstibdat böyle bir şey işte!

Ama görüyorum artık, elhamdülillah, aydınlık, fikri hür, kelamı aklıyla dinleyen, izanıyla derk eden insanlar, gençler de var. Bağımsız düşünmesini bilen, kararını verirken, işin içine zamanı ve aklın icaplarını da koyup onu Kur’an terazisinde tartan nesiller geliyor çok şükür. Hızla istikbale uçup gidiyorlar. Orada tıpkı sahabeler zamanında olduğu gibi aklın imanıyla kalbin tasdikini harç edip hikmet yurdunun temeline bırakıyorlar.

Bendeniz de kendimce “Bu zamanda, istikbale doğru uçan o uzun soluklu uçuş erbabına, uçuşlarının bir ara yerinde bir soluk almak için okyanusun ortasında konup göçtükleri bir adacık olabilsek ve o Ankalara bir yudum temiz su sunabilsek yeter” diye düşünmüşüm hep. Çorbasındaki taneleri, cumhuriyetçi oldukları için karıncalarla paylaşan ‘hak ve hürriyet aşığı’ gibi ben de istikbalin o serazat cengâverlerine minnetimi böyle sunmak isterim.

Onlara yer açmalıyız. Hürriyetini, bireysel özgünlüğünü, imanına ve itaatine mani görmeyen erler sahip çıkmalı bu dine. Yoksa İslam yurtları, saklı sultanlar ve onların beynini kullanmaktan mahrum tebaalarının yurdu olmaya devam edecek.

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Çanakkale Geçilmedi…

Elhamdülillah, bu millet bir kez daha Çanakkale’nin geçilmez olduğunu gösterdi. Bir kere daha, bu millet, …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir