Ağır bir hastalık ve uzun süren bir nekahet döneminin ardından umre seferine çıkmak, hakikaten büyük bir ikram oldu. Rabbim gitmeyenlere de nasip etsin.
Hadislerde var ki deccalın fitnesi en son Mekke ve Medine’ye girer. Bu kere hissettim ki o fitne hakikaten o beldelerde de kendisini hissettirmeye başlamış.
Evet, Müslümanların o mübarek mekânlara yoğun ilgi göstermeye başladıkları görülüyor. Öyle ki umreler, eski hacları bile gölgelemeye başlamış. Mekânlar dolup taşıyor elhamdülillah. Adeta alanlar, mescitler insanlara yetmiyor. Bu gösteriyor ki müminlerin, üç yüz yıldır devam etmekte olan sultalardan, hegemonyalardan kurtulma zamanı hayli yaklaşmış. Çünkü hac ve umre ziyaretlerinin terk edilmesi, ümmete sadece esaret getirmiyor, yabancı bayraklar altında uzun seyahatler yapma belasını beraberinde getiriyor.
Gerek Kudüs’ün işgaliyle neticelenen Haçlı Seferleri öncesindeki, gerekse Moğol istilası öncesindeki İslam dünyası, siyaset ve fitneler açısından incelense, vicdanen böyle bir belayı hak ettiklerini söylemek mümkün olacaktır. Tıpkı bugünlerde olduğu gibi o günde Müslümanlar ve onlar adına ortaya çıkmış idareciler, birbirinin kuyusunu kazmakla meşgullerdi. Ümmet bilinci kaybolmuş kavim, kan ve mezhepçilik -özellikle mezhepçilik- üzerine bina edilmiş ilişkiler hâkim olmuştu.
Malumdur ki, hac ve umre, ümmet bilincini oluşturan en etkili ibadetlerdir. Hakikaten o ev (Beytullah) ve Nebi (sav) etrafında bir araya gelip aynı Allah’a yönelen insanların ırk, kan ve menfaat yüzünden mezhepçilik yüzünden birbirini kırmaları düşünülemez. Ama yapıyoruz, yapıyorlar. İşte ben tam da bu meseleye temas etmek istiyorum…
Şunu gördüm ki, Kâbe avlusu bile insanlardaki öfkeyi yatıştırmıyor. Ben bu durumu değişik insanlarla konuştum. Gerek Arap gerek İranlı gerek diğer bölgelerden gelen hacılarla yaptığım konuşmalarda, tavaf sırasında yaşanan izdihamların hırs, nefret dolu bir sine ve öfke kaynaklı olduğunda hemfikirler. Ama herkes bu durumu başka bir kavme yöneltiyor. Tavaf esnasındaki insan trafiği, İstanbul trafiği kadar keşmekeş ve müsamahasız…
Yüreklerdeki bu öfke birikimi bir şekilde deşarj edilmezse İslam dünyası daha yüksek şiddette depremlere gebe görünüyor.
MEKKE VE MEDİNENİN DİLİ
Biri Mekke’de, diğeri Medine’de olmak üzere iki cuma hutbesi dinledim. -Medine’deki hutbenin Arapçası galiba benim anlama kapasitemin üstündeydi- Her ikisini de çok net anlayamadım ama işledikleri konu bidat ve fitne idi. Özellikle Mekke’deki dil hakikaten ayrıştırıcı bir dildi. Esasında Arabistan’ın resmi görüşü gibi idi. Bu normal karşılanabilir fakat bence o iki merkezde kullanılacak dil daha özenli olmalıdır. Bir mezhebin, bir görüşün veya yaklaşımın dili olmamalı… Zira tüm ümmet orda. Mutlaka daha birleştirici, daha kuşatıcı bir dil kullanılması gerektiğine inanıyorum.
Şiisiyle Sünnisiyle islam aleminin tüm değişik anlayışlarındaki insanların hazır bulunduğu bir mecliste, İslam’ın ana çatısını ve birleştirici unsurların öne çıkarmak gerekiyor. Gerçi hakikaten Arabistan eski tutumlarında ciddi bir yumuşamaya gitmiş. Polis eskisi kadar sert değil. İnsanlara ve insanların –kendilerince yanlış ve günah saydıkları- davranışlarına daha müsamahalı yaklaşıyorlar. Eskiden siz yeşil kubbenin karşısında veya Peygamber Efendimizin evinin yanında o mekânlara doğru elinizi kaldırıp dua etseydiniz bir asker gelir, elindeki jopu insafsızca bileklerinize indirebilirdi. Şimdi yapmıyorlar, izah ediyorlar. Yapılan hareketin haram olduğunu filan izah ediyorlar.
Orada yaşayan ve Bestur kafilelerine rehberlik eden Sedat kardeşime, “Siz bunlara izah etmiyor musunuz -en azından- Türk halkının oralarda dua etmeyi tapınmak kastıyla yapmadıklarını… Ellerini kaldırıp Allah’a dua ettiklerini söylemiyor musunuz?” diye sordum. “Çok konuştuk” dedi ve ekledi:
“Zaman zaman aşırıya varır şekilde davrandıklarını kabul ediyorlar ama diyorlar ki, ‘birileri Yeşil kubbe karşısında veya diğer hatırası olan mekânlarda H. Ömer’e, Hz. Ebubekir’e ve Hz. Aişe validemize küfür etmezlerse biz de bu tedbirleri bırakırız” .
Sonra dikkat etti; maalesef kaçak göçek de olsa bir takım Şii unsurların gelip Yeşil kubbenin karşısında Hz. Ömer ve Hz. Aişe validemize yakışmayacak şeyler söylüyorlar.
İran’ın Daileri
Bu benim hassasiyetim de olabilir ama sanırım İran büyük bir propaganda hamlesi başlatmış. Arabistan’ın hutbeler yoluyla ve açık propaganda ile yapmaya çalıştığı şeyi İran el altından yapıyor. İki Azeri kardeşimiz, benimle görüşmek istediklerini söylediler. Her ikisiyle de görüştüm. Har ikisi de beni gayet iyi tanıyorlardı. Takip ettiklerini, yazılarımı okuduklarını, birleştirici bir dil kullandığım için ilgi gösterdiklerini söylediler ama İran’ın tezlerini kabul ettirmek için de epey dil döktüler. Ben onlara, içinde “ismet” (masumiyet) bulunan bir siyasi anlayışı asla kabul edemeyeceğimi, -dört halife ve 12 imam dahil- hiç kimseyi masum saymadığımı ve saymayacağımı, Hz. Peygamber (asv)’dan – ve tabii diğer peygamberler- başka hiç kimsenin masum olmadığını söyleyince canları sıkıldı. Böyle bir İslam yönetimini kabul edeceğime, akla dayanan batılı bir demokrasiyi tercih edeceğimi söylemem, galiba benden umutlarını kesmelerine sebep oldu.
Öyle hissediyorum ki Şia, Karmatiler dönemindeki gibi yoğun bir propaganda hamlesi içinde… Ben şahsen şu anda herhangi bir mezhebi önceleyen bir anlayışın öne geçirilmesini doğru bulmuyorum. Mezhepleri değil, dinin temel ilkelerini, Kur’an’ı, Peygamberi, tevhidin diğer unsurlarını önceleyerek siyaset yapmak gerektiğine inanıyorum. Bu açıdan Arabistan’ın da makul bir şekilde uyarılarak, en azından Medine ve Mekke hutbelerinin dilini daha birleştirici bir hale getirmeleri gerektiği konusunda ikna edilmeliler.
Bediuzzaman hazretlerinin “Sebeb-i muhabbet olan iman ve tevhid, Cebel-i Uhud gibidir. Sebeb-i adavet olan şeyler, çakıl taşları gibidir. Çakıl taşlarını Cebel-i Uhud’dan daha ağır telakki etmek ne kadar akılsızlıksa; mü’minin mü’mine adaveti, o kadar kalbsizliktir.” (Hitbe-i Şamiye 144-145) dediği gibi, sevmeyi çoğaltacak bir yaklaşım ve dil geliştirilmelidir. Yoksa bu ayrışma yeni bir sıkıntı açacaktır. Bu gidişat yeni savaşları yeni zaafları getirir. Bu öteden beri Batının başvurduğu taktiklerdendir. Ne zaman Sünni dünyada bir yükseliş, Batıya karşı bir direniş oluşsa hemen arkadan Şiayı devreye sokarlar. Artık bu tuzağa düşmemek gerekir.
Bana göre bugün şu veya bu şekilde eleştirdiğimiz ve pek de İslami bulmadığımız El-Kaide, IŞİD gibi yapılanmalar birer arayıştır. Sonunda en doğru olan yolda yani, kuranî olan Müsbet Hareket ekseninde karar kılacaklar ve başına hakiki manada bir Selahaddin veya Yavuz Sultan Selim geçerek, işgal altındaki İslam topraklarını temizleyecekler. Bunun korkusu hem batıyı hem İsrail’i kuşatmış bulunuyor. O yüzden de bu yükselişi durdurmak veya en azından biraz tehir etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Biz de tuzaklara düşüyoruz. Ama Hazar yükselmeye başladı, artık bu gidişatı durdurmanın imkânı kalmamış gibi görünüyor inşallah!
(Devam edecek)