Hayır, beyler, zerre kadar Ak Parti aleyhtarlığım yoktur.
Hele hükümetle!
Şu partiye benim gösterdiğim itinayı hiç biriniz gösteremezsiniz. Çünkü benim o itinayı gösterme gerekçem sizin düşünemeyeceğiniz kadar ulvidir. Bu ekibe yüklediğim misyonu, çoğu Ak partilinin anlamasını bile beklemiyorum.
Esasında gerçekten de çoğu Ak Partili, kader-i ilahinin şu partiye yüklediği manadan habersiz ve o sorumluluk bilincinden yoksun. Yoksun olmasalardı, kendi menfaat ve çıkarları için partiyi kullanırlar mıydı?.
Okuyucularım, 1417 tarihinden söz ettiğimi bilirler. Hatta 1995 Kasımında Yeni Sayfa gazetesinde 1417 başlıklı bir yazı yazmıştım ve o yazıda, 1417 hicri (1996-97 miladi) tarihinde bir dayatma (1997, 28 Şubat darbesi) geleceğini, yaşanacak kargaşadan sonra, bir nevi o dayatmanın rövanşının alınacağını ve milletin yıldızının yeniden parlayacağını yazmıştım.
İşte Ak parti, bu umudumun üzerine oturmuş, o dayatmanın rövanşı olmuş bir partidir benim NezdiMde. Hayatımın en ağır dışlanmasını ve ambargosunu bu partiden yediğim halde, ben incinmeden, onları destekleye ve yaptıkları iyilikleri alkışlamaya devam ettim. Geçmişte aynı amaçla Sevgili başbakanımıza bir mektup da yazmıştım. Güzel zamanların gelmekte olduğunu, kaderin, milleti o güzel günlere kavuşturma şerefini kendisine bahşettiğini, buna karşılık kendisinin de bizim aramıza sokulmuş kalbî nefretleri kaldırması gerektiğini söylemiştim.
Çünkü benim derdim, bu milletin yani İslam’ın istikbalidir. Bu milletin önü açılsa ve insan onuruna yakışır bir yönetimle idare edilse o, İslam’a da hizmet eder. Şu siyasi ekip milleti o saadete götürecek ekiptir bana göre. O yüzden de partinin o misyon doğrultusunda yaptığı her atılımı destekledim. Çünkü demokrasi açısından, millet iradesi üzerindeki cuntacı ipoteğin kalkması, en öncelikli ve en önemli meselemizdir.
Türk milli siyasetinin, milletin gerçek niyet ve iradesi ekseninde tecelli etmesi, aslında dünyanın da meselesidir. Zira geleceğe dair imalar ve işaretler gösteriyor ki, beşerin istikbali dahi, bu milletin, iradesini tarihin ona yüklediği misyon doğrultusunda kullanmasına bağlıdır. Dolayısıyla Türkiye’de sivil siyasetin önündeki manilerin kaldırılması, muazzam bir hadisedir.
Sizi temin ederim, eğer bu Müslüman Anadolu halkı ayağa kalkmazsa beşer, düştüğü pozitivist anlayış körlüğünden, inkâr karanlığından ve nefs-i emare bataklığından kurtulamayacak. İnsanlığın Rabbiyle yeniden buluşması için İslam’ın yeniden ayağa kalkması lazım. Bütün işaretler de şu hizmetin, bu millet eliyle olacağını gösteriyor. İşte şu dönemde iktidar olan partiye yüklediğim vazife ve misyon böyle ulvi bir maksada matuftur. Onlar ise çelik çomakla meşgul olunca sinirim bozuluyor, kızıyorum ve diyorum ki:
Mademki şu en kritik zamanda, sen milletin önüne çıktın yahut kader şu vazifeyi sana yükledi. Temiz olacaksın kardeşim! Temiz olacaksın, temiz kalacaksın! Çünkü vazifen ağır ve ulvidir! Haram paralarla, murdar lokmalarla şu hizmet yürütülmez. Yapamayacaksan hakkın yok milleti oyalamaya!
Söylediğim bu!
Çünkü şu milletin, imanı ve dini ile yeniden buluşmasına mani olan haller ortadan kalkmazsa, ne Arap ile yeniden bir musalaha (barış) yapabiliriz, ne İran’ı yeniden İslam tefekkürünün hizmetine çağırabiliriz ne de yüz yıldır bizim basiretsizliğimizden dolayı acı çeken ve buna rağmen kardeşliğini sürdüren Kürtlerle kalbî bir beraberlik oluşturabiliriz.
Bunu yapamadığımız takdirde de İslam uyanmaz. İslam’ın uyanması neden önemli? Çünkü onun uyanışı bizim talihimizi de değiştirecek. İslam ise ancak Arab’ın uyanmasıyla uyanmış olur. Arab’ın uyanması demek, Türk kardeşini tanıması ve İslam’ı Araplardan hemen sonra tanımış ve tefekkürî manada İslam’a büyük hizmet etmiş Farsları kardeş bilmesidir.
Sonra unutmamak lazım ki Evlad-ı Resul’un, Emevi zulmünden ve onların siyasi takibinden kurtulmak için sığındıkları dağlar Doğu Anadolu dağları ve o halk ise Kürtlerdir. İslam’ın bu en kadim kavmi acı çekerken de İslam uyanmaz.
Bütün bu problemleri çözmek, şu küsleri yeniden barıştırmak için azim bir irade gerekiyor ki o da bizde var. İşte şu partiyi, o iradenin açığa çıkarılmasının manivelası gibi gördüm hep! Layık olurlarsa ne ala. Olmazlarsa onları da o tahttan indiririz…
***
Evet, İslam 18. Yüzyıldan itibaren mağlup hale geldi. Müslüman halklar arasına türlü nifaklar sokuldu. Topraklarımız işgal edildi. Sonunda her bir aşiretin başına kendilerinden birini oturtup gittiler. Giderken de aramıza, birbirimizi yememiz için ırkçılık mikrobunu attılar. Oluşturdukları milli devlet tuzağıyla eski İslam kardeşliğini parçaladılar ve her birimizin önüne, ötekini görmesine mani olacak surlar ve bentler ördüler.
İşte bizde denenen rejim, o tuzakların en yamanı, en suret-i haktan görünenidir. İnkâr-ı ulûhiyet üzerine inşa edilmiş bütün deccal tapınakları yıkıldığı halde Türkiye’deki rejimin hala direniyor olması size bir şey anlatmıyor mu?
O rejim ki, Batı’nın inşa ettiği en sağlam benttir. İslam’ı ve Türkleri ‘Batı’ için tehdit unsuru olmaktan çıkarmayı gaye edinmiş Şark Meselesi’nin en büyük projesidir. O proje, Türkiye Cumhuriyeti’nin Batı kulübüne kayıt edilmesiyle nihayet bulmuş gibi görünse de aslında bugün de o bent yıkılmasın diye ciddi çaba gösteriyorlar. Bizim, teknolojide İsrail’e mecbur edilmemiz, en ufak bir farklı siyasî i açılım denemesinde, ‘eksen kayıyor’ diye yaygara koparmaları gösteriyor ki mücadele devam ediyor.
O zaman, bize zorla kabul ettiremedikleri Sevr’i, sonradan, güya bir çağdaşlaşma projesi haline getirip bizi de içine hapsettiler (Saklı Ergenekon). Ve kapıyı da üzerimize kilitleyip mühürlediler. Oradan çıkamayalım diye de bir yığın adamlarını Ergenekoncular namıyla millete musallat ettiler. O mührün lehimi de Ayasofya camiidir. Hala orada öylesine mağdur ve boynu bükük duruyor.
İşte bendeniz, bütün bu ağır meselelerin üstesinden gelinmesi ve bu duvarların aşılması için şu dönemin icracısı hükümete umut bağlamışım. Büyük bir kısmı bu misyonun farkında olmasalar dahi kaderin onları istihdam ettiğine inanmak istiyorum. İşte böyle bir Hak davaya hizmet edenlerin, behemehal hak üzere zahir olmaları gerekir ki, muvaffak olsunlar.
Çünkü İslam’ın dirilişi âciliyet kesbetti… İnsanlık daha uzun süre şu zulümlere dayanamaz. Türkiye’de sivil siyaset bir an önce devreye girmeli ki şu vazife tamamlansın ve gelecek büyük inkılâpçının programı gecikmesin.
Demiyor muyuz, Mehdi gelecek, Mesih gelecek. Şu mübarek zatların veya onların temsil ettikleri manaların açığa çıkması için her hamiyet sahibinin gayreti gerekiyor. Ve şu hizmetin içinde yer alanların her birisi tam bir ihlas ve fedakarlık ve nefsî tokluk içinde olmalı ki netice hayır olsun.
Yoksa pekâlâ bu parti de dağılır ve dağılması da müstahaktır.
Bizim, ganimete tenezzül etmeyen 157 kişiye, ırmağa vardıklarında (–Caluta –diktaya- karşı savaşan Talut’un askerleri dört bin kişiydi. Sadece 314 kişi su içmemeyi başardı-) susuz olmalarına rağmen, emir gereği bir avuçtan fazla su içmemiş 314 kişiye ihtiyacımız var.
Hatırlayın, Hz. Peygamber, Mekke’yi fethettiğinde Arap yarımadasının tüm imkân ve ganimetleri eline geçmişti de ondan, Muhacir ve Ensar’a –ki toplam 157 kişilerdi- o hiç pay vermemişti. ‘Muhammed hemşericilik yapıyor, ganimeti hep Mekkelilere veriyor’ diyerek nifak çıkarmak isteyenlere karşı ‘Hayır ben ganimeti onlara verdim, Ensar ve Muhacire de Resullulahı pay olarak bıraktım’buyurmuştu.
İşte bu dava, ancak Allah’ın rızasını ve Peygamber sevgisini en büyük ganimet bilecek erlerle sürdürülebilir. Öyle ‘anka gönüllü’ erler lazımdır ki şu çetin bentler aşılabilsin, demeye getiriyorum.
İşte şu Anayasa değişikliğinden sonra gelecek yeni dönemde, inşallah Bediuzzamanın ‘Ben kışta geldim. Siz cennetâsâ bir baharda geleceksiniz’ dediği dönemin kurulum safhası başlayacak. Başbakanın emrine o 314 kişi gibi iktidarın suyuna banmayacak er vermek lazım ki uzun soluklu bir medeniyetin temeli atılabilsin… Eleştirilerim bunun içindir.
Şahsi sermayesini arttırmak, ranttan pay almak, ensesini kalınlaştırmak için partiye üye olan veya o partiyi savunanlarla bu çetin yollar aşılmaz. En küçük bir eleştiriye bile tahammülü olmayanlar, Ak Parti’ye menfaat bağı ile bağlı olanlardır. Ehli insaf olanlar, milletin bu partiye ihtiyacı olduğuna inanlar, haklı ve yapıcı eleştiriye, iltifatlardan daha büyük önem veriyorlar.
İnanın şu partiden hiçbir şahsî beklentim olmadı. İstifadem de olmadı. Hatta Kadir Topbaş makamına oturur oturmaz işime son verdi. Buna rağmen kin beslemedim. İyiliklerini hep övdüm. Ta ki yanlışı gördüğümde de ikaz edebileyim diye.
“Aman ha sizin göreviniz ağırdır ve kutsidir. Şu azim hizmet, bu rahmani mücadele lekeli insanlarla başarılmaz. Lalettayin bir parti gibi davranırsanız, şu keyfî, küfrî ve cebrî rejim sizi de yutar, daha öncekileri yuttuğu gibi…” deyip durdum.
Bu tür ikazlarımdan rahatsız olanlara dikkat ettim, -fanatik taraftarlar hariç- hepsi partiden maddi manada beslenenlerdir.
Hatta geçenlerde, tesadüfen Üsküdar’daki karşılaştığımız bir zat küçücük bir eleştirime öyle sert tavır gösterdi ki şaşırdım. Hâlbuki ben onu tanıyordum. Eskiden Ak Parti kurmaylarını Erbakan’a ihanet etmekle suçluyordu. Sonra araştırdım, çocuklarını belediyelere yerleştirmiş, kendisi de iyi bir ihale almış…
Şimdi siz Ak Parti’nin bedenine yapışmış kenelerin yalakalıklarına bakıp aklı selim sahiplerinin eleştirilerine tahammülsüzlük gösterirseniz, partiyi, daha yağlı bir fırsat bulduklarında oraya kaçacak menfaatçilerin insafına bırakmış olursunuz.
Biz de diyoruz ki, bu parti ilk defa cemaatleri, siyaseten de bir araya getirmeyi başardı. Kendisine basiretli ve cesur bir lider buldu. Niyeti halis, gayreti samimi…
Zemin de millete hizmet için uygun. Bu fırsatı da bir takım çıkarcıların yaarttığı/yaratacağı şaibeye kurban etmeyin. Çünkü bütün gaybî işaretler bu dönemi gösteriyor. Bediuzzaman da tam bir asır önce (1911) yüz yıl sonra hakiki meşrutiyetin geleceğini haber vermişti. Yani bu zaman, hallerin düzeltilmesi ve gayretlerin kuşanılması zamanı iken, neden millet ekseriyetinin üzerinde ittifak ettiği şu partiyi, bir takım menfaatperestlerin mal ve mülk şehvetlerine kurban edelim… Canımın sıkılması bunadır.
Yoksa birileri malı götürmüş, haksız yollarla mal mülk edinmiş, beni pek ırgalamıyor. Çünkü biliyorum ki tonlarca yiyeceği olsa da onlarca evi bulunsa da yiyeceği üç öğün, oturacağı bir mekândır!
Ve cehennem de zalimlere yeter!
Haksız mıyım?