Her İyi Tarihçi İyi Bir Demokrat Olsaydı

1947 yılında Bregenz, Avusturya`da Stalin’in uygulamalarından ve sürgünden kaçan Kırım Tatarı  bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş ünlü tarihçimiz…

Hakikaten Osmanlı tarihine vukufiyetiyle, şapka çıkartılacak bir tarihçi! Sayısız makaleler yayınlamış, eserler vermiş ve bize tarihi sevdirmiş… Bu titriyle de “Ordunun siyasete karışması kaçınılmaz” demesini anlamak mümkün.

Çünkü,

Bir; cidden tarih boyunca Türk askerlerinin, -dinî yapılanma da dâhil- devlet yapısında hoşlanmadıkları gelişmlere müdahale etme gelenekleri hep olmuştur. Toplumun dinine bile hakan ve kurultay üyelerinin -ki çoğu yine hakan çıkarma hakkına sahip soylu aileler ve asker ailelerdir- karar verdiği dönemler olmuştur. Mesela MÖ. 200-300’lü yıllarda askerlerin, hakan nezdinde, Türk toplumunu İran etkisinden korumak için Mani dinine, Çin etkisinden korumak için de Konfüçyüs ve Tao öğretilerine karşı tavır aldıkları bilinmektedir.

Ancak Mustafa Ergün hocanın da belirttiği gibi Müslümanlığın gelmesiyle Türkler arasındaki din kargaşası son bulmuş, bütün Türk boyları İslam dininde karar kılmışlardır. Hatta öyle ki, İslamiyet’e dâhil olmayan Türkler, zaman içinde Türklüklerini de kaybetmişlerdir. (İşte Bulgarlar, Macarlar, Gagavuzlar vs) Çünkü İslam’daki cihad fikri, onlardaki cihan hâkimiyeti mefkûresini besleyen müthiş bir kaynak olmuş, cihat adeta bu fikre yeniden şekil ve hayat vermiştir. Ve sanki bu din, bu kavmin ruhuyla örtüşmüştür.

İki; Cumhuriyetten önce, Türk devlet teşkilâtının başında “yabgu”, “kağan”, “han” (daha sonra da “sultan” ve “padişah”) adlı, soy olarak asil bir yönetici bulunurdu. Bu gelenek Cumhuriyete kadar böyle devam etmiştir. Ve tabii devlet başkanlığı gibi, ordu komutanlığına getirilecek insanlarda da soy sop aranır, nesebine bakılırdı. O yüzden de çeşitli boyların liderlerinden oluşan Büyük Kurultay, devlet yönetiminde oldukça etkili olabiliyordu.

(Ara izahz: Acaba bugün de öyle olsaydı Çevik Bir, Çetin Doğan oraya kadar gelebilir miydi? Başbuğ Genelkurmay Başkanı olabilir miydi? Cumhuriyet ve as ile papazı aynı seviyeye çıkartan (veya indiren) soyadı kanunu olmasaydı bugün ülkenin en kritik mevkilerini ele geçirmiş olanlar orada olabilirler miydi? Gümüşsulu Tayyib Erdoğan’ı başbakanlığa layık görmeyenler, hangi meşru asaletle o mevkileri ihraz etmişler de başbakanı beğenmiyorlar? Menderes’i asama hakkını hangi asil kanlarından aldılar? Hangi gerekçe ile cumhuriyetin ve rejimin hamisi onlar oluyor da diğerleri vatan haini? Bu ülkenin tanklarını sevk ve idare etme hakkını onlara hangi irade vermişse Tayip Erdoğan’ı, Erbakan’ı, Ecevit’i Özal’ı, Demirel’i başbakan yapan da aynı iradedir. Ya bunu hazmedecekler, ya da ‘hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir’ diyen Mustafa Kemal’i ve öğretilerini rafa kaldıracaklar! )

İşte Ortaylı hoca, eğer “Ordunun siyasete karışması kaçınılmaz” cümlesini, şöyle bir malumattan sonra sarf etmiş olsaydı, çok garip kaçmazdı.

Çünkü sultanlar ve hakanlar çağında, iktidarı ele geçiren ‘hakan’ların diğer asil soylara hükümranlığını kabul ettirmede en büyük faktör, daima askerler ve asker aileler olmuştur. Doğal olarak da, o askerlerin hakana ve onun faaliyetlerine müdahale etme hakları doğmuştur. Bu durum, zamanla bir vesayet kültürünü var etmiş ve asker daima müdahale etme hakkını kendinde görmüştür.

“Ama şimdi hakanlar ve sultanlar (cumhurbaşkanı ve başbakan) meşruiyetlerini soylarından almıyorlar ki askerin desteğine ihtiyaç duysunlar. Cumhuriyet, meşruiyeti, millet iradesine havale etmiş. Hangi güçmüş ki kendisini o iradenin yerine konumlandıracak!”diyeceksiniz ama öyle değil.

Maalesef sureta bir cumhuriyetimiz olmuş başlangıçtan itibaren. Evet, sultanı kovduk ama saltanat kalmış. Asker de eski geleneğini sürdürmek için ‘hakan’ın yerine ‘rejim’i oturtarak kendisini de hami ilan etmiş! İlber hoca gibilere de fetvacılık düşmüş! Yazık!

Elbette ki gücün tek kişide toplandığı saltanat idaresinde böyle şeyler olabilir. Anlamakta güçlük çektiğimiz bunun cumhuriyet adı altında yapılmasıdır. Acaba bu beyler cumhuriyetin manasını mı bilmiyorlar? Yahut iktidarı ele geçirmiş bir grubun tiranlığı mıdır ki cumhuriyet, ikide bir birileri çıkıyor Zaza gibi “cevherim bu beni sevmii” deyerek, halkın desteklediğiyle iktidar olmuş bir partiyi kapatmaya kalkışıyorlar, darbe yapmaya girişiyorlar.

Belki gerçekten öyledir de biz kendimizi cumhuriyetle idare ediliyor sanıyoruz. Öyle olmasaydı, İlber hoca bile çıkıp “evet askerin müdahale etme hakkı var!” diyebilir miydi? Meşruiyeti, hanedanlık ve asker gücünden menkul saltanat ile meşruiyeti halk iradesine dayandıran cumhuriyet yönetimindeki meşruiyet gerekçelerini nasıl karıştırabilir yoksa?

Demek ki iyi bir tarihçilik aynı zamanda iyi bir demokrat olmanın gerekçesi değil. Demokratlık başka bir şey tarihçilik başka bir şey! Demokrasi kültürü ise daha başka bir şeydir… İyi bir tarihçi olmak, demokrat olmak için yetmiyormuş, işte gördük.

***

Evet, eski dönemde bir soyun, yine kendisi kadar asil olan diğer bir soya karşı –mesela Osmanoğullarının, Çandaroğullarına veya Akkoyunlulara yahut Karamanoğulları’na karşı üstünlük kazanmaları- “hakan benim” diyebilmesinin şartı, askerin desteği idi.

Ama artık geçti. Bunu anlasınlar. Çünkü saltanat öldü. Yaşasın cumhuriyet. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. İktidarın belirlenmesinde bir çobanın reyi ile bir askerin reyi birdir. Vesayet kültürü yoktur ve olamaz ve artık son bulacak inşallah!

Hocanın, iktidara ve başbakan’a ‘bizim tarihimizde askerin müdahale geleneği hep olmuştur. Aman dikkatli olalım da demokrasimiz zarar görmesin. Particilik yapmaktan, taraftarlarınızı kayırmaktan, devlet imkânlarını yandaşlarınıza peşkeş çekmekten, haram yiyicilikten sakının… Başbakanlık padişahlık değildir. Padişah bile olsan, bir gün saltanatın biter. Unutma, senden büyük Allah var ’deyip iktidara nasihat vermesi gerekirken, darbe çığırtkanlığı yapması hiç yakışık olmadı…

Acaba iktidardan bir beklentisi vardı da olmadı mı? Öyle bile olsa farklı izah edebilirdi. Hatta devletlerin yıkılış ve dağılış şeklini en iyi bilmesi gereken biri olarak eğer devletin gidişatında bir zaaf gördü de ona dikkat çekmek istemişse yine de üslubu ve seçtiği zemin yanlış. Aba altında sopa göstermesi ve bunu, muhalefet partisinin siyaset okulunda ifade etmesi asla tarihçilik tecrübesi ile bağdaşmadı.

Hocanın milliyetçi olması  da hakkıdır. Ve herkesin de -milletini ve onun menfaatlerini sevmek anlamına- milliyetçi olma hakkı vardır. Hatta iktidara muhalif olma, tarih üzerinden iktidara ders vermeye çalışma hakkı da vardır. Ama cumhuriyetimizin, rüştünü ispat etmeye çalıştığı bir ortamda darbe teşvikçiliği anlamına gelen cümleler sarf etme hakkı yoktur. Bunu yaparsa önce tarihçiliğine yazık eder, sonra halkına haksızlık etmiş olur. Kendisine verilmesi düşünülen Parlamento ödülünü alma hakkı da kalmaz. O ödül ancak hakiki demokratlara ve ferdin hakkını devletin bekasından bile üstün gören, parlamentonun (yani milletin) üstünlüğünü kabul edenlere verilir!

İlber Ortaylı gibi bir tarihçinin bile –anlaşılıyor ki o da elit seçkincidir- millet egemenliğini kabullenemediği bir ortamda Çetin Doğan efendiye kim ne diyebilir ki?

Biz Türk devletini, milletin egemenliğine dayanan bir cumhuriyet biliyoruz. Eğer Türkiye Cumhuriyeti bir tiranlık (yani bir ailenin veya zihniyetin hükümranlığı ise –ki Kemalistler ve laikler öyle sanıyor), pekâlâ o tiranlığı ayakta tutan güçlerin vesayet hakkı olabilir.

Yok, eğer Türkiye’nin yönetimi, milletin egemenlik hakkı üzerinde yükselen bir cumhuriyet ise, hoca kusura bakmasın, bir yazar, bir çiftçi, bir esnafla aynı hakka sahiptir. Kendisinin de bir ‘oy’luk hakkı vardır. Elbette onu ilgilendiren konuda fikri alınır. Bir general de öyle. Ülkenin dış güvenliği söz konusu olduğunda rüçhan hakkı vardır. Yararlığı görünse taltif de edilir. Ama elinde silah tutan birileri ‘bu adamlar hoşuma gitmiyor’ diye milletin başına balyoz indirmeye kalkışırsa ve ünlü ünlü tarihçiler de onlara çanak tutarlarsa kendilerine yazık ederler.

Bugün nasıl ki hakanlar (cumhurbaşkanı /başbakan) seçimle iş başına geliyorlarsa, askerler de aynen öyle tahsille, tecrübe ile ve yeteneklerin serbest rekabet ortamında yarıştırılmasıyla o mevkilere geliyorlar. Yani devlet erki denilen sistemin içinde her bir kurum ve temsilcisi bir çarktan ibarettirler ve asla diğer herhangi bir devlet çarkından daha mühim bir kıymete sahip değiller. Öyle olmalı…

***

Hoca ayrıca “Sivil siyasetin kendini geliştiremediği ortamda darbe kaçınılmaz.” diyor.

Evet öyledir. Beşikteki çocuğun tahta çıkarıldığı saltanat yönetiminde bu olabilir. Nitekim de öyle zamanlarda asker her daim istediği kelleyi padişahtan koparmıştır.

Esasında yaşadıklarımız gösteriyor ki, cumhuriyetimiz de hala bir tür sultanlıktır. Veya birileri cumhuriyet adı altında bize meşruiyeti tartışmalı bir şeyleri dayatmışlar ki, halka karşı askerin vesayetine ihtiyaç duyulmuş. Halktan korkuyorlar. Öyle olmasaydı, her anayasaya vesayet maddesi tıkıştırılır mıydı?

Bediuzzaman, cumhuriyetin içine hulul etmiş bir zındıka komitesinden söz eder. Gizli bir el gibi o zındıka komitesi milletin egemenliğini ele geçirmiş, onun gücünü kendi arzusu istikametinde kullanıyor. Hatta aynı şeyi CHP için de söylüyor. Dönemin CHP genel Sekreteri Hilmi Uran’a “dikkat edin, bir zındıka komitesi partinin dimağını ele geçirmeye çalışıyor!” uyarısında bulunduğu bir mektup gönderiyor.

Türklerin birinci vasfı asker millet olması”, “Demokratik açılım boş laf” sözlerini sonra irdeleyelim!

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Çanakkale Geçilmedi…

Elhamdülillah, bu millet bir kez daha Çanakkale’nin geçilmez olduğunu gösterdi. Bir kere daha, bu millet, …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir