İnsan, aşırı derecede cahil ve zalim olarak tanımlanır Kur’an-ı Kerim’de. Peygamberler dışında hiç kimse bu hükümden hariç değildir.
Her nefis, ‘emmâretün bi’s-su’tur'[1]. Öyle başlar hayata. Sonra insan onunla mücadele ederek, imkânlarını hayra yönlendirerek, taleplerine karşı koyarak, nefsin arzu ettiklerinin aksini yaparak, ruhunu eğitip eylemlerini Allah’ın rızasına uydurarak sonunda, kendisini, levvame, mülhime, mutmainne, radiye, mardiye veya safiye mertebelerinden birine ulaştırır… Bu, onun cehdine ve fıtratının uygunluğuna da bağlıdır.
İnsan, mahiyetini terakki ettirerek bekaya mazhar eder kendisini. Nefsini (öz çekirdeğini) tasaffi ettirerek (canlı tutarak=kalbi dirilik) varlığını sürdürmesine kader bazında hak kazanır ve istidatlarını geliştirerek sermedi vazifeler yüklenmeye layık hale getirir…
Fakat insanların ekseriyet, kendisini nefsin ‘emmare’ mertebesindeki haz ve taleplerden kurtaramaz. Âlem-i ervahtan başlayıp âlem-i bekaya doğru akıp giden macerasında, yükselişini tamamlayamaz. Ya çekirdeğindeki dirilik cevherini çürüterek, daldan dökülen meyve hoppağı gibi ‘imha’ olunur veya yaptıklarının ecrini -hata sevap- görmek üzere bir sonraki mertebeye aktarılarak isbat edilir; “yamhullahu ve ve yesbitu ma yeşâ” ayeti gereği…
Bu mertebeleri, bu safhaları geçerken, her bir ‘level’da -fasılda- asıl maksadın ne olduğunu bilmesi onun en temel meselesidir. Evet, insanın asıl bilgeliği, niçin ve hangi sıfatla ile muttasıf olması gerektiğini idrak etmesi ve ona razı olmasıdır. Mesela bu, dünya hayatı mertebesinde, insanın bilmesi gereken, ‘insan-ı küll’ün hangi sıfatını tezahür ettiğidir. İnsanın niçin yaratıldığını, yani insanlık içindeki asıl fıtratını ve işinin ne olduğunu bilmesi onun ermiş olması anlamına gelir. Bu hayattan önceki merhalede ise farklı bir bilgeliğe muhtaçtı…
Mesela, insanın ana rahmindeki kemali, ceninin, o mertebeyi en az eksiklikle ikmal edip/tamamlayıp dünya âlemine geçmesidir. Bunu idrak, o ceninin kemalidir. Cenin kendini ikmal için, gerekirse annesinin varlığından dahi transferler yapar. Annesinin kemiklerini eritmesi, dişlerinin dökülmesi pahasına kalsiyumunu -ve başka ihtiyaçlarını- alır tamamlar… vs…
İnsanın, bu âlemdeki /dünya merhalesindeki görevi ise kendisine verilen o istidatları olabildiğince geliştirip genişletmektir. Kendindeki dirilik özünü -manevi rüşeymini- iman ve ibadet ile geliştirip muhafaza etmesi ve bir sonraki ahiret mertebesine diri bir kalp ile kendini aktarabilmesidir…
Kalbindeki diriliği koruyamamışsa, ona hayat verecek herhangi bir kudret yoktur artık. Nasıl ki geçmiş son baharda toprağa düşen çekirdek, eğer yeşerme kabiliyetini kaybetmeden toprağın altına geçebilme fırsatı bulamamışsa ebediyen yok olur… Öyle de kendisini inbisat ettiremeyen ve kalbini tamamen çürüten bir insan için de aynı ihtimal vardır… Üzerinde bir takım haklar varsa diriltilir, onlar tahsil edilir ve sonra imha olunur. (İdam-ı ebedi). Âdeme duçar edilmek cehennemden dahi daha ağır bir cezadır. Cehennem müdrik ve muannit kâfirler ve zalimler içindir. O da ya ebedi hücre hapsidir veya bitimsiz azap. (Allah daha iyisini bilir).
Bu, her insanın önünde duran en önemli ve en hayati meseledir. İnsanı ilgilendiren bundan daha büyük sınav, bundan daha önemli hakikat ve olay yoktur. Fakat yazık ki çoğu insan ya bu mücadeleye girmez, tamamen kaybeder. Ya da tembellik ederek kendi yapacağı ceht ve gayreti ihmal eder. Bunun yerine o ceht ve gayretle kendine dirilik katmış birilerini taklit ederek varlığına ‘hayat rengi’ katar. Bu yaptığının onu kurtarıp kurtarmayacağı, ancak Allah katında belli olur.
Tüm zamanların en sadık tanığı ve rehberi Kur’an, her bir ferdin, bu cehdi, bu mücadeleyi bireysel manada vermesi gerektiğini bize hatırlatır. Çünkü Allah her bir insana ‘Rabbini bilecek ve ona muhatap olabilecek donanımı’ vermiştir.
Bu itibarla, esasında herkese kendini, kendi yetenekleri üzerinden gerçekleştirmekle mükelleftir ve bunu yapma imkânlarına da sahiptir. Kulluk tam da bu fıtri imkânların geliştirilmesinden ibarettir. Ama insanoğlu tembeldir. Kendi istidatlarını inkişaf ettirip özgün bir varlık olması varken, kendini bir başkasına monta edip, onun gibi olmayı dener ve kurtuluşu orda arar. Daha doğrusu onun etrafında yer alarak, eksikliğini kapatacağını var sayar/zanneder. Tabii ki bu da bir yoldur ama insandan beklenen bu değildir…
Mesela bir insan, bir cemaate veya tarikata dâhil olur. O insanın, o tarikat veya cemaatin koruyucu kalkanı altında kendi istidatlarını geliştirmesi beklenirken, aksine o, cemaatin/tarikatın şahs-ı manevisinin kemalini, kendi kemali var sayarak kendisini geliştirmeyi ihmal eder. Doğruya ve güzele taraf olmayı bizzat ‘doğruluk ve güzellik’ zanneder. Elbette insanın hayra taraf olması iyidir ve gereklidir. Ama pişmesi ve gelişmesi de lazım. Çünkü insan, aslında hamdır, pişmemiştir, eksiktir. Ama o, o mensubiyet ile o taraftarlık ile kendini tamamlanmış, kemale ermiş ve hakka vasıl olmuş zanneder. Bu hali de sahabenin duruşu ile denk bilir. Oysa o sahabe, insanın kimyasını değiştiren ve bir anda vasıl-ı illallah eden nübüvvet nazarında bir kıvam almıştır. Çünkü o vahye dayanan bakış ve dokunuş, bir anda kömür olan karbonu elmasa dönüştürebilen bir iksirdir ki bir insan, o bakış altında bir anda kızını diri diri gömen Ömer‘der karıncaya basmamak için ayağını burkan Hz. Ömer’e dönüşür.
Her mürit, kendi şeyhini de o kamette sanır haklı olarak. Tabii ki tarikat ve tasavvufta kişinin mürşidine bel bağlaması, onu üstün makamlarda görmesi mazur görülebilir. Aşırı muhabbetle onu haddinden ziyade sevmesi meşru kabul edilebilir. Ancak onun makamını kendi iddiasının da gerekçesi yapması doğru olmaz. Şeyhini, liderini, imamını, önderini, kişinin haddinden fazla sevmesi bazen mazur görülür ama o sevgi, o bağlılık, hata eden o zatı masum kılmaz, günahtan ari kılmaz…
Şu kritik zamanlarda, fitnenin kol gezdiği, bir sözün bir çok zakkum çiçeklerine dönüştüğü şu günlerde, kişilerin, şu veya bu tarafa, şu veya bu cemaate, şu veya bu tarikata, şu veya bu siyasi lidere bağlı olması, kişiyi, yaptığı zulümden, attığı iftiradan, mesnetsiz karalamadan, masum kılmaz. İnsanlar sevdiklerine dalkavukluk edeyim, gönlüne gireyim derken, kendilerini zulmün gayyasına müstahak kılarlar da farkında olmazlar…
Rabbin terazisi ince tartar. Siz siz olun, o güne hazırlık yapın. Yoksa günün, çalkantılı ve henüz akıbetleri belli olmayan varsayımlarını esas alıp vereceğiniz hükümler, hakka ve hakkın rızasına hiç de uygun olmaya bilir. Çünkü bir hadisenin zalimane olup olmadığı çok sonra anlaşılır. Ama siz ona taraftar olarak kendinizi zalimler safına yazdırırsınız… Allah korusun…
1. BEYAZID DÖNEMİ…
Bugünler gelmeden önce, bendeniz fakir, ısrarla, bu gün, aradaki fitnecilerin kışkırtmasıyla birbirinin kuyusunu kazma hırsına kapılanlara bugünleri hatırlatmıştım. Aralarındaki müşterek bağlara işaret ederek, “sakın o bağları koparmayın, sizi birbirinizle vuruşturacaklar” diye yırtınmıştım. Yazık ki iş takdir edilene doğru akıp gidiyor.
Şimdi ısrarla kimin haklı kimin haksız olduğu konusunda taraf olmamı istiyorsunuz. Ben de diyorum ki onu zaman tayin edecek. Elbette Hz. Aişe haksızdı. Emeviler de haksızdı. Ama yine de hüküm onlardan yana karır kıldı! Ben takdiratın ne olduğunu bilemiyorum ki şu haklıdır şu haksızdır diyeyim. İşte Emeviyet başta haksızdı ve zalimdi. Kader-i ilahi sonunda onu hayra hizmet ettirdi…
Evet, şu çekişmeden artık sadece hükümet değil, millet ve vatan zarar görmeye başladı. Bu kavgayı başlatanların maksadı, milletin iki umudunu aynı anda söndürmektir. Şu iktidar, kim ne derse desin, milletin 90 yıldır beklediği hizmetleri başarmış, ağır baskıları bertaraf etmiş bir iktidardır. Yıllardır beklenmekte olan bir yığın hayr u hasenat bu iktidar döneminde gerçekleşmiş. Hatta düşünün ki, Hoca efendi, referandumda bütün imkânlarıyla iktidarın yanında yer alma ihtiyacı duymuştur. Şu hükümet hiçbir şey yapmamış olsaydı bile sadece o referandum ile hasıl olan neticelerden dolayı sena edilmeye değer bir hükümet olmuştur. Daha özel manada, Bediuzzaman’ın büyük sevdalarından biri olan ‘Risalelerin Diyanet eliyle basılması’nı başlatmıştır. Eğer inşallah Ayasofya’yı da açarsa, istikbale dair verilmiş büyük bir ihbarı gerçekleştirerek bu ümmetin hakiki hükümeti olduğunu gösterecektir. Esasında, hariçtekilerin ondan rahatsız olanlarının asıl sebebi, bizim onlarda sevdiğimiz şu hallerdir…
Cemaat dahi bu millete hizmet için var olduğuna göre bu iki taifenin birbirini desteklemesi, sahip çıkması gerekirken, bir sırr-ı takdir ile birbiriyle çarpıştırılıyorlar. Cemel vakasında olduğu gibi. Siz o vakada birini haklı birini haksız görebilirsiniz amma ne Hz. Aişe ve taraftarlarını batıl sayabilirsiniz ne Hz. Ali‘yi… Ben şahsen öyle bakıyorum…
Bu günler geçecek. Sular durulacak. Bulanıklık sona erecek ve bu denizimizi çalkalayan dest-i kudretin, hangi incileri sahile atmak istediği anlaşılacak. Şu zamanda benim ihtiyar ettiğim yol “Mevla görelim neyler? Neylerse güzel eyler” düsturudur. Siz de öyle yapın diyemem. Ama iş oraya varacak.
İmdi, önümüzdeki döneme dair bir iki şey söylemekte yarar var diye düşünüyorum. Yazık ki zor ve zahmetli bir döneme; kader bazında, İslam âlemine kimin baş olacağının tayin edileceği bir dönem giriyoruz. Bugün Ortadoğu’da söz sahibi olan yabancılar, pozisyonlarını kaybetmemek için, her türlü fitneyi çeviriyorlar. Tabi onların varlığını kendi geleceklerinin gerekçesi bilen yerel hükümetler de bu fitnede pay sahibi…
İslam âlemi başsız durumda! Hatta denilebilir ki tıpkı II. Bayezid zamanındaki gibi üç başlı… Bu böyle olmaz. Bir baş lazım! İşte bu sancılar, o başın kim olacağını tayin edecek olaylara gebe…
Tarih içinde bu zamanımıza en mutabık düşen zaman Osmanlıların II. Bayezid dönemidir.
O döneme şöyle bir göz atılım.
Birinci mesele Cem Sultan Olayı. Cem Sultan, Bayezid’in kardeşi, devlet içinde devlet olmak istediği için kardeşiyle savaştı ve sonra Batı’ya sığındı. Nihayet Vatikan’ın emellerine hizmet eden bir hale düşürüldü… O dönemde batıya karşı ciddi hiçbir hamle yapılamadı o yüzden… (bunun bugünkü karşılığı malum)
İkinci en temel mesele İran ile münasebetlerdi. O gün de tıpkı bugünkü gibi İran Anadolu’da cirit atıyor ve Anadolu’daki Türkmen ve Yörüklerin arasında, yönetime karşı var olan hoşnutsuzluğu[2] kullanarak, Osmanlıyı içerden çökertemeye ve Şiiliği yaymaya çalışıyordu…
İran’ın o dönemdeki işleri bundan da ibaret değildi. Sarayda, padişahın etrafını sarmış bir ekip de vardı. Osmanlı Sarayı’nda genel anlamda iki buçuk klik bulunurdu her dönemde. Anadolu kliği, Rumeli kliği ve bir de batı taraftarları bulunurdu[3]. İşte Bayezid döneminde bu klikler dörde beşe çıkmış, Rumeli ve Anadolu kliği saray içindeki güçlerini kaybetmişlerdi.
Anadolu’nun elden çıkmaya başladığını gören Bayezid’in en küçük oğlu Trabzon Valisi Selim, bu konuyu sayısız mektuplarla babasına iletmek istedi ama Saray’daki İran yanlısı ekip o mektupları Bayezid’e ulaştırmadı. Nihayet Selim babasına tehditkâr bir mektup yazınca onu hemen önüne koydular ve “oğlun seni tehdit ediyor” dediler… Ondan sonra da baba oğul arasında mücadele başladı ki tarihin seyrini değiştiren o mücadeledir… Eğer, o gün Anadolu Kliği devreye girip de bir oldubitti ile Selim’i iktidara getirmeseydi, Osmanlı sarayını ele geçirmiş olan o klik, belki Osmanlı saltanatının rengini değiştirecek ve bugün Anadolu tamamen Şii olacaktı. (Unutmayın ki İran’daki devlet de Türk’tü. Allah doğrusunu bilir). Bugün de aynı sıkıntılar yok değil… Allah bu günümüzü yeni Şah Kulu isyanlarından muhafaza etsin. Onun da emareleri yok değil. Gezi olayları tabiat itibarıyla o isyanlara benzer fıtratta idi. Allah muhafaza etsin…
Üçüncü mesele Mısır meselesi. O gün de tıpkı bugünkü gibi Mısır yönetimi ile Osmanlı yönetimi kılıçları çekmiş bulunuyordu. Mısır’da Memlukler hâkimdi ve Memlukler, Osmanlı ile kafayı bozmuştu. Fatih Sultan Mehmet, hicaz yollarının güvenliği ve su meselesi konusunda Memluk sultanlarından ihtimam rica etmişti. Hacca giden Müslümanların can ve mal güvenliği konusunda… Halkını makineli tüfeklerle tarayan Sisi’nin, “Bunu yapamazsın’ diyen Türk hükümetine “Bu bizim iç işimizdir, karışamazsın” dediği gibi o günkü de Memluk hakanı Fatihe öyle cevap vermişti… O yüzden de Bayezid’e karşı Cem sultanı himaye etmişler ve Osmanlı’ya zarar vermek için her fırsatı değerlendirir olmuşlardı.
Dördüncü Mesele Suriye meselesi… O gün de Suriye Osmanlı ile Memlukler arasında sıkıntı olmuştu. Osmanlı ile Mısır arasında -bugün de İran ile Türkiye arasında- Dulkadiroğlu beyliği etrafında sıkıntılar yaşanıyordu. Fatih Dulkadiroğlu beyliğini de Anadolu birliği içine katmış, fakat konu tamamen kapanmamıştı. Bugünkü Suriye topraklarının da büyük kısmını içine alan Dulkadiroğluları beyliği meselesine tekabül eden bugünün problemi de Suriye meselesidir. O gün, İran Mısır’ın yanında yer alıyordu Dulkadiroğlu beyliği (Suriye) meselesinde Osmanlıya karşı, bugün de Mısır İran’ın yanında yer alıyor Suriye konusunda… En azından sesiz kalıyor…
Fatih tarafından nispeten sağlanan Anadolu birliği, bir taraftan İran’ın çomak sokmasıyla -bugün de olduğu gibi- bir yandan da II Bayezid dönemindeki o çok yönlü baskılar yüzünden Anadolu yine birliğini kaybetmekle yüz yüze gelmişti.
Bugün de bir yandan Kürt – Türk meselesi, diğer yandan alevi – sünni meselesi, önümüzdeki bir iki yıl içinde başlatılacak Türk- Ermeni meselesi yüzünden Anadolu birliği, hiç görülmemiş kadar tehdit altında. Evet, beylikler döneminde bir parçalanma söz konusu idi ama o zaman Anadolu aynı atanın çocukları arasında bölünmüştü. Toplanması, bir araya getirilmesi kolaydı. Şimdi ise hasebi ve nesebi ayrı kavimler arasında pay edilmesi tasarlanıyor ki bu çok ciddi bir beladır.
İşte böyle bir tahdidin arifesinde cemaat ve iktidar kavgası -ben inanmıyorum bu kavgaya. Bu cemaat ile iktidar kavgası olamaz, olamaz olamaz. Birileri bize öyle gösteriyor. Bence bu, dışımızdaki herkesle -Türk milletini bir kavgasıdır. Öyle bakmak lazım- ciddi tehlikeler içeriyor ve acilen durdurulmalı. Bu ülkenin ak saçlıları, encümen-i danişleri vardı! Neden müdahale etmezler şu anlamsız ve netameli tartışmaya! En azından bir yana ‘sus!’ demeliler artık!
Aksi takdirde Anadolu’nun birliği dağılacak. Bu, İsrail’in nihai maksadıdır. Çünkü Anadolu da iktidar Türker’de bulundukça iyi biliyorlar ki Arzı-ı Mevud gerçekleşmeyecek. Bunu Türk Devlet ve tarih felsefesine sahip herkes bilir ve bu konuda titizlenir!
Önümüzde badirelerle dolu dört yıl var. Ondan da önemlisi çok çok kritik iki ay var. Siyasi partiler ne yapıp edip, ülkeyi salimen ve sulh içinde secime ulaştırmalılar.
Evet, bu dört yıl nispeten gevşek zeminli ve zayıf olabilir. Fakat mutlaka badiresiz atlatılmalı. Bayezid döneminin ardında iktidar kapışmaları yaşandığı gibi bu dönemde de yaşanacak ve yaşanmaktadır zaten. Bu olup bitenlerden sonra bir Yavuz Sultan Selim’in gelmesi mukadderdir. O hem Anadolu birliğini bir kere daha sağlayacak hem de kurucular kurulunu oluşturacak! Ama ülkeyi ö deneme kadar salimen ulaştırmamız lazım.
Gemi çalkantılı sulara girdi. Tedbiri elden bırakmamak gerekir. Hiç merak etmeyin, gemi sahile varacak. Bunu rahatlıkla söyleyebiliyorum. Bu fırtına sona erecek ve bu gemi sahil-i selamete ulaşacak. Bunda zerre kadar şüphem yok. 2018 veya en nihayet 2023e vardığımızda bu sözlerimin hak olduğunu siz de anlayacaksınız.
Sonuç olarak her zaman dediğimi tekrar edeyim: Siz hallerinizi imanınıza, imanınızı Kur’an’ınıza uydurmaya bakın. Âlemin kralı siz olacaksınız. Haram lokmadan uzak durun ve amellerinizi Allah’ın rızasına uydurun! Hepsi bu! Selam ve dua ile…
[1]) Hiç kimse doğuştan iyi veya kötü değildir ama ona kötülükten başka bir şey telkin etmeyen bir nefs ile doğar.
[2]) Beylikleri Osmanlılar tarafından kaldırılan Türkmenler ve yörükler Osmanlıya karşı öfke taşıyorlardı. (MAB)