Mısır konusu sizi baymış olabilir ama ben bir iki kelam daha etmek istiyorum. Çünkü Mısır, eğer bundan sonra İslam’ın bir istikbali olacaksa, o istikbali hazırlayacak kültür coğrafyalarının en önemlilerinden biridir.
Bunlardan biri Hindistan coğrafyasıdır. İran, Hindistan coğrafyasına dâhildir. Hem zaten Hint -Arya gurubu, dil bakımından da aynıdır… İleride İslam’ın hadimi durumuna geçmesi muhtemel -İngiltere, Almanya, Hollanda gibi- Batılı halklar da o coğrafya içinde yer alırlar.
İkinci Havza Arap coğrafyasıdır. Onların temsilcisi Mısır’dır. Mısır, “İslam’ın Zeki bir Mahdumu” ismine mazhar olmuş, gelecekte de o isme layık hizmetler etmesi beklenen bir topluluktur. Hem ‘Ezher Üniversitesi’nin Medresetüzzehra‘ya önderlik etmesi gerekiyor ki bu açıdan da Mısır’a ve Mısır halkına çok iş düşmektedir.
Üçüncü havza Kafkas ve Türkistan coğrafyasıdır ki ikisi birlikte İslam’ın bahadır evlatlarıdırlar. İslam’ın müdafii ve kahramanlarıdırlar. Türkler, Bediuzzaman‘ın ifadesiyle “Eskiden beri i’lâ-yı kelimetullah ve beka-yı istiklâliyet-i İslâm için, farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile kendini yekvücut olan âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş…” (Allah’ın adını yüceltmek ve varlığını İslam’ın bekası için armağan etmek hizmetini üstlenmiş) bir kavimdir.
Her üç havzaya da büyük hizmetler düşmektedir. Zira Asya’da âlem-i İslam’da üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Batı’da ise birbiri üstünde üç zulmet (karanlık dönem) inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane (Müslümanları ellerindeki güç ve silahlarla mağlup edip baskı altına alan zorbalık) yırtılacak, takallüs edecek (tersine dönecek) tir. İslam âlemi zahiren buna hazırlıksız gibi görünse de Allah’ın izni ile bu gerçekleşecektir. Dünyanın sonunun geleceği ne kadar hak ise bunun tahakkuk etmesi de o kadar. Dileyen bizim şu linkteki yazımıza da bakabilir. (Avrupa İslam’ın Doğumuna Hazırlanıyor)
Asya’da Âlem-i İslam’da inkişaf edecek üç nur’un biri; Türkler’in, tarih içindeki misyonlarını yeniden üstlenmeleri; ikincisi; İran Havzası’nın tefekküri ve fikri manada yeniden İslam’ın hizmetine girmesi ve üçüncüsü; Arab’ın uyanmasıdır. Bu uyanış ilk Mısır’dan başlamamış olsa da Mısır (Tahrir Meydanı ve Ezher Üniversitesi) Arap uyanışının sembolü oldu. Şimdilik Suriye bu işin önünde mani gibi duruyor. O maninin kalkması çok çok yaklaştı. O gerçekleştiğinde İran dahi İslam ekseriyetiyle bütünleşmeye mecbur kalacak.
Mısır bu birlikteliğin gerçekleşmesi açısından da çok önemli…
Amma ki, Mısır’ın dertleri büyük… Çünkü toplum cidden fakir! Şehirler berbat. En modern şehir İskenderiye, o bile çok ciddi bir kentsel dönüşüme muhtaç durumda.
Kahire, hiç de adına yakışır bir durumda değil. Evet, şehir büyük bir devinim içinde. Ama halkının büyük bir kısmı perişan! Gelir belli ellerde toplanmış. Zenginlik var ama halk fakir.
Silkinişten önce -ki onlar devrim diyorlar- işsizlik oranı yüzde 40’larda imiş. Şimdilerde yüzde 45 civarında işsizlik var. Bu demektir ki her iki kişiden biri işsiz. Bunun cami önlerinde ve turistik bölgelerdeki dilenci sayısından da anlamak mümkün.
Çok daha vahim bir durum var ki anlatmak insanın içini acıtıyor. Başta İmam Şafii hazretlerinin türbesi ve camisi civarı olmak üzere, tüm kutsal mekânların bulunduğu bölgeler nerede ise kasıtlı bir şekilde geri bırakılmış. Sokaklar ve caddeler tam bir mezbelelik. Hatırlayın bir zamanlar, Süleymaniye, Fatih, Merkez Efendi, Yavuz Selim, Küçük Ayasofya ve benzeri gibi geçmiş medeniyetimizin taşıyıcı merkezleri olan bölgeler nasıl mezbelelikti… Aynı şey Mısır’da var.
İmam Şafi’nin türbesine giderken ağlamaktan kendimi alamadım. Türbeyi ve türbenin içine atılmış binlerce dilekçeyi görünce koptum. Biri iki tanesini alıp okuma imkânım oldu. İnsanlar, İmam Şafii’ye hallerini arz etmişler, zamandan ve zamaneden şikâyette bulunmuşlar. Valinin, belediye başkanının, sosyal işler bakanının yapması gereken işleri ondan istemişler. Türbenin için binlerce mektupla dolu… Birilerinizin, ”bunlar hurafedir” diye köpürdüğünü duyabiliyorum ama unutmayın ki bu insanlar, normal yollardan işlerini halledebilselerdi bu yola başvurmayacaklardı… Mekanlar bezgin, sokaklar bezgin, insanlar bezgin ve muhtaç. Aç ve sefil. Bir lokma için saatlerce peşinizden geliyorlar…
Bu insanlara bu mekânlara, bu merkezlere bu pislik, bu hal layık değil.
Yol boyunca mezarlıklarda kalan insanlar, mezarlıkları mekân tutmuş insanlar gördüm. Yüzlerce mezar evlerde yaşayan binlerce insan var… Bir deri bir kemik kalmış insanlar, adeta eski çağların cüzzamlılarını andırıyorlar.
İslam’ı ve eski medeniyetimizi temsil eden alanlar, Firavun mezarlarına gösterilen ilginin çeyreğine bile mazhar değiller… (Hatırlayın bir zamanlar da bizde sadece Bizans ve Roma eserleri restore edilirdi. Allah’tan Refahlı Belediyecilik memlekete geldi de Türkiye şehircilik gördü, bize ait eserlere de merhamet elleri uzanmaya başladı. Ak Partili belediyelerin en çok beğendiğim yanları da ata yadigarı tüm eserleri ihya ediyor olmalarıdır…) 1980’lerin kirli, paslı, havası solunamayan, çöpleri sokaklarda taaffün etmiş, denizleri lağım kokan -Allah’tan Nil öyle kokmuyor- kim kime dum duma -düşünün ki trafik lambaları yok- İstanbul’un Nil deltasına koyun. İşte size 2012’lerin Kahire’si!
Güya beş yıldızlı bir otelde kaldık. Ama otelin sunduğu hizmet bizdeki üç yıldızlı oteller kadar bile değil. Yol boyunca rehberlerimiz kalacağımız otel konusunda hayal kırıklığına uğramamamız için bizi uyardılar ama yine de hayret etmekten kendimizi alamadık! İnsan ve hizmet profili gelişmemiş. Toplumun de tıpkı şehirleri gibi büyük bir dönüşüme ihtiyacı var.
Ezher Camii ve medresesi, bugün de Mısır’ın can damarlarından biri. İslam dünyasının, kadim zamanlarından beri hizmet gören bu yegâne medresesi bugün de İslam’a hizmet veriyor. Bir zamanlar, Arap dünyasalındaki Türk düşmanlığının merkezi haline gelmiş olmasına rağmen, İslam ümmetinin kurtuluşu için ciddi çaba harcayan, ümmeti bir arada tutacak fikirleri üreten büyük alimler ve mücahitler de yetiştirmiştir. Bugün Arap uyanışının en önemli aktörlerinin en başında gelen merkezlerden biri olma sıfatını hala kendisinde taşıyor. Dirayetli, ferasetli ve basiretli bir insanın neler yapabileceğini orada kıldığım bir Cuma namazı sırasında gördüm.
Her iki taraf da cenazelerini Ezher’e getirmişti. Cumada büyük bir izdiham vardı ve hava nerede ise öfke ve kin ateşiyle tutuşacaktı. Farz kılınır kılınmaz herkes ayaklandı ve sloganlar atılmaya başlandı. Atılan ilk sloganlardan biri “Bi’d-dem bi’r-ruh nufdîke ya şehid” (Ey şehid kanımızı ve ruhumuzu senin için feda edeceğiz) şeklinde idi. İmam hemen müdahale etti: ”Kendisi için fedakârlık yapılmaya layık olan İslam’dır” deyince öteki grup “Bi’d-dem bi’r-ruh nufdîke ya İslam” demeye başladı. Ortam gerildi. İmam ortalığı yatıştırmak için defalarca salavat getirtti. Belki on kere on beş kere cemaate salat ve selam okuttu. Salat ve selam yatıştırıcıdır. Sonra onlarca defa Hz. Peygamber’in ve Kuran’ın bize sakin olmayı telkin ettiğini, beliğ konuşması ve nafiz sesiyle 25 otuz dakika sükûnete davete etti. Sonunda cemaat yatışınca cenaze namazlarını kıldırdı. Ben eminim, o gün orada Allah o zat sayesinde Mısır halkını büyük bir musibetten muhafaza etti.
Ortada polis yoktu. Camiye giderken büyük bir polis barikatı ile karşılaşacağımı sanıyordum ama bir tane bile polis yoktu. Bir arbede çıksa kimse müdahale edemeyecekti. Ve Mısır belki de geri dönüşü olmayan bir kan ve gözyaşına batacaktı. Allah korudu ve imamın sükûnet çağrısı ile cemaat sükûnet içinde dağıldı. Ezher, bir kere daha büyük bir hizmet etmişti Mısır’a ve Müslümanlara. Ben o zaman Bediuzzaman‘ın neden Medresetüzzehra’yı Ezher Medresesi’ne kardeş diye tanımladığını bin kere daha anladım.
Türkiye’nin rehberliğine, tecrübelerine cidden ihtiyacı var Mısır’ın. Türkiye’de değişik konularda tecrübe ve hizmet sünen şirketler çoğalmaya başladı çok şükür. Şehircilik ve çevre konusunda da eminim Mısır’a katkı verecek, projeler hazırlayacak kuruluşlarımız ve stk’larımız vardır. Bence tam zamanıdır, tecrübelerini gelecek adına onlarla paylaşmak için.
Fakat bunu yaparken Mısırlıların gururunu da incitmemek gerekir. Zira İslam ile bağları zayıflamış her toplumda olduğu gibi Mısırlılar da kadim kültür ile İslam’dan ziyade bir alaka kurmuşlar. Bir zamanlar bizimkiler de Hitit’ten Sümer’den medet ummuşlardı hatırlayın. Toplumun İslam ile olan bağlarını zayıflatmak için götürüp geçmişimizi Hitit’e bağladılar. Hâlbuki ne ırk olarak ne din ve kültür olarak Hitit’le bir bağımız kalmıştı.
Aynısını Şah yaptı. Aynısını Saddam yaptı. Ve maalesef Mısır da İslam geçmişine atıf yapaktan utanıyor ama Firavunlardan söz edilince herkes kendisini Ramses’in oğlu sanıyor… Bu tam cahiliye asabiyesidir ki İslam toplumlarını, kader nezdinde, zulme müstahak kılan firavunnane hissiyattır.
Kendilerine İslam’dan başka bir mehaz seçen her İslam kavmi helak olmaya müstahak olur. Cumhuriyetin ilk kurucularının bu dayatması Allah’tan Türk haklı tarafından kale alınmadı. Yoksa bizim de akıbetimiz Saddam’ın Irak’ı gibi olurdu.
Mısır halkının da o akıbete düşmemesi için bu zihinsel ırkçılıktan kurtulması gerekiyor. Kolay değil. Hepimizin damarlarındaki kana bir parça ırkçılık sinmiş, bulaşmış durumda. Çünkü Mısırın çocukları da bizim gibi seküler bir eğitim sürecinden geçti. Bizim kadar olmasa da orada da ciddi bir batılı etki var. Mısırın en azından eski medeniyeti temsil eden kurumları -Ezher gibi- ayakta kalmıştı. Bizim tüm tekke, zaviye, cami cemaat, kuran, medrese, ocak ve dil ve medeniyet algımız yerle bir edilmişti. Bu durum bize devletin bir dayatması olduğu için toplum direnç gösterdi. Mısırda ise bu değişim sivil süreçlerle gerçekleştiği için etkilenme daha derinlere vardı.
Fakat o da artık kendisini toparlamaya başlamış. Türkiye’nin, yeni bir medeniyet inşasında hakiki yol arkadaşı olacak bu topluma her türlü desteği vermesi, sön derece önemlidir…
Ve inşallah, bu iletişim her iki halkın da faydasına olur…