Türkiye maalesef, yeniden kuşatıldı ve İslam dünyası ile ilişkisi bitirildi. Önümüzdeki dönemde Irak’ta yüksek düzeyli Şii -Sünni çatışmaları başlarsa şaşırmayın…
2012’ye giriyoruz. Şartları tam da 1912 şartları gibi. Maalesef, Türk devlet geleneği ne diplomasiyi biliyor, ne tarihten örnek almayı beceriyor. Yüze gülerken dipten kuyu kazmayı veya k uyu kazarken, yüze gülmeyi ise hiç beceremiyorlar.
Gençlik dönemimizde çokça duyduğumuz bir replik vardı: “Türkler savaş meydanında kazanırlar ama masada kaybederler”
Bundan nefsimiz gizli bir gurura kapılır, masadaki mağlubiyeti önemsemezdik.
Oysa modern zamanların savaşları artık masada kazanılıp kaybediliyor. Biz bunu öğrenemedik. Bugün çok daha dar alanlardaki paslaşmalar ve gizli oyunlarla ülkeler itibar değer kaybedebiliyor.
Yaklaşık iki yüz yıldır ya meydanlarda veya masalarda yenilen taraf hep biz olduğumuz halde, şu diplomasi denilen maskeli savaşı bir türlü öğrenemedik. 1800lerin başından beridir, İstiklal harbi dâhil, Türkiye tüm savaşlardan mağlup ayrıldı. Ya hükmen ya zımnen mağlup sayılarak ya hakkı olanı alamadı ya da reddettiği şeyi başka bir isim altında kabul etti. Lozan Barış Anlaşması da dâhildir. Nitekim en başarılı olduğumuzu sandığımız İstiklal Savaşı sonucu imzaladığımız Lozan Barış Anlaşması bile maalesef, Sevr’in yumuşatılmış bir kopyası olmaktan öteye gitmedi. Türkiye güya reddettiği kapitülasyonları 1963 yılına kadar, ödedi. Üstelik de bize redd-i miras ettirdikleri halde…
Güya bağımsızlığımız tanıdılar. Türkiye’ye dayatılan şartlar, İkinci Dünya Savaşı sonunda mağlup olan Almanya ve Japonya’nın düşürüldüğü halden daha acımasızca idi. Dinimizden feragat etmiş, atalarımızın kullandığı harfi terk etmiş, kıyafetimizi değiştirmiş, toplumu bir arada tutan tüm bağları kırmış ve ceddimize ve onun değerlerine hakaret etmeyi marifet bilmiştik.
Buna rağmen yakamızdan düşmediler bir daha ayağa kalkamayalım diye aramıza laiklik-anti laiklik belasını sokuşturarak, bizi, bir daha uzlaşamayacak siyah/beyaz iki guruba ayırdılar. Hakikaten de Türk milleti, derdest edilmiş kendi idarecileri tarafından gücü kırılmış ve Avrupa için asla tehdit olmayacak aciz bir hale getirilmişti.
Bu durum 1950’li yıllara kadar devam etti. O tarihten sonra Batı’yı temsil eden ülke değişti. Artık muhatabımız İngiltere ve Fransa değil, Amerika idi. Amerika da bizim varlığımızın devamını, İsrail’i koruyup kollama şartına bağladı. İsrail’e ne kadar yakın durur, hizmet edersek o kadar ‘adam’(!) yerine konulacaktık. Türkiye’nin âli menfaatleri bile İsrail’in çıkarlarıyla özdeşti.
ABD’den onay alamayanlarımız siyaset yapamıyor, İsrail’in benimsemediği MİT müsteşarı olamıyor, Pentagon’un olurunu alamayan kurmay ve genelkurmay olama şansını kaybediyordu. İşçiye ve memura ne kadar maaş vereceğimize İMF, faizin ne kadar inip çıkacağına Dünya Bankası, kiminle dost kiminle düşman olacağımıza İsrail, Amerika karar veriyordu.
Böylece 80 yılı geçirdik. Bu düzeni bozacak hiçbir siyasi akıma, gelişmeye fırsat verilmedi. Verilmediği gibi ele geçirilirmiş derin devletimiz de milli menfaatimizi ‘batı kulübünün kapısında badigartlık’ diye tanımlıyordu. Askerimizin en kutsi amacı, bu sistemin ayakta tutulmasıydı.
Keza, halkın ‘monşer’ler diye adlandırdığı hariciye ordumuzun en temel hedefi dahi, Türkiye’yi İslam imajından ve İslam ülkeleriyle yakınlaşmaktan uzak tutmaktı. Türklük ve Müslümanlık onlar için züldü. Kısacası, halkından başka hiçbir şeyi İslamiyet ve Türklükle ilintili olmayan seksen yıllık bir devlet hayatımız oldu. İşin acısı da Bu devlet milli devlet olarak lanse edildi.
Batıya karşı, aptal, aciz, çaresiz ve edilgen… Kendi halkına ve diğer İslam ülkelerine karşı, lakayt, küstah ve acımasız… Öyle ki batılı ülkeler Türkiye’ye istediklerini dayatmak için yeni taktikler geliştirmeye bile ihtiyaç duymadılar. Zira Türkiye her seferinde aynı delikten ısırılabiliyordu.
En küçük bir batılı devlet bile, kendilerinin uydurup bize isnat ettikleri bir ayıbı öne getirip yıllarca bize istediklerini yaptılar. İrapta mahalli olmayan bir devlet bile bize zılgıt çekebildi. Taktikleri hep aynıydı.
***
Şimdi yine aynısını yapıyorlar. İşte Fransa, yine Ermeni maşasını kullanıyor. Karşımıza kendisi çıkmıyor. Ermenistan’ı sürüyor. Şu Ermeni fukaraları da kullanılmaktan bıkmadılar!
Plan basit. Ermenistan kışkırtılacak, Rusya işin içine çekilecek, Türkiye ayağa kalkacak, Fransa’yı vazgeçirmek için, beş on milyar dolarlık malzeme almayı taahhüt edecek ve fukara Ermeni yine avucunu yalayacak. 1900’lerin başında olduğu gibi…
Ama bu sefer durum biraz farklı! Galiba bu kere Fransa da kendi inisiyatifiyle işin içinde bulunmuyor. Eskiden İsrail, Türkiye’nin sıkıştırılmasına göz yumardı ama daha ileri gidilmesine müsaade etmezdi. Çünkü biliyordu ki Türkiye, kendi emirber neferidir.
Fakat bu sefer farklı! Mızıkacıların şefi bizatihi İsrail! Çünkü ‘nefer’ (Türkiye) eskisi gibi hizmet etmiyor. Başbakan One Minute dedi ya, bunu sparatlaya ödetmek istiyor İsrail. Ama kendisi ortalıkta yok. Uşaklarını kullanıyor. Aslen Yahudi olan Sarkozy ve Merkel’e işi havale etmiş, Türkiye’yi yalnızlaştırmaya ve sıkıştırmaya çalışıyor. Amerika’nın Türkiye’ye karşı şu sıralardaki dostane tavrı bile ince bir diplomasidir bence! Bunun en bariz delili Irak’tır; yakında göreceğiz!
Türkiye maalesef, doğusundan başlanarak, yeniden kuşaklandı ve İslam dünyası ile ilişkisi bitirildi. Önümüzdeki dönemde Irak’ta yüksek düzeyli Şii -Sünni çatışmaları başlarsa şaşırmayın. Çünkü Amerika, bilardo masasındaki topları öyle bir konumda bıraktı ki siyah topa kim dokunursa dokunsun kan dökülecek!
Irak Başbakanı Maliki’nin Amerika’da yaptığı açıklama manidardı. Ne demişti, “Irak için İran değil, Türkiye tehdittir, Türkiye iç işlerimize karışıyor”. O Maliki ki o seyahatten daha bir hafta önce, türkiyede izzet ikramla karşılanmıştı. Önceki gün de Irak’ın Sünni liderini hırsızlıkla suçladı ve devlet güçlerini üzerine saldı. Samanlık her an tutuşabilir yani. Ve maalesef Batı bir kere daha içimizdeki bin dört yüz yıllık ikiliği kullanmayı başardı. Esasında batı, bunu hep başarmıştır nedense. Libya’dan çok daha beter manzaraların yaşandığı Suriye’ye müdahaleyi geciktirmeleri boşuna mı sanıyorsunuz. İdare mısırdaki veya Libya’daki gibi Sünnilerde olsaydı çoktan Suriye’nin tepesine çökmüşlerdi.
***
Amerika, iyi polisi oynuyor şu sıralarda. İsrail’e kayıtsız şartsız hizmetin faturalarını ödemekten bıktığı için işi Avrupa’ya havale etti.’ Biraz da siz çalışın’ dedi! O yüzden Avrupa tüm hatlarıyla Türkiye’ye yükleniyor. Rusya Ermenistan ve Gürcistan’daki askeri varlığını arttırıyor. Alman derin devleti –ki onların derin devleti de bizimki gibi Siyonist/İsrail kontrolünde- gırtlağına kadar Türkiye’deki olayların içinde. Fransa, belli ki, efendisine hizmet ederken bir yandan da ekonomisini bizim üzerimizden düzeltmek istiyor.
İsrail, Kuzey Irak’tan İsrail’e göç etmiş Yahudileri geri göndereceğini açıklıyor ve bunların daha başlangıç olduğunu söylüyor. En yetkili ağızlardan “Kuzey Irak ile daha çoook işler yapacağız” diyor.
Evet, şartlar, gerçekten, tam da 1911’lerin şartlarına benziyor. Türkiye zorla ve göz göre göre bir çatışmaya zorlanıyor. Bunun henüz kim olacağı da belli değil.
Ve maalesef biz hala diplomasi yapmayı bilmiyoruz. Başbakanımız One Minute dedikten sonra bunu bir rövanşının gelebileceğini düşünmedik. Mavi Marmara’nın bir bedeli olacağına hesaba katmadık. Hesaba katmamakla da kalmadık unutup gittik. Karşı tedbirler geliştirmeyi, güçlü yine müttefikler edinmeyi bile beceremedik.
Uçuyorsunuz, büyüyorsunuz, gidiyorsunuz, yürü koçum kim tutar seni’ dediler, havaya girdik. Elbette büyüyoruz, elbette istikbale gitmek ve gelecekte söz sahibi olmak için bu imletin muazzam bir gayret ve hırsı olduğu kesin. Ve hatta –Allah’ın izniyle- bu senaryolara rağmen de bu gidişin devam edeceğine inanıyorum. Ancak, şu sürecin badiresiz ve kazasız atlatılması için ciddi bir gayret ve ihtimam gerektiği de ortada.
Bediuzzaman, ‘bir gün gelecek bu millet Risale-i nur ile övünecek, her yerde risale-i nur okunacak ve aranacak’ dediği ve buna canı gönülden inandığı halde, bir yandan da sürekli talebelerini dikkatli olmaya ve itiyatlı davranmaya çağırıyordu. Benim bu tür yazılarım da o nevindendir.
Türkiye muhakkak yeni güçlü dostluklar kurmalıdır, yeni müttefikler oluşturmalıdır. Ama şu günlerde şartlar pek de lehimize görünmüyor. Bu açıdan bakıldığında Sayın başbakanın hastalığı dahi bana planlı bir mesele gibi geliyor. Atilla’dan Fatih’e, Fatih’ten Özal’a ve daha bilmediğimiz nice kahramanlara kadar bu milletin umut bağladığı kahraman, ya zehirlenmiş ya saklı ve sinsi tuzaklarla ortadan kaldırılmıştır. Bilen bilir ki artık birilerini uzaktan hasta etmek işten bile değil!
Evet, cidden kritik bir ortamdan geçiyoruz. Türkiye ne yapıp edip Kürtleriyle ve içindeki Şiileriyle sağlam barışlar tesis etmeli. Gerçek bir iç demokrasi oluşturarak Ermeni cemaati dâhil, tüm unsurlarını, bu ülke ile barışık hale getirmeli. Yakında buna çook ihtiyaç olacak!
Dış ilişkilere gelince… Şu belli oldu ki, Türkiye, İsrail ile ipleri zamansız koparmış. Bu kadar it ve çakal ile dalaşmaktansa ‘Tilki’ ile ahbaplığı yeniden düşünmelidir. Hem İsra Suresinin, ilk 8 ayeti, (Daha önce ‘Canımı Sıkan bir ayet’ diye yazmıştım) İsrail için barış yolunun da açık olduğunu bize gösteriyor. Türkiye pekâlâ şu kadar ‘dostluk bilmez’, İsrail’e uşaklık yapmaya teşne sefillerle meşgul olacağına, efendileri ile yeniden dost olmayı denesin! Zaten ayet de Türk milletine telkin edilen o değil mi?
Gerçekten Türkiye diplomasiyi öğrenmeli artık. Dostluk ve saflıkla bir yere varılsaydı, Suriye meselesi bu noktaya gelmezdi.
Evet, İslam’ın uyanması, Arabın uyanması ile olacak. Ben Arabın uyanmaya başladığını görüyorum. Ama bu uyanışın İslam’ı uyandırmasına daha epey zaman var gibi görünüyor. Türkiye bu dönemde elini güçlendirmeyi tercih etmeli…