Anadolu halkının semavi dinlerle tanışması Pavlos sayesinde olmuş.
Gerçi Pavlos‘tan önce de Anadolu’da -fakat kapalı devre yaşayan- Museviler vardı. Fakat katı tutumları ve ancak Yahudi bir anneden doğanların kabul edildiği bir din olduğu için yayılmıyordu. Antakya, Tarsus arasında yer yer Yahudi kolonileri mevcuttu.
Anadolu halkı kendine göre dindardı. Çoğu, Sır dinler dediğimiz bir tür tanrıdan olma çocukların (isis-osoris, Suriye Baalleri ve Adonis, İran Mitrası, Yunan Elusinian‘ı sayılabilir) etrafında şekillenmiş, yarı putperest yarı pagan dine mensuptular.
O zamanlar, insanlar, soyutu kavramakta güçlük çektikleri için, illa da dokunabilir tanrılara ihtiyaç duyuyorlardı. -Hatta hatırlayın, İsrailoğulları bile, koca deniz yarılması mucizesini yaşadıktan sonra Sina yarımadasına geçip de orada putperest bir kavim görünce, Hz. Musa’dan onlarınkine benzer dokunabilir bir tanrı talep etmişler ve Allah’ı gözle görmeyi istemişlerdi. Tabii ki bu, onların uzun süre Apis kültünün hâkim olduğu bir kültür ortamında yaşamış olmalarındandı.
Yani içinde yaşadıkları kültürden şu veya bu şekilde etkilenmişlerdi. Nasıl ki bugün, Türkiye’de iyi bir örgün eğitim almış her insanın inancında, dini yaşamında şu veya bu şekilde -az veya çok- mutlaka sekülerizmin veya Atatürk kültünün paganist etkisine rastlamak mümkünse aynı şekilde İsrailoğulları da uzun süre, Tanrı insanların yönettiği Mısır’da yaşamış olmalarından dolayı soyut bir İlah fikrini algılayamıyorlardı…
Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesinden -bize göre göğe çekilmesinden- sonra, havarilerin sağa sola dağıldığı yıllarda Anadolu’da büyük oranda bu tür Tanrı’lardan olma insanların etrafında yaratılmış mistik dinlere inanıyorlardı Anadolu’nun büyük kısmında İran menşe’li Mitra, Batı kesimlerinde ise Yunan menşeli Elusiniyan kültürü hâkimdi.
Bu sır dinlerin temel özellikleri, Tanrılaştırılmış insanların etrafında yaratılmış esatir ve gizemdir. Sır dinlerde tanrı bir insandır. Ama bu insan ‘tanrısal bir öz’ taşımaktadır. Fevkaladedir. Tabii ki onlar da birer insandır ama takipçileri tarafından insanüstü addedilerek, zaman içinde, adeta sevgileri yürüklere içirile içirile sanal bir tanrı konumuna yükseltilmişlerdir. Herhangi bir fani, yüreklerde bu mertebeye ulaştırıldığında, artık onun eserlerinin ve yaşam tarzının bir din halini almasını kimse önleyemez. Nitekim putperestlik de böyle doğmuştur ve ritüellerini de var etmiştir. Bizim cumhuriyetimizin de hayli ritüelleri var malum!
Sır dinlerin en büyük özelliği, varsayımdır, ön kabuldür. Kahramanlarının asıl yüzleri karanlıkta kaldığı için gizemlidir. Evet, insandılar ama ya anneleri tanrıdır ya babaları! Ya da bir takım başarılarından dolayı bedenlerine tanrısal özün hulul ettiğine inanılırdı.
Pavlos O Zaafı Kullandı
Başlangıçta yaman bir Hz. İsa düşmanı olan Pavlos da toplumdaki o zaafı kullandı. Çünkü insan tabiatının ilginç açmazlarından biridir hayranlık duyduğuna ilahlık atfetmesi… Tarsuslu zengin bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen ve iyi bir din ve tarih eğitimi alan Pavlos, Hıristiyanlık öğretisine (dinine) öldürücü bir darbe indirmek için, Şam’a bir seyahat planladı. Orada bulunduğuna inandığı büyük Tevrat âlimlerinden Hz. İsa’nın nebiliğini yok saydıracak deliller bulmayı umuyordu. Nitekim eli boş dönmedi. Daha Şam’a varmadan ‘öldürücü’ zehri bulmuştu. Güya yolda Rab ona seslenmiş ve demişti ki “Oğlum’dan ne istiyorsun!” Böylece bir taşla birkaç kuş vurmuş oldu.
Bir kere Hz. İsa’yı fani bir peygamber olmaktan çıkararak, bir mitra haline getirmişti. Kendisi de -o günün deyimiyle– ‘Rabb’in hitabına mazhar bir kahin’ (Kohen’ler de eski Yahudi kahinler sülalesinden gelirler) olmuştu. Her sözü kanun olacaktı. Nasıl olsa, böyle bir yalanı kabul edecek kültür ortamı vardı. Anadolu baştan ayağa bu tür, kerameti kendinden menkul tanrılarla doluydu.
Pavlos o ortamı iyi kullandı. İyi bir hatipti, paganların, Şeriata (Musevi şeriatına) ve sünnet geleneğine itirazları olunca hemen diyordu ki, “canım siz şeriata bakmayın, sünnet olmanıza da gerek yok, İsa’yı ‘Tanrının oğlu bilin” yeter. Yahudilerle karşılaştığında ise tam bir şeriat âlimi gibi konuşuyordu. Nabza göre şerbet veriyordu. Sık sık manastırlarda vaaz ediyor hutbe/nutuk irad ediyordu ama yaydığı din tam bir Sır dindi. İsa tanrının oğluydu, kendisi de o dinin ‘inisiyesi’. Müthiş bir gizem var etti ve Hz. İsa’nın getirdiği din gitti, yerine Pavlos’un icat ettiği Sır din geldi. Böylece de Hırıstiyanlık, tüm Anadolu’da hızla yayıldı…
Hıristiyan olmak isteyen bir paganın, hayatında fazla bir değişiklik yapması gerekmiyordu. (Anadolu Aleviliğinin temelinde de bu sır dinlerin izleri vardır. İçine tanrı hulul etmiş bir Ali’yi sev, istediğin gibi yaşa. Namaz yok, abdest yok, hac yok zekat yok…) O yüzden de o Hıristiyanlık Anadolu’da hızla yayıldı. Roma, dipten dibe gelişen ve sistem için tehlike arz eden bu yeni dine karşı çok acımasız davranmıştır ama baş edememiştir. Sonunda da baş eğmiş ve Roma’nın kalbi olan Roma kendi bu dinin merkezi olmuştur. Yani bugün en büyük Sır din Pavlos Hıristiyanlığıdır denilebilir… Ve maalesef Kemalizm de o yönde ilerliyor…
Yeniden Paganizim mi?
Bu meseleye temas etmem de bu yüzdendir… 10 Kasım günü Anıtkabir’i ziyaret eden insanlarla yapılan röportajları dinlerken bu hisse kapıldım. Çoğu insan tuhaf bir vecd içinde idi. Sanki tarihi bir şahsiyeti değil de tanrıyı ziyaret etmiş gibi huşu içindelerdi. Samimi idiler ve çoğu da ağlıyordu izlenimlerini anlatırken.
Eyvah dedim, laiklik adı altında dayatılan yaşam biçimi, nihayetinde toplumda derin bir dönüşüme yol açmış ve Atatürk, bir insan olmaktan çıkarılarak bir Mitra’ya dönüştürülmüş.
İslam inancının resme ve heykele karşı duruşunun hikmetini bir kere daha yüreğimde hissettim. Evet, İslam, bütün bir resmin veya heykelin evlerimizin içinde bulundurulmasına bile cevaz vermezken, siz bir milletin evlatlarını seksen yıl, ‘kurtarıcı’ adı altında bir manaya serfuru ettirirseniz, nihayetinde bir çok kalpte o şekil hakikate dönüşür. İnsan tabiatı böyle bir şey!
Ruhun deşifresi adlı eserimde ‘Duygusallık Şeytandandır’ dediğim bir bölüm var. Orada da ifade ettiğim gibi suret-i haktan görünüp insanları mahveden görüngü/fenomendir duygusallık! ‘Duygu’ dediğimiz ve aslında insanı yücelten bir özün, sinsice insanı yıkıp çürütmesidir duygusallık! Aşk, tutku, ırkçılık, bağımlılık vesaire gibi sonunda insanı mahveden tüm zaafların anasıdır duygusallık! Tahtaya, taşa, surete biçim veren, olağanüstü güçler yükleyen bir sihirdir. Bediuzzaman “her şeyin bir Rafızilik noktası var” demiş; yani bir mananın, kavramın, gücün, algının, duyunun ve duygunun, ‘vasat’ından taşırılması, ifrat veya tefrit anlamıyla kullanılması hali! Sevginin, vefanın, bağlılığın gerçek işlevselliğinden taşırılarak adeta insanı köleleştiren bir mertebeye vardırılmasıdır duygusallık.
Duygular, insana, insanlara, çevreye ve eşyaya karşı saygılı olmamız için bize verilmiştir. Annemizi, babamızı, eşimizi, çocuklarımızı, ailemizi, akrabalarımızı, milletimizi ve topluma büyüm hizmetlerde bulunmuş önderlerimizi sevebilmemiz, üzerinde yaşadığımız şu dünyayı yaşanabilir kılmamız ve yardımlaşmamız için verilmiştir…
Ama siz o duygularla oluşturduğunuz ilişkileri, sevgileri, bağlılıkları, sizin doğru karar vermenizi önleyecek ifrata ulaştırırsanız, o artık sizin tuzağınız ve zaafınız olur… Eşiniz, çocuğunuz, aileniz, itibarınız, makamınız, sosyal statünüz, milletiniz, ırkınız, vatanınız, dininiz, atanız… hepsi ama hepsi aynı zamanda sizi sınırlayan, sizi doğru hareket etmekten alıkoyan belalara dönüşebilirler.
Asırlarca putlara tapınmış, heykellerin önünde çocuklarını doğramış, kurban etmiş insanların bizden çok farklı olduklarını sanmayınız. Onlar da bizim gibi akıl ve mantık sahibi idiler. Sadece, duygularını sınırlarından taşırmış, sevgilerini ifrata vardırarak fani insanları gereğinden fazla yüceltmekte beis görmemişlerdi. İnsan bir nesneye bir ikona hak ettiğinden fazla değer vermeyi görsün. Şeytan ve nefis ondan hemen bir tanrılık miti var etmeyi hep başarmıştır. “Kepim olmadan asla” diyen adam, bir gün gelir, gerçekten o şarkıları kendisine kepinin söylettiğine inanır…
İnsanın okumuş olması, entel takılması, güya modern ve medeni olması kişiyi bu hale düşmekten alıkoymaz. Eğer zihinsel kodlarınıza bir faninin de tanrı olabileceği postülası nakşedilmişse -ki bu milletin çocukları, ana rahminden itibaren böyle telkinlerle büyütüldüler- ve siz de buna inanmışsanız, hiçbir eğitim sizi puta ve taşa tapmaktan, gidip o tapınaklarda o fanilere halinizi arz etmekten, onlardan medet ummaktan kurtaramaz!
Bu, insan tabiatının tuhaf ama dehşetli bir realitesidir! Tarih içinde mahvolmuş, yok olmuş toplumların başına gelen felaketlerin en temelinde, bu zihinsel aberasyon (sapma) ve bu derin duygusallık yatmaktadır. Yazık ki modernizm adı altında giderek yaygınlaşan şu paganizmin, nereye varacağını tahmin etmek zor değil. Kemalizm hızla ‘Sır Din’ olma yolunda. Elbette bunda Mustafa Kemalin bir günahı yok. Esasında hiçbir esatir ve Mitra, kendisi mabut olmayı istememiştir! İnsanlar temelinden taşırılmış sevgileriyle onları o mertebeye çıkarırlar!
Tevhid inancının büyük acılar ve savaşlar neticesinde yerleştiği şu toprakların yeniden kadim sapkınlığa yönelmesi ve asırlarca tevhide bayraktarlık ve taşıyıcılık etmiş bir milletin evlatlarının bu hale gelmiş olmaları hakikaten dehşet verici!
Biz biliyoruz ki Allah birdir. O kendi zatında var ve yeterdir. Ezelidir ebedidir. Doğurmamıştır, doğrulmamıştır. Eşi benzeri yoktur. Siz bu gerçekliği zihninizde zaafa uğratırsanız, her olağanüstü şeye tapınmaktan kendinizi alıkoyamazsınız. Bu yüzdendir ki Cenab-ı Hak, inananları günde en az 165 kere “La ilahe İllallah” demeye davet etmiştir. Bu, telkin -haşa- insanı bir takım ilahlara karşı uyarmak için değildir aksine, insanı, kendi içinde var ettiği sanal tanrılardan; ve onu şeytanın ve nefsin kölesi haline getirecek asılsız sevgi ve tutkulardan korumak içindir.
Mihverinden çıkarılmış, taşırılmış sevgiler, abartılmış sıfatlar ve hak edilmemiş övgülerle içimizde yarattığımız sanal tanrılara karşı, insanı bağımsızlığına kavuşturmak içindir o tekrar: Allah’tan başka ilah yoktur! Fakat o gün o insanları dinlerken, her birinin yüreğinde var ettiği bir sanal mabuda tapındıklarını hissettim.
Tağut ve Cipt tam da böyle bir şeydir. Dostlarını, yüreklerindeki kin nefret ve ve sevgileri kullanarak onları aydınlıktan karanlığa sevk eder. Ama onlar kendilerini aydınlıkta sanırlar.
Allah ise inanların dostudur, onları karanlıktan aydınlığa çıkarır.