Eşyanın, niçin yaratıldığını bilmesi gerekmez.
Çünkü varlık, kendi arzusu ve izniyle var olmamıştır. Yaratıcı, onunla kudretini ve sanatının kemalini göstermek istemiştir, hepsi o kadar.
Şu masa, siz onu orada istediğiniz için oradadır. Kendisi ‘Ben bu odaya yakışırım…’ diye gelmemiştir.
İnsan dahi böyledir. Yani onun da buradaki varlığı kendi iradesi ve arzusu ile değildir.
Tabii ki bir farkla! Eşyanın, niçin var edildiğini bilme zorunluluğu yok ama bilinçli bir varlık olan insanın, varlık sebebini idrak etmesi gerekiyor. Çünkü ona böyle bir bilinç ve sorumluluk yüklenmiş. Evet, o da bir eşyadır amma ona ‘İlah’tan bir ‘nefha’ üflenmiştir; yani kendini ve Yaratıcısını bilme bilinci! Onun için gerekli donanım da verilmiştir. İşte temel sorun bu!
İnsan da kendisini masa gibi sorumsuz bilmek istiyor. Oysa o masa değil. Masayı da, masanın niçin var edildiğini de, kendisini de, bütün bunları böyle yapan Kudreti ve maksadını da bilmekle mükelleftir, sorumludur…
“Bu sorumluluğu ben istemedim!” demeye hakkı da yoktur. Hatta bu bir edepsizliktir varlık sorunu açısından! Kendini Yaratıcı ile eşdeğer tutmaktır. Basit bir misal vereyim; bir futbolcunun, saha içinde kendisine ceza verilmesi durumunda, ‘Ben bu cezayı da ceza vereni de tanımıyorum…’ demesine benzer. Kendi içinde kurallara sahip bir oyun olan futbolda bu durum, oyuncunun kırmızı kartla oyundan çıkarılmasıyla neticelenebilir.
Evet insan sorumsuz değildir. Kabul etse de etmese de bu böyledir. Çünkü ona yaradılış ve idrak bilinci verilmiştir. Kendisini mesuliyetten kurtaramaz. Masa değildir ve olamaz. İşte bunun en büyük delili ve kanıtı ve insanın insan gibi olmaktan başka çaresi olmadığının gerekçesi Hz. Muhammed (sav)’dir. Muhammediyet Nuru’dur.
Onun nuru ve hayata kattığı mana olmasaydı varlık, zorunlu bir ‘abesiyet’ ile müttehem olacaktı. Bu ise, aklın icaplarına göre muhaldir, imkânsızdır. Mademki varız, varlığımızın bir anlamı da var demektir. İşte ‘Muhammediyet Nuru’ ve onun lisanıyla bize aktarılan hakikat, varlığımızın da manasıdır.
Şirkin, en büyük zulüm olması da bu yüzdendir. Çünkü Hz Peygamber (sav)’in hayata kattığı mana olmasa, eşyanın var olmasının gerekçesi kalmayacak. Bu da evrenin tüm hakikatini inkâr ve tezyif etmek, aşağılamak ve saçmalıkla itham etmektir. Hz. Muhammed(sav)’in getirdiği manayı kabul etmeyen bir nefis, varlık gerekçesini anlayamaz; kendisini bir masa gibi gereksiz ve başıboş zanneder. Böylece, tüm varlığı Yaratıcısından kopararak ve nispetlerini keserek, adileştirir, manalarının yok olmasına neden olur. Bu da hem Yaratana, hem yaratılana büyük bir hakaret, zulüm ve çirkinliktir; dolayısıyla bir anlık bir küfür bile ebedî bir ‘hapsi münferit’e, sonsuz bir ‘bilinç hapsi’ne sebebiyet verebilir.
O yüzden de insanlık Hz. Muhammed (sav)’in getirdiği manaya muhtaçtır. Çünkü O, hilkat ağacının hakiki meyvesidir.
Bir meyve ağacı, yılın uzun bir zamanında manasız görünebilir. Onun meyveli zamanı ‘en fazla bir aydır’. Hz. Adem (as) zamanı, hilkat ağacının çiçek açtığı dönemdir. Hz. Nuh (as) çağı, çiçeğin döl tuttuğu, Hz. İbrahim (as) çağı ise çiçeklerin meyveye durduğu zamandır. Hz. Muhammed (sav)ise o meyvenin bizatihi kendisidir; meyvenin ne olduğunun tebellür ettiği çağdır. Onun varlığı ile şu hilkat ağacının asıl meyvesinin ne olduğu tam anlaşılmıştır. Dolayısıyla onu anlamak tüm insanlığın sorunudur.
Onu anlatmaya benim gücüm yetmez. Nitekim aradan geçen 1430 yılda gelmiş ankalar, aktaplar, dehalar ve beşerin akıllıları onu anlatabilmiş, Onun manasını izhar edebilmiş değiller. Ben dahi bunu anlatmaktan acizim. Onu bize en iyi anlatacak yine Onu Bize Gönderen’dir. Onu kelam-ı ezelisine kulak verelim:
“Ey iman edenler! Allah’ı çokça anın. Ve O’nu sabah akşam tesbih edin. Sizleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için melekleri ile birlikte üzerinize rahmet ve bereket indiren O’dur ve O, müminlere çok merhametlidir. O’na kavuşacakları gün müminlere esenlik dileği selâmdır. (Allah) onlar için cömertçe bir mükâfat hazırlamıştır.
Ey peygamber! Biz seni hem bir şahit, hem bir müjdeci, hem bir uyarıcı olarak gönderdik. Ve hem de onun izniyle Allah’a bir davetçi ve nurlar saçan bir kandil (olarak gönderdik). Müminlere müjdele! Onlara Allah’tan bir mükâfat vardır… (Ahzab, 41-47)
Onun bu yüksek gayeler ihtiva eden görevine karşılık bize düşen şeylere gelince…
Birincisi: “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, selâm edin” (Ahzab, 57)
Bu, Cenab-ı Hakk’ın bize emridir ve kelam-ı ezelisi ile bizden yapmamızı istediği şeydir. O yüzden de Peygambere(sav) salât ve selâm okumak, farzdır. Bunu yapmayan mümin, mesuldür!
İkincisi: “De ki: ‘Ben buna (yaptığım tebliğ/peygamberlik görevine) karşılık sizden, ‘yakınlarıma’ sevgiden başka bir ücret istemiyorum.” (Şura, 23)
‘Yakınlarıma’ ifadesinden ‘Ehl-i Sünnet’, ‘Resullah’ın sünnetine uyma’yı anlamış; Şia ise ‘Ehl-i Beyt’ diye bilinene Resul’ün evlatlarına karşı muhabbet ve bağlılık duymayı anlamış.
Her ikisinin yaklaşımı da bir tercihtir ve haktır. Ne Şia’nın, ‘Ehl-i Beyt sevgisini’ öncelemesi, ‘sünneti’ küçümsemeye yöneliktir; ne Ehl-i Sünnet’in, ‘Resulullah’ın Sünnet’ine uymayı’ öncelemesi, ‘Ehl-i Beyt’e karşı saygısızlık’ ihtiva etmektedir.
Belki onu anlamaktan aciziz ama kalbimiz onun muhabbetiyle doludur. Zira muhabbet, Muhammed (sav)’siz olmaz. Çünkü O, kâinat ağacının kalbindeki muhabbettir. O muhabbet, şu kâinatın sebeb-i vücududur. Kâinattaki unsurları birbirine bağlayan, sabitmiş gibi görünen ama aslında her biri birbirinden bağımsız olan zerratı dahi bir arada tutan o muhabbettir.
Salât ve selâm olsun Ona (sav). Bu salât ve selâmları vesile ederek Rabbimizden yakîn bir iman ve onun hakikatini anlamamızı kalbimize ilham etmesini niyaz ederiz!