Kendisini ‘Ehli Sünnet ve’l-Cemaat’ten, diye tanımlayan kesimden bazıları, Şia’yı; Hz. ‘nübüvvet varisi’ imamları ‘masum’ (günahsız) telakki ettiği için, ‘çizgi dışı’ kabul etmiştir. Ama bir kere olsun, iğneyi kendi taraftarlarına da batırmayı aklına getirmemiştir. Yani Şia kadar bile dürüst olamamıştır.
Bazı Ehl-i sünnet âlimleri, teorik olarak kimsenin masum olamayacağını kabul etmiştir ama birtakım şeyh ve meşayihin, müritleri tarafından, tıpkı o imamlar gibi masum addedilmelerine mani olamamıştır.
Esasında, ‘reyinde ve fikrinde özgür’ olması öngörülen ‘Kuran İnsanı’; siyasette, Emevi yaklaşımının hâkim olmasından sonra tamamen değer kaybetmiştir. Değer kaybetmese bile rafa kaldırılmıştır.
Müçtehitler hayatlarını zindanlarda veya kırbaç altında yitirdi.
Bu yaklaşım hilafet ve siyaset alanına münhasır kalsaydı tamiri mümkündü. Ama onunla kalmadı hayatın tüm alanlarını ve özellikle de dini eğitimin bütün disiplinlerini kuşattı.
Tasavvuf erleri bile ‘sultanım’ diye sena edildiler. Sonunda da müridin şeyhine, öğrencinin hocasına, tebaanın yöneticisine karşı fikrini söyleme geleneği yok oldu. Şurada burada, tek tük, Kur’an-ı Kerim’in, ferdi yücelten özgürlüğüne uygun hareket etmek isteyen imamlar ve müçtehitler de hayatlarını zindanlarda veya kırbaçlar altında kaybettiler.
Ve sonra bir gün geldi, ‘sorgulamayan, yöneticisinde veya mürşidinde gördüğü uygunsuz hali bile kendi günahı sayan’ aciz, boynu bükük, her zorluğu ve zorbalığı kader, her çaresizliği günahının neticesi bilen insan tipi, ‘iyi bir Müslüman’ oluverdi.
İdarecilerinin kusurunu görmeyen, onların hatasından kaynaklanan kötü gidişi ‘kader’ bilen bu insanlar, sorgulayan vicdanlarını da ‘hikmetinden sual olunmaz’ iksiriyle uyuşturdular.
Bilerek bilmeyerek ‘masum’ hale getirdikleri efendileri de sahibine olağanüstü bir güç ve nüfuz kazandırdığı ve sonsuz bir itaati zorunlu kılan bu zaafı iyi kullandılar. O efendiler, şeyhler, imamlar, -bugün bunlara siyasi liderlerimizi de katabiliriz– elbette açıkça ‘ben masumum’ demiyorlar ama ‘la yüsel’ olmanın tadını çıkarmayı da ihmal etmediler.
Bağlı olduğum siyasi idarecimin yanlışını eleştiremez miyim?
Bu siyasi lider ve imamların azmanlaşması, çıktıkları tanrı katından inmek istememeleri tamamen bizim eserimizdir. Soru sormasını bilmeyen, yanlışların hesabını sormayı edepsizlik sayan bizlerin!
Rahmetli Erbakan’ın cenazesinde gördüğüm bazı hallere eleştirdim diye bana etmediklerini bırakmayanlar, acaba bir kere de -zihinlerinde bile olsa- muhterem Erbakan hocamızın da hata yapmış olabileceğini akıllarına getirdiler mi? Mesela en azından bugün insafsızca eleştirdikleri sayın Gül’ün ve Erdoğan’ın onun bir hatası(!) olduğunu düşünmüşler midir?
Sanmıyorum!
Çünkü bağlılık ve taraftarlık psikozu, insana akılını kullanma fırsatı vermiyor. Sari hastalıklar gibi hayatın her alanına yayılmış istibdat bağımlılığı, onları, liderlerini eleştirmekten alıkoyuyor. Oysa eğer onlar vaktinde idarecilerini eleştirmeyi ve çizgiye çağırmayı bilselerdi, bugün başkalarının o insanları eleştirmesine fırsat bırakmayacaklardı. Bu sözlerim, bir kısım AK Partililer için de geçerlidir!
Günümüz Müslümanları, bir din adamının veya şeyhin veya bağlı oldukları bir siyasi liderin illa da karşıt kesim tarafından eleştirilmesini bekliyorlar. Ben sevdiğim, bağlı olduğum siyasi idarecimin yanlışını eleştiremez miyim?
Sırası gelince, sahabelerin nasıl özgür bir iradeye sahip olduklarını, Rasullulah’a (S.A.V) ve halifelere karşı bile nasıl özgürce kendi yaklaşımlarını sergilediklerini aktarırken ne kadar da keyif alıyoruz! Ama iş kendi idarecilerine gelince hiç kimseye böyle bir hak tanımazlar.
Elhamdülillah, aklımı hiç kimsenin cebinde unutmadım!
Böyle olunca da ancak benim gibi ‘Sülocu’lar(!) Erbakan’ı eleştirebiliyor… Yahut da bir kısım ‘İnsafsız Nurcular’ (!) Veya ‘haddini aşmış bir grup AK Partili’ler(!)…
Peki, öyleyse kendi ayıplarınızın eleştirilmesini neden bu insafsızlara(!) bırakıyorsunuz? Mesela, Sayın Kutan ile Abdullah Gül’ün başkanlık için yarıştıkları kurultayda, Sayın Gül’ün parti içi sisteme ve yönetime yönelttiği eleştiriler haksız mıydı? O eleştiriler o gün kaale alınsaydı, şimdi Saadet böyle aceze bir parti haline mi düşerdi?
Hayır! Emin olun ki hayır. Çünkü o eleştiriler dikkate alınsa idi yönetim kusurunu görecekti, eksiğini fark edecekti. Ama Sayın Erbakan’a yüklenilmiş olan ‘saklı masumiyet’, ona eleştiri yöneltilmesini imkansız kılıyordu.
Neden illa da ‘öteki’lerin ‘biz’i eleştirmesini bekliyoruz? Biz kendi kusurlarımızı eleştiremez miyiz? Kendimizi hesaba çekemez miyiz?
Hayır! Çünkü aklımızı efendilerimizin cebinde unutmuşuz! Herkesten de onu bekliyoruz. Elhamdülillah, ben aklımı bugüne kadar hiç kimsenin cebinde unutmadım! Bediuzzaman dâhil! Zaten o da hiç kimseden böyle bir şey istememiş!
Bizdeki bu haller, bu acziyetler, hepimizin birer istibdat mağduru olduğunu gösteriyor. İstibdat dinî kılığa girip zihnimizi kuşatmış.
Hani, Kur’an, buzağıya tapan İsrailoğulları için ‘onlara buzağının sevgisi içirilmişti’ diyerek, İsrail kavminin Mısır kültürü altında nasıl pagan bir toplum haline geldiğini bize haber veriyor ya aynı onun gibi, geçen asırlarda yaşanan istibdatlar akıllarımıza kendi sevgisini içirtmiş! Çoğumuzun zihniyetinde hala saltanat ve ağalık rejimi hüküm sürüyor.
Kuran’ın inanan insanın vasıfları arasında saydığı düşünce özgürlüğünün kıyısında bile değiliz. Hepimizin yüreğinde sanal padişahlar cirit atıyor. Yüreğindeki padişahı tahttan indirememiş insanı hangi hak ve demokrasi özgürlüğüne kavuşturabilir ki!
İtaat etmekle köle olmayı birbirinden ayırt edemeyen insanlar parti içi demokrasiyi nasıl sağlayacak? Bağlı olduğu efendisine ve idarecisine, haklı olduğu bir konuda bile fikrini söyleyemeyen insan özgürlükten ne anlasın!
İslam ümmeti, hâlâ hürriyetlerin kullanımı açısından dünyanın en geri kalmış coğrafyasında yaşıyorsa, bunun sebebi sadece ve sadece, zihnimizi, fikrimizi, gönlümüzü kuşatmış baskıcı istibdattır.
Ve yazık kı, istibdadın en zor ayıklanabilecek en son kalkabilecek, en geç fark edilebilecek olanı din ve tarikat kisvesi altında medeniyetimizin içine hulul etmiş olanıdır. Bu istibdat, en çok da dini cemaatler ve cemaat niteliği kazanmış siyasi partiler içinde kendisini kamufle edebiliyor… Hiç şüpheniz olmasın, çoğu ‘dindarım’ diyen insanların yüreğinin bir tarafı Ergenekoncudur! Zira bağlı oldukları efendileri de bir tür vesayet kültürü sayesinde sorgusuz sualsiz mesleklerini icra ediyorlar.
Tabii ki onları yüceltmek ve masum konuma çıkarmak için ellerinde gerekçeleri var; manevi rütbeler! Önce o zatlara bir manevi rütbe veriyorlar sonra da o manevi rütbe gereği onu hata yapabilir olmaktan çıkarıyorlar; ‘masum imam’ konumuna getiriyorlar.
Nurcular neden Erbakan’a oy vermedi?
İşte rahmetli Erbakan’ın –ki hakikaten bugün iktidar olan kadronun yetişmesinde ve İslam coğrafyasının uyandırılmasında ciddi emeği var- etrafında bir araya gelen kitlenin bir kısmında da bu yaklaşım hakim!
Onlara göre Erbakan ‘eleştirilebilir’ değildir. Bir mümin -mümin olduğu halde- onu eleştiremez. Onu eleştiren, ancak karşıt görüşlüler bir inançsız olabilir. Bir de Sülocular ve insafsız Nurcular!
Neden Nurcular?
Çünkü uzun süre Erbakan’a oy vermediler. Demek ki onlar hainler! Bunda Erbakan’ın yaklaşımlarının da biri rolü olabileceğini düşünmezler.
Peki, bu Nurcular, onun öğrencileri olan AK Parti kadrolarını neden desteklediler öyleyse? AK Parti hangi argümanları kullandı ki, sadece Nurcular değil liberaller bile onları destekledi?
Peki, kötü mü oldu bu destek?
Size göre evet!
Çünkü -bilerek veya bilmeyerek- yıllardır devam eden vesayet kültürü yıkılıyor. Toplumun özgürleşmesinin yolu açılıyor. Müslümanların ne olup bittiğini görmelerini sağlayan gelişmeler oluyor. Bu da eski rejimin ana rükünlerini temsil eden siyasetçileri ve taraftarlarını rahatsız ediyor.
Çünkü bu gidişat –bu AK Parti bile olsa- tüm saltanatları yıkıma götürecektir. Sultanlıklar son bulacak. Tiranlıklar, vazifesi kendisinden menkul kurumlar, kutsal partiler ve kendilerini alternatifsiz sayan lider er veya geç tasfiye edilecek. İşte korktukları budur ve o yüzden siyasetin sivilleşmesini istemiyorlar. Vesayet yönetimi sadece askerlere yaramıyor. Bunların da işine geliyor. O yüzden de askerle işbirliği yapıyorlar!
Yazık ki çoğu insanımızın zihinsel paradigmaları bunu anlamaya yetmiyor.
Esasında, onları kınamaya da hakkımız yok. Çünkü yıllarca aldıkları dinî telkin mutlak bir itaati üzerine kurulmuştur. Hoca, şeyh, imam, halife, sultan sorgulanması düşünülemez bir pozisyonda kaldılar uzun süre. Bu istibdatçılık; muhataba sadece itaat etmeyi telkin eden, başka her türlü seçeneği ‘edebe mugayir’ telakki eden bu dini eğitim sistemi, sonunda siyasetçiler ve yöneticiler tarafından da taklit edilince İslam yurtları, her türlü baskı ve zulme açık diyarlar haline geldiler.
Ve Kuran’ın, hayatı -tamamen Cenab-ı Hakk’ın korumasıyla- günahtan ve hatadan azade olan ‘masum’ Hz. Peygamber (asv)’e karşı, ümmetten istediği saygı ve itaatin tamamını bu beyler, kendileri için halktan talep etmeye başladılar… Arabıyla, Farsıyla, Türküyle hepsi halklarından kayıtsız şartsız kulluk ve ubudiyet istediler.
Sonunda bu ümmet, istibdat altındaki bu perişan, geri kalmış, fakirane rezilane ve asla fikrini söyleyebilme özgürlüğü içermeyen yaşam tarzını ‘İslamî Hayat’ zanneder oldu.
Efendisinin, hocasının, mürşidinin, üstünün, amirinin, idarecisinin, siyasi liderinin hatasını eleştiremedi. Eleştirmek şöyle dursun, onun hata yapabileceğini bile aklına getiremedi. Şeyhinde, hocasında, amirinde, halifesinde siyasi liderinde gördüğü ve aklının almadığı hallerin hepsini ‘hikmetinden sual olunmaz’ perdesine sararak görmezlikten geldi.
Var olan her haksızlığı nefsinden bilip Allah’ın kendisini ıslah etmesini diledi.
Va esefa!