Kutlu Doğum!

Allah’ın Rasulü (sav) yaşıyorken, yaş günü partisi düzenlememiştir… Onu tanıyan ve yolunda seve seve canın veren ashabı da doğum günü partisi yapmadılar.

Sonraki iki yüz yıl boyunca da kimse Kutlu Doğum Haftası tertip etmeyi aklına getirmedi. İnsanlar ne zaman onu hatırlasalar, sünnetine sarılmayı, onun hayatında tatbik ettiği yaşam biçimlerinden birine veya tamamına uymayı onu kendileri için hayat tarzı yapmayı yeğlediler…

Ve hayatlarının her anında ona minnet duydular. Çünkü hayatın hayatı olan İslam onun eliyle gönderilmişti…

Kur’an-ı Kerim, bize  “Andolsun ki Allah, müminlere kendi içlerinden bir peygamber göndermekle büyük bir LÜTUF’ta bulunmuştur” (Âl-i İmran, 164) diyerek bu lütfu hatırlatır. Çünkü eğer peygamberler ve peygamberlik müessesesinin en mütekâmil ve en ahir mensubu Hz. Muhammed Mustafa (asv) olmasaydı, insanlar, gerçek manada insanca yaşamanın ne olduğunu bilemeyeceklerdi. Allah o peygamberleri devir devir, dönem dönem göndererek insanlığa rehberlik etmelerini sağladı.

O sayede neyi yiyip yemeyeceklerini, insanlığa, hangi konuda nasıl davranacaklarını, eşine, çocuğuna, akrabalarına,  komşularına, insanlık camiasına karşı nasıl hareket etmeleri gerektiğinin pratiğini gösterdiler… Evet bu, her şeyi  “öğrenmeye muhtaç” insan için hakikaten büyük bir lütuftur.

Nitekim Kuran “O peygamber ki, onlara Allah’ın ayetlerini okur, onları arındırır, onlara kitabı ve hikmeti öğretir. Ta ki içinde bulundukları sapkın ve faydasız hayat şartlarından kendilerini kurtarabilsinler (diye)…” (Âli İmran, 164)

Ama yazık ki insan her dönemde nankördür ve bencildir. Enaniyetinden taviz vermez. Kendisine lütfedilen bir nimeti bile hakkı zanneder ve o nimete karşı edepsizlik eder. Asrısaadet çağında bile bunun örnekleri var. İslamiyet’i kabul ettikleri için peygamberin onlara minnet duyması gerektiğini sanıyorlardı. Emin olun bizler de böyleyiz. Babamızdan tevarüs ettiğimiz, asla içine bakmadığımız ve nefsimize tatbik etmeye yanaşmadığımız bid dini mensubiyetimizden dolayı nerede ise, Allah’a dahi racon keseceğiz.

Geçen bir sıkıntısı için çare arayan bir delikanlıya bir iki dua öğrettim ve “şu şu Esmaları da sık sık zikret” dedim. Birkaç gün o zikirleri yapmış. Arzu ettiği neticeleri alamamış(!) Bana mailde diyor ki, “Ben senin yaptıklarını yaptım, hiçbir gelişme olmadı. Böyle giderse O’na -haşa- tazminat davası açacağım…”

 Eminim ki şaka yaptığını sanıyor. Ama o sözün nereye gittiğini ve İzzet-i Bariye dokunup dokunmadığını aklına bile getirmiyor. Çünkü işin ciddiyetinde değil… Bugün mübalağasız söylüyorum yüzde seksenimiz, doksanımızın İslamiyet’i böyle… İki yıl önce de umrede benzer bir hadise yaşamıştım. Kadıncağız, “Hocam günlerdir buradayız, dua ediyoruz, tafaf ediyoruz. Bugün öğrendim bizim dava yine aleyhimize sonuçlanmış. Böyle şey mi olur?” diye sormuştu. Ben içimden “Fesübhanallah!”  demekten başka bir söz bulamamıştım. Maalesef bugün insanımızın ekseriyeti bu yaklaşımda ama kimse bu kadar samimi olamıyor…

Cenab-ı Hak her dönemde bolca var olan ama bugün tavan yapan insandaki bu kadir bilmezliği, bu “hüsnayı tekzibi” (Leyl, 9) Peygamberine şöyle haber veriyor:

“Müslüman olmakla sana lütufta bulunuyorlarmış gibi başına kakıyorlar. De ki: “Müslüman olmanızı bir lütuf gibi bana hatırlatıp durmayın. Tam tersine, eğer samimi insanlar olsanız (bileceksiniz ki) Allah, sizi imana erdirmekle size lütfetmiş oluyor. ” (Hucurat, 17)

Asırlar geçmiş aradan, değişen bir şey yok. Hatta azgınlıkta geçmiştekilere rahmet okutacak merhaleye gelmişiz. Eski Müslümanlar en azından hadise ve Resule iftira atmıyorlardı. Bugün bir yığın herze-gu çıkmış, belki İslam olmalarını, Peygamberin başına kakmıyorlar ama “Bizim aklımız bize yeter, senin rehberliğini ihtiyacımız yok” diyerek Resule karşı vefasızlık/edepsizlik yapıyorlar. Bir yığın ahmak da bu saçmalıkları bir marifet sanıyorlar. Ona salat ve selam getirmeyi gereksiz kabul ediyor. Oysa bakın ne buyuruyor (asv):

Benim ile ümmetimin durumu şuna benzer. Gece bir ateş yakıldığında o civarda ne kadar böcek, kelebek, haşerat varsa o ateşe üşüşürler ve ateşe düşmeye başlar. İşte ben, sizler, o (cehenneme) ateşe üşüşürken, kuşaklarınızdan tutup sizi o ateşe düşmekten kurtarmaya çalışıyorum.”(Müslim, Fidail, 17)

Evet, O, bir Rahmet Peygamberi (s.a.s) olarak gönderildi. Nasıl ki ondan önceki (as) de “Müjdeci” olarak gönderilmişse. Ve biz genellikle onun içine doğduğu asrı insanlığın anlam kaybettiği, insanın fıtratının bozulduğu bir çağ olarak tanımlarız. Cehalet ve vahşet dönemi diye niteleriz.

Acaba vahşette, sapkınlıkta, İblise kullukta bu çağ o çağa rahmet okutmaz mı?

Bugün insanlık tarihi boyunca tanıklık etmediğimiz sapmalar ve aşağılanmalar yaşıyor insanlık. Ve üstelik tüm yapılanlar insanlık erdemi adına yapılıyor. Bütün sefihler efendi, bütün bozguncular müslih olmuş. Savaşlar ve acılar, kırımlar ve katliamlar ‘barış’ ambalajına sarılmış durumda. İbu Cehil ve Ebu Leheb çağımız deccalleri yanında masum kalırlar…

Evet, O (asv) dünyayı şereflendirmesiyle ve rahmet çağrısıyla tarihin akışını değiştirdi. İnsanlığın kalbini ve aklını aydınlattı. Rabbimizin insanı var etmekteki maksadını bize hatırlattı. Kur’an-ı Kerim’i beyan etti. İlahi mesajı, yaşayan bir hayata dönüştürdü. Rabbimizin varlığını, birliğini ve ebediyet yurduna seyahatimizin menzillerini gösterdi. Hayatı ve ahlakıyla tüm zamanların en güzel örneği oldu. Aklın, ilmin, ahlâkın, sabır ve vefanın, sadakat ve samimiyetin, güçlü iken müşfik olmanın, haklı iken özveride bulunmanın, haksızlığa karşı gür sedanın, akıl ve imanın önündeki engellere karşı yüreğini ortaya koymanın adı oldu.

Amenna. Bütün insanlık da artık bunu kabul ediyor. Batının da en yüksek zekaları, dehaları, şarkın aktabı, evliyası tasdik ve kabul ediyor ki, Hz. MUHAMMED (asv) kökleri açıkta olan yegane peygamberdir. Ve insanlığın şerefi ve medar-ı iftiharıdır. Onun kadar azametli bir inkılab başarmış bir insan daha çıkmamıştır. Hâsılı burada sarf edeceğim hiçbir söz onun kametine ve kıymetine ulaşamayacaktır. Bunlar haktır ve doğrudur.

Peki, sen güzel kardeşim! O’nun yolunda yürüdüğünü söyleyen Müslüman kardeş! Sen kendi hayatına ondan neler alıp kattın. Senin ifadenle kaç ‘kafir'(!) ikna ettin? Kaç kişi sana bakıp, “ah ben de onun gibi güzel bir insan olsaydım” demiş? Ve sen kardeşim, senden olmayan kaç kişiye “güvenilir” denilecek bir örnek oldun. Günde beş kere barışa selam verdin, “sen barışsın ve barış sendendir” (Allahümme entesselam ve minkesselam) dedin her tahayyitta ama senden olmayana selam verme sünnetini bile yerine getirmedin, getirmiyorsun! İslam denince mangalda kül bırakmıyorsun ama adı barış olan İslam sende kavgaya/öfkeye, hışma dönüşmüş! Üstelik de Müslüman, “bağışlayan ve öfkesini yutan” (Ali İmran, 134) olarak nitelendiği halde…

***

Eminim gideceksin Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle salonları dolduracaksın. Belki söylenecek güzel sözlerle duygulanacak, ağlayacaksın. “Ne güzel bir insan örneği imiş” diyeceksin ama oradan çıktıktan sonra unutacaksın. Onun sünnetinden; huylarından, davranışlarından bir buklesini alıp kendi hayatına katmayı aklının ucundan bile geçirmeyeceksin. Yo, haksızlık yapmayayım, geçireceksin aklından “ah keşke yapabilsem” diye. Ama bir iki saat sonra o dinlediklerin ve izlediklerin bir tatlı hatıra ve ya acılı bir anıştan ibaret kalacak!

O yüzden de her sene tertip edilen o kutlu doğum haftaları, bir anıştan, seremoniden öteye geçmiyor. Bir tür ayin!

Oysa ilk iki yüz yıl boyunca, kimsenin aklına, öyle hafta tertip etmek gelmedi. Çünkü onlar tertip ile bu işin olmayacağını biliyorlardı. Biliyorlardı yaşanmayan şey, levhalara yazılıp duvarlara asılır. Onlar kutlu doğum haftalarını kutlamadılar. Çünkü O’nu anmayı ona salat ve selam okumayı ilahi bir emir telakki ediyorlardı (Ahzap 56). Onu yaşıyorlardı. Biz ise kutluyoruz… Mübarek olsun!

Peki, düzenlemeyelim mi bu tür haftaları, etkinlikleri?  Tabii ki öyle demiyorum. Hiç anılmamaktansa bir gün bile anılsa rahmettir…  Benim maksadım başka… Siz de anlıyorsunuz…

Ben size, “Resullah şöyleydi, böyledi” demeyeceğim. “Onun getirdiği mana ve insanlığa kazandırdığı kültür ve medeniyet şöyle yüksekti böyle anlamlıydı” da demeyeceğim.  Çünkü bu sözlerimin hiç birinin inandırıcılığı olmayacak. Sen, ben hayattayız ve onun getirdiği manayı temsil ediyoruz. Hepimiz; bir buçuk milyar Müslüman, dünyada bir Batılı kendin bir mahallesi kadar bile itibarımız yoksa onu lafta yüceltmekle kendimizi komik duruma düşürmekten öteye gidemiyoruz. Biz Müslümanlık adına insanlara hangi güzelliği sunabiliyoruz ki bugün göğsümüzü gere gere “benim Peygamberim böyleydi şöyleydi” diyebilelim!  İnsanlar örnek bekliyor, örnek.

Neden biliyor musun? Vehen yüreklerimizi kaplamış.

Bir gün şöyle buyurmuştu: Bir zaman gelir, diğer milletler benim ümmetim üzerine sineklerin leşlere üşüştüğü gibi üşüşürler.

Sahabeden birileri “nasıl olur bu, Ya Rasulallah. Senin ümmetin o gün çok mu az olacak” diye sordu. O, “hayır” dedi, “çok olacaklar ama yüreklerini vehen kaplamış olacak!”

-Nedir bu vehen?

-Dünya hırsı ve rahat (konfor içinde) yaşama tutkusu!

***

Ne kadar da güzel tarif etmiş bu günümüzü ve Müslümanımızı… Bir zamanlar Aydınlık Gazetesi, “Süslümanlar” diye bir başlık atmıştı. Ben o başlığı atan editöre büyük bir hayranlık duymuştum, halimizi tek kelimede ne güzel özetlemiş diye…

Kur’an da bu dönem Müslümanlarını öyle tarif ediyor İbrahim Suresi’nin 3. ayetinde. “Onlar (Ahiretin hak olduğunu bile bile) dünya hayatını tercih ederler” diyor. Eski müfessirler bu “Yestehibbune” kelimesini kâfirlere has kılmışlar. Belki bu çağa gelinceye kadar öyleydi de. Ama bugün maalesef dindarlar -hangi din olursa olsun- dünyaya laiklerden de inançsızlardan da daha düşkün hale gelmişler. O yüzden de o ayet, bugün daha ziyade bize; dünyaya hırsla sarılmış Müslümanlara bakıyor. Bediuzzaman da  o kanaate olacak ki şöyle diyor:

“Evet, “Yestehibbune’l-Hayate’d-dünya ale’l-âhireti”  ayetinin işaretiyle, bu asır hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye, ehl-i İslama da bilerek, severek tercih ettirdi.

Hem 1334 tarihinden başlayıp, öyle bir rejim ehl-i İslam içine de sokuldu. Evet  “Ale’l- Âhire”  cifir ve ebced hesabıyla 1333 veya dört ederek, aynı vakitte, eski Harb-i Umumîde İslamiyet düşmanları galebe çalmakla, muahede şartlarını, dünyayı dine tercih rejimi mebdeine (başlangıcına), (tabii laiklik düzeninin gelmekte olduğuna da işarettir)  tevafuk ediyor. İki üç sene sonra bilfiil neticeleri görüldü.” (Kastamonu Lahikası 78)

O ayetin daha geniş bir izahında “Bu asrın bir hassası şudur ki, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani, kırılacak bir cam parçasını baki elmaslara, bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş.” Diyor ve mealen şöyle sürdürüyor:

Ben bundan çok hayret ediyordum. Bugünlerde ihtar edildi ki, nasıl unsanın bir organı hastalansa, yaralansa, diğer organlar vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar. Öyle de, insanın yaşama tutunması için yaratılmış bir cihaz olan yaşama tutkusu ve hayatı muhafaza zevki bu asırda bir çok sebeplerle yaralanmış, vücudun diğer bütün latifelerini kendisiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; gerçek vazifelerini onlara unutturmaya çalışıyor.

Evet, insaniyetin yaşamak damarı ve hayatın muhafazasını sağlayan cihazı, bu asırda türlü türlü israflar ve savurganlıklarla yara almış. Kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr’u zaruret çoğalması, maişet derdinin ziyadeleşmesiyle o damar (o cihaz) o kadar yaralanmış; ve hayat şartlarının ağırlaşmasıyla o derece, zedelenmiş;  Kapitalizm gibi dünya hayatını yegane maksat bilen dalâlet ehlinin süreklli dünya hayatına ve onun hazlarına vurgu yapmalarıyla o damar dikkatleri o kadar kendi üstünde toplamış ki, insan onun en küçük bir ihtiyacını, dinin en büyük bir meselesine tercih etmekte sakınca görmüyor.

“Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur’an-ı Mucizü’l-Beyânın tiryak misâl ilaçlarının naşiri olan Risale-i Nur dayanabilir ve onun metin, sarsılmaz, sebatkar, halis, sadık, fedakar şakirtleri mukavemet edebilir. Öyleyse, herşeyden evvel onun dairesine girmeli, sadakatle, tam metanet ve ciddi ihlas ve tam itimadla ona yapışmak lazım ki, o acip hastalığın tesirinden kurtulsun.” Kastamonu Lahikası, 73-74)

***

İmdi biz Müslümanlar şu dünya karşısındaki duruşumuzu Müslümanca yapmadıkça, imanı yüreklerimizde sahici manada diriltip, dünya sevgisini kalplerimizden atmadıkça, korkarım ki şu kutlama haftaları, bir tür dini eğlence olarak alğılanmaya devam edilecek. Nitekim Ramazan ayını eğlenme ve semirme ayı haline getirdiğimiz gibi…

Allah başta nefsimi, hakiki manada inanıp, İslam’ı Resulün sünneti çerçevesinde yaşamayı nasip etsin ki, bu zillet ve sefalet üstümüzden kalksın. Yoksa daha uzun süre, diğer milletler, Müslüman halkların kanından ve canından başlanmaya devam edecekler.

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Çanakkale Geçilmedi…

Elhamdülillah, bu millet bir kez daha Çanakkale’nin geçilmez olduğunu gösterdi. Bir kere daha, bu millet, …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir