Liberaller mi Daha Özgürlükçü, İslamcılar mı?

Ali Bulaç, “Kim daha özgürlükçü; İslamcılar mı, Liberaller mi?” diye bir soru sordu. Amacının, konuyu tartışmaktan ziyade, hükümetin dikkatini çekmek olduğunu tahmin ediyorum.

Çünkü Türkiye’deki İslamcı aydınların ‘hürriyet’ algısının, liberallerin tanımladığı hürriyet anlayışından pek de farklı olmadığını en iyi bilenlerdendir Ali Bulaç.

Acaba, Kur’an’daki özgürlük algısının doğal olarak İslamcılarda da bulunduğunu varsayarak mı İslamcı aydınların liberallerden daha özgürlükçü olduğunu düşünüyor? Sanırım zihni sürekli İslam’ın özündeki ideal hakikatlerle meşgul olduğu için her İslamcıyı kendisi gibi hürriyetçi sanıyor. Fakat bir şeyi unutuyor:

İslam’ın özgürlükçü bir din olduğu hakikati artık pratikte bir değer ifade etmiyor!

Elbette Kur’an’ın telkin ettiği sistem, insanın gerçek manada ihtiyaç duyduğu hürriyetin en güzelini sunuyor. Fakat bin dört yüz yıl devam eden saltanatçı  –ki saltanat, İslam’ın ruhuna zıttır- gelenek, o ruhu, yeterince hırpalamış bulunuyor. Kur’an ısrarla mümini ‘hür ve müstakil bir birey’ mevkiine çıkmaya çalıştıkça; yönetimler,  onu sürekli reaya derekesine indirmeye gayret etmişlerdir. Bu durum, sonunda manevi mürşitlerin bile ‘Sultan’ diye isimlendirilmesine sebep olmuştur.

“Hürriyyetün harriyyetün bi’n-nâri. Li ennehâ tahtassu bi’l-küffari” (Hürriyet yakılmaya lâyıktır. Çünkü o kâfirlere hastır) diyen şair gibi birçok din adamı dahi hürriyeti, nefsin azgınlaştırılmasının sebebi bilmiştir. Ve tâbilerini hürriyetten sakındırmışlardır. O yüzden hala birçok İslam yurdunda hürriyet lükstür. (En-nâsu alâ sülûki mülûkihim)

Dolayısıyla Müslümanlar, hürriyetin kıymetini ve kulluk içindeki yerini bilmek şöyle dursun, çoğu, çağın icaplarına uygun hayat kurmayı bile başaramamıştır. Ya orta çağdaki İslami yaşam tarzını taklit ediyoruz ya da kötü bir batı taklitçisi oluyoruz.

Bu yüzden de dünyanın birçok coğrafyasından tard edilmiş istibdat, bütün türleri ile İslam yurtlarında ağalığını sürdürüyor. Teröristlik ve çağ dışılık üzerimize zamk gibi yapışmış! Başkalarının bize yakıştırdığı bu yaftayı bizler de kabullenmiş gibiyiz. İslami yaşam biçimleri dindarlarca bile garipseniyor. Onu kamusal alanda sergilemekten çekiniyoruz. İş sahipleri, ticaret erbabı, özellikle de büyük holdingler, şirketler, özel üniversiteler, İslamcı bilinmek istemiyorlar. Sistemin dışladığı başı örtülü kızlarımıza iş verilmiyor. Verilse de geri planda tutuluyorlar!

Entelektüel birikim, tefekkür, tolerans, siyasî/fikrî keyfiyet ve insanî değerlere bakımından da İslam dünyası derbeder! Hele cemaatsel yapımız; yani ‘müslüman’ parantezi içine alabileceğimiz insan stokumuzun hürriyetten anladığı, diğer cemaatler hakkında endazesiz konuşabilmekten ibarettir!

Üstelik, çoğu müslümanın hürriyet anlayışı da Liberallerinki ile aynı. Nasıl siyasetçilerimiz, liberallere –daha doğrusu Kuranî olmayan düşünce kulüplerine ve onların mensuplarına- karşı derin bir hayranlık ve aşağılık kompleksi içindelerse, düşünür ve aydınlarımız da aynı haldeler! Hatta Ali Bulaç gibi Kur’anı özgün anlamaya çalışanlar, anlaşılmadıkları için geleneksel anlayış tarafından dışlanmaktadırlar.

Dolayısıyla, günümüz İslamcılarının daha özgürlükçü olduğunu söylemek çok zor. Çünkü Sayın Bulaç’ın kafasındaki İslam ile –ki o Kur’an’dır- zihinleri, ‘inkâr-ı ulûhiyetten hayat bulmuş seküler düşünce’ tarafından şekillendirilmiş Müslümanların din algısı birbirine çok uzak. Yani Bulaç’ın gönlündeki İslam’ın üzerinden çok sular geçti.

Bulaç, hala kaynaktaki kudsiyyete imtisal ettiği ve Medine vesikasından Emevilere, Emevilerden Osmanlılara gelinceye kadar geçen süreçte, İslam’ın idaresi altındaki topraklarda, insanların daha mutlu, müreffeh ve özgürce yaşadıklarını referans alarak, İslamcıların daha özgürlükçü olduğunu söylüyor ve haklıdır. Geleneksel anlayışların nasıl vahim bir inkıtaa uğradığını, mevcut İslam anlayışının, bir yandan tanrı tanımaz seküler dünya görüşleri, bir yandan mukaddesleri yok sayan sosyalistlik fikriyle nasıl aşılandığını ve mihverinden çıkarıldığını hesaba katmıyor.

Ama maalesef bu bir hakikat! Zihni saf Kur’an hakikatlerinden beslenip inkişaf etmiş, zamanın tağuti düşüncelerinden etkilenmemiş çok az zihin var. Elbette düne göre bugün biraz daha iyiyiz ama bizim Kuran’daki hürriyeti kavrayıp özümseyebilmemiz için çok zamana ihtiyacımız var.

KURAN’DAKİ  HÜRRİYET

Elbette İslam medeniyetinin insan onuruna verdiği değer ve tanımladığı hürriyet liberallerinkiyle kıyaslanmayacak kadar rahmani ve kalıcıdır. Bunu bağnaz olmayan oryantalistler de kabul ediyor. Mesela; ‘Onuncu Yüzyılda İslam Medeniyeti’ni yazan Adam Mez –ki iyi bir Hıristiyan’dır- Bulaç’ı haklı çıkarır. Ve der ki, “Baştan itibaren Müslüman milletlerin yeknesak (homojen= içinde başka inançtan ve etnik yapıdan kimseleri barındırmayan) bir siyasi birlik kurmaları için en büyük engeli, ‘himayeye mazhar dinler’ teşkil etmiştir

Demek istiyor ki, Kur’an Müslümanlara, toplumu ifsat etmedikleri sürece herkesin dininde ve vicdanında hür bırakılması gerektiği fikrini emrettiği için, Müslümanların içinde diğer din mensupları rahat barınabilmiş ve varlıklarını sürdürebilmiştir.

Ve ekliyor: “Müslüman imparatorluğu bünyesindeki diğer din mensuplarının bir hayli çok sayıda olmalar, Müslüman imparatorluğu ile tamamen Hıristiyanlığın gölgesinde bulunan Ortaçağ Avrupası arasında arasındaki en önemli farkı oluşturmaktadır.”(s, 47)

Evet, bu doğrudur. Eğer Kuran’ın, insanı yücelten ve onun din ve vicdan özgürlüğünü esas alan hukuk sistemi olmasaydı, Ortadoğu’da, Kafkaslarda, Anadolu’da, Yunanistan ve Balkanlar’da hatta yakın doğu Avrupa’sında bir tane başka dinden insan kalmazdı.

Bizans bunu yapmıştır. Kontrol edebildiği hiçbir bölgede kendi dininden başka bir nüfus ve kültüre fırsat vermemiştir. O kadar baskıcı davranmıştır ki, aynı dine mensup Ermeniler, Bizans’a karşı varlıklarını korumak için Osmanlılarla işbirliği yapmak zorunda kalmışlardır. Bizans’ın bağnazlığının aynısını ‘aydınlanma çağı’ Avrupa’sında da görürüz. Eşitlik, adalet anlayışını kendileri için istemişlerdir. Diğer halkların sömürülmesi, yok edilmesi onlar için bir problem teşkil etmemiştir. Kendi kültürleri dışındaki hiçbir kültüre ve medeniyet eserlerine hayat tanımamışlardır. Daha bir asır önceye kadar tamamen Türk yurtları olan ve bizim medeniyet eserlerimizle donatılmış Balkanlarda ve yakın doğu Avrupa’da bugün ilaçlık bir Osmanlı/İslam eseri bırakılmamıştır. Bu durum, hiç de batılı aydınları ve liberalleri rahatsız etmemiştir.

Yani Bulaç özellikle iktidarın görmesi gereken çok temel bir meselenin altını çiziyor. Hükümete, ‘Siz böyle bir yaklaşımdan hayat bulmuş bir dünya görüşünün telkinlerine dayanarak bir düzenleme yaparsanız, Müslüman Türk halkına yeni bir şey getirmiş olmazsınız. İslamcı aydınların tekliflerini de almalısınız’ diyor.

Bir önceki yazımda Sayın Hüseyin Çelik’e ‘yazarlar toplantısı’yla ilgili yönelttiğim eleştirilerimin altında da aslında bu kaygı vardı. Bizimkiler, kendi aydınlarını dinlemekten hoşlanmıyorlar. Ev danası buzağı olmuyor.

Bugün biz, cumhuriyetin kurucu kadrosunu, İslamcı aydınların da tavsiyelerini almamış olmalarını eleştiriyoruz. Şayet iktidar sadece liberallerin görüşüne dayanarak bir temel atmaya kalkışırsa o da aynısını yapmış olacak!. İşte Sayın Bulaç’ı rahatsız eden bu! Çünkü Liberallerin telkin edeceği dünya görüşü ile İslam’ın önerdiği hayat düzeni birbirinden çok farklıdır. Bir tağutî düzenden kurtulalım derken, yeni bir dünyevileşmeye kapı aralamak bu milleti yeniden oyalamak olur!

Bendeniz hükümetin bu yaklaşımını ‘İslam toplumunun geleceği’ açısından sakıncalı da buluyorum. Çünkü ‘özgürlük’ kavramının tarifi konusunda, İslam ve Liberalizm arasında çok ciddi bir ‘ihtilaf’ vardır. Bugün insanın özgürleştirilmesinden çok, sistemin insanileştirilmesine ihtiyacımız var. Anadolu’da yaşayan halklar, birbirine tahammül etme noktasında batılılardan çok daha ileridir. Biz bu ülkedeki kiliselerde çan çalınıp çalınmamasını referanduma sunmuyoruz. Bu onların hakkıdır diyoruz ve karışmıyoruz. Ama batı demokrasisinin kalbi olan İsviçre’de yönetim, minarelerden ezan okunup okunmamasını referanduma götürmekte beis görmüyor. İşte onlardaki hürriyet anlayışı!

Evet, İslam’ın tarif ettiği özgürlük her istediğini yapma serseriliği değildir. Bediuzzaman’ın ifadesiyle o, ‘Meşru’ bir hürriyettir. Liberalizmin ön gördüğü özgürlük ise, insanı, ‘nefsinin kölesi yapan, kayıtlardan soyutlayan’ hürriyet-i na meşruadır! Meşru hürriyette, kişiyi ferenyelen sistem, içerde ve vicdanîdir. Liberal özgürlükte, kişiyi fillerinden alı koyan kanundur. Kanunun görmediği yerde birey kuralsızdır…

Görülüyor ki, iki hürriyet tarifi arasında dağlar kadar fark vardır. İslam’a göre, âlem maksatlı bir yaratılmanın eseridir. Hükümranlık hakkı Allah’ındır. Helal ve Haramı filler vardır ve bunu Allah belirler. İnsan hayatı ve kamu düzeni üzerindeki mutlak otorite –haram ve helale riayet, merhamete ve mukaddeslere itibar gibi kavramlarla insanları bir arada ve düzen içinde tutan- Allah’tır. Ama kul, bu düzenek içinde kendi iradesini kullanma hakkına sahiptir.

İYİYİ KÖTÜYÜ KİM BELİRLER?

Elbette ‘Toplusal /siyasal iyi ve kötü’nün belirlenmesi de çok önemli bir konudur. Toplumsal iyi ve kötünün, kim tarafından belirleneceği meselesi İslam bilginleri arasında uzun tartışmalara konu olmuş, nihai takdir hakkı Allah’a –yani Kur’an’a- bırakılmıştır. Ama başta İmam Azam olmak üzere birçok âlim toplumsal iyi ve kötünün ‘akıl ile’ belirlenebileceğini kabul etmişlerdir. Ancak bu akıl, ‘tanrı tanımaz bir akıl’ değil, vahye tanık bir akıldır ve ‘insan fıtratı’nın ihtiyaç duyduğu can güvenliği, barınma, neslini sürdürme, toplumsal düzeni bozmamak kaydıyla dininde ve eylemlerinde serbest bırakılma özgürlüğüne ‘hanif din’ dendiğini bilen bir akıldır.

Tanrı tanımayan ve kutsalı reddeden, heva ve hevesine uymada serbest bırakıldığı için canavarlaşmış bir nefsin kontrol ettiği bir aklın üretebileceği hikmet arızîdir. Her an o veya bu şekilde eğilip bükülebilir. Nitekim batının çifte standartlarının altında yatan realite budur. Dolayısıyla azgın bir nefsin sadece kanunlarla idare edilmesi keyfiyetine dayanan liberalizmi açılımın veya anayasal değişimin özü haline getirmek yanlıştır ve yeni sıkıntılara neden olur.

Çoğu Kur’ani kavramlardan haberdar olan iktidar mensuplarının değişimde sadece liberalleri esas almaları bu açıdan ciddi bir sakınca doğdurur. İnananlar olarak, tağuti bir düzeninin istibdatçı atıklarını temizleyelim derken devleti, nefsin hevesâtını esas alan ve müslümanları kökten dünyevileştirmekten başka işe yaramayacak yeni bir batıcılık –liberalizm de tıpkı komünizm gibi batı medeniyetinin inkarcı dehasının bir ürünüdür- fikri üzerine oturtmanın âlemi yoktur.

Çünkü liberalizm de komünizm gibi materyalisttir. Eşyayı ve âlemi kendi başına buyruk bilir. Yaşamı, bu dünya hayatından ibaret sayar. Böyle bir anlayıştan beslenen bir zihnin ‘hürriyet’ algısı, zulüm işlemeye mani olamaz. Çünkü kendini, kendi mülkünde her türlü tasarrufa sahip bir ilah sayar. Kendisine kimsenin dokunmasını istemez. Bunun sonucu olarak diğerlerine de dokunulmasından hoşlanmaz. Çünkü bilir ki ona dokunulmasına fırsat verilirse bir gün sıra kendisine de gelir. O yüzden de daima daha serbest, nefsin hevesatını tehyic edecek bir ortam ister. Zaten, bu yaklaşımıdır ki, liberalizmi, insanların gözünde diğer izmlerden yükseğe çıkarmıştır.

İslam bu yaklaşımı tamamen dışlamaz ama kabullenmez de. Çünkü Liberalizmin İslam karşısındaki duruşu, rahmani değildir. Liberalizmin sadık bir talebesi, daha çok lezzet, daha yok serbestlik, daha çok dünyevilik ister. Ahiret onun gündeminde yoktur. Dolayısıyla, hayatını sürekli ‘ahiret’ terazisinde ölçüp değerlendirecek bir Müslüman’a liberalizmin vereceği fazla bir şey yoktur. Ama onu yeterince dünyevileştirebilir.

İslam’ın tanımladığı hürriyet ise, ‘meşru hürriyet’tir. Meşru hürriyette sınır, başkasının zarar göreceği yer değildir. Kişinin kendisine de –haram ve helaller açısından- zarar vermemesini de telkin eder. Demokrasileri, önünde sonunda yozlaşmaya götüren, onun Hürriyeti, ‘başkasının hürriyetinin başladığı nokta’ ile sınırlamasıdır. Çünkü kendi haline bırakılan bir nefs -tıpkı kendi haline bırakılan toprak gibi- örenleşir, yozlaşır, müfsit hal alır.

Hayatın gayesini, heva ve hevesin tatmini bilen bir dünya görüşü ile hayatın gayesini, ‘vasıl ilallah olmak’ bilen bir dünya görüşünü tevil etmek nasıl mümkün olur bilemem. Ama yeni bir anayasanın yapıldığı –en azından önemli bazı maddelerin değiştirildiği- şu hengâmede, temellerin, medeniyetimizin esas değerleri üzerine değil de -tıpkı cumhuriyeti kuranların yapıldığı gibi- yeniden batılı değerler üzerine inşa edilmesi ne hükümet bir şey katar ne de ondan çok şey bekleyen bizlere?

Zaten yeterince dünyevileştikleri ve Kemalist eğitimin tesiriyle biraz da ‘küfrîleştikleri” ortada olan dindarlar hesabına ben, artık Müslümanların temel dini ihtiyaçlarının kale alınması gerektiğine inanıyorum. Bakın onların talepleri kale alınmadığı için bir çok ciddi atılım sonuçsuz kalıyor. Düşünün ki, bu iktidar ve şu gün yaşanmakta olan sancılar, mevcut uygulamalardan ve yaklaşımlardan artık gına getirmiş dindar ve demokrat Türk halkının rahatsızlığını açığa vurmasının eseridir. İktidar bunu gözden uzak tutmamalı!

Aksi takdirde en fazla üç beş yıl sonra bu değiştirilmiş Anayasayı da ta temelinden değiştirecek siyasi ekiplere ve yeni açılımlara ihtiyaç doğacaktır!

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Çanakkale Geçilmedi…

Elhamdülillah, bu millet bir kez daha Çanakkale’nin geçilmez olduğunu gösterdi. Bir kere daha, bu millet, …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir