Şu sıralarda yine çok dolaşmaya başladığım için maalesef, yazı yazmaya vakit bulamadım.
Ve tabii sevgili kardeşim Turgay Güler‘in sunduğu, artık çokça taklit edilmeye çalışılan Sıradışı programının Cuma günkü Akıl Oyunlarına da katılamadım. O yüzden okuyucularımdan özür dileyerek başlıyorum.
Elhamdülillah bu sene de umre nasip oldu. Sık umre yapmanın -bilhassa siyasilerin- belli kesimlerce farklı manalara çekildiğini biliyorum. Ama ne maksatla olursa olsun şu güzel, hayırlı ibadeti yapmak insanı ferahlatıyor, dünyaya ve İslam âlemine dair bilgisini tazeliyor. Beni davet eden sevgili kardeşim Bestur’un sahibi Nihat beye buradan şükranlarımı sunuyorum.
Hac ve umre hakikaten alem-i islamı temaşa etmenin âyinesi –özellikle ayna demedim. Çünkü ayna sadece sureti yansıtır. Fakat ‘âyine’ denince işin içine kisb u kar da giriyor– gibi.
Bu arada herkesin -bazen benim de- eleştirdiği otellerin yakınlığı meselesi de tam bizim gibi tembel ve rahata düşkün ümmete uygun. Yakınlık güzel. Esasında şehrin trafiğe boğulmaması açısından da iyi. Eskiden her vaktin Mescid’de geçirilmesi bayağı zordu. Şimdi en azından nefsin tembelliğine fırsat vermiyor otellerin yakınlığı. Başka türlü bu kadar insanı nerede barındıracaktınız.
Evet, hac ve umre ümmetin ayinesi hakikaten. Dikkatle baktığınızda, hangi coğrafyada ne tür ıstırap ve sıkıntılar var, ne tür insanî daramlar yaşanıyor, o coğrafyadan gelen Müslümanların simasından okunabiliyor. Şu tespitimi hemen sizinle paylaşabilirim: maddi gelir seviyesi yükseldikçe, eldeki imkan ve mekanları paylaşma hissi azalıyor. Nispeten fakir olan ve bunu yansıtanlara karşı tepeden bakmaktan kendilerini alamıyorlar. Bu Suudlu ev sahipleri için de geçerli, Malezyalılar için de geçerli, bizim için de… Açık edilmese de bu saydıklarım diğerlerini küçümsüyor.
Bir başka husus dikkatimi çekti. İranlı Müslümanlara karşı fark edilir bir sevgisizlik var. Elbette iki devletin birbiri ile politik çekişmesi olabilir. Ama bunun, hem de mescid-i nebi civarında hissedilir hale gelmesi ümmet için hiç de hayra alamet değil. Çünkü hac, tam da bu tür münâferetlerin (karşılıklı nefretlerin), politik sevgisizliklerin yok edilmesi gereken bir meydandır ümmet açısından. Ümmetin Kabe ve mescid-i nebi etrafında iken bile gayzını yutmayı becerememesi iyi değil! Bence artık, hiçbir mezhep, meslek, meşrep veya cemaat kendi yaklaşımını diğerlerine empaze etme, dayatma hakkına sahip değildir. Herkes ne ise öyle olabilmeli ve yadırganmamalı. Burada iken ihtiyaçları karşılanmalı.
Mesela Caferiler, mezhepleri gereği taşa secde etmek zorundalar. ‘canım halıya yapsınlar’ demeye hakkınız yok. Bence Mescid’de, onlara ati açık alanları çoğaltmakta yarar var. Onlar hep mermerlerin açık olduğu alanları tercih ediyorlar. Ve tabii oralar da genelde Mescid içindeki yollar olduğu için, sıkıntı çekiyorlar.
Keza Mescid içinde, şurada burada hocalar konuşuyor. Bu kadar zamandır gelip gidiyorum, ilk defa Suudiler dışında Pakistanlı bir hocanın da vaaz verdiğini gördüm. Orası Resulullahın dergahı… Bence eskiden olduğu gibi her mezhebin ulemasının kendi saliklerine ders/ vaaz verebileceği alanlar gösterilmeli. Suudi yetkililerin bunu “hayır!” diyeceğini sanmıyorum. Belki talep olmadığı için düşünmüyorlar. Pekâlâ, Türkler, İranlılar, Pakistanlılar, Arapça bilmeyen Afrikalı ve diğer halklar da bu hizmetten yararlanabilirler. Arabistan’da da çok şey değişmiş maşallah! Daha toleranslı davrandıkları gözleniyor!
Öte yandan bütün açıklamalar Arapça… Keşke İslam’ın müşterek lisanı olmaya layık Arapça, herkesçe bilinebilseydi ama bilinmiyor. Ama şu yapılabilir kanaatindeyim. Mesela Cuma hutbesi; kulaklıklarla her bir dile çevrilebilir. Zaten metinden okunuyor. Masrafı ne olur ne biter bilmiyorum. Kulaklıklar her seferinde toplanabilir ve yeniden hizmete sunulabilir. Başlangıçta tabii ki insanlar o kulaklıkları almak isteyeceklerdir ama sonra iş oturur. Suudi Arabistan pekala bunu yapabilir. Çünkü isteyen herkese Kur’an’ ı kerim veriliyor. Allah razı olsun bol bol dağıtılıyor.
Esasında bu düşünce, Hatibin bugünkü hutbesinden dolayı aklama geldi. İmam o kadar muazzam, o kadar şümullü bir hutbe okudu ki, inanın herkesin anlamasını isterdim. Ben de hepsini anlamadım. Fakat Müslümanlardaki dünya sevgisi ve hırsının ne fena bir zillet ve zulmete sebebiyet verdiğini ayet ve hadislerle o kadar güzel anlattı ki, hakikaten teksir edilip bütün Müslümanlara dağıtılası bir kıymette idi.
Hutbenin temel çerçevesini, “Yestehibbune’l-hayate’d-dünya ale’l-âhire…” ayeti belirlemişti. O kadar güzel ve kuşatıcı ayetler ve hadisler aktardı ki, birazcık izanı olan herkes sarsılırdı. Fakat yazık ki o hutbe okunurken bile şurada burada cep telefonları çalıyor ve insanlar öyle bir makamda bile fenden gelen dalaletin ve sefahatten gelen tiryakiliğin etkisi altında imamın ne dediğini duymuyorlardı bile.
O anda aklıma Hutbe-i Şamiye geldi. Bediuzzaman‘ı, şimdi kan ve gözyaşı deryası içinde yüzen Şam’ın Emeviye camiinde, yüz sene önce âlem-i İslam’a hitap ettiği o muazzam hutbesini hatırlatan hutbenin hak ettiği etkinin binde birini bile göstermemesi beni fena halde sarstı ve düşündürdü. Ağlanacak hailimizi gözler önüne seriyordu ama biz üzerimize alınmadık!
İnanın, öyle bir hutbeden sonra, insanın, üzerindeki pahalı elbiseleri dahi sorgulaması gerekirken baktım herkes hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam edip gitti. Sanırım imam dahi okuduğu o hutbeyi bize irad etmişti. Gerçi bir iki yerde ‘sizinle birlikte nefsime de hitap ediyorum” dedi ama, hutbenin genel havası, söyleyenin esasında böyle bir ikaza ihtiyacı yokmuş havasında idi. O sanki ötekilere söylüyordu. Ötekiler de ‘önce siz size bakın’ der gibi dinliyordu. Ve hissettim ki o muhteşem hutbe ne söyleyene fayda verdi ne dinleyene… Bunu birilerini kınama maksadıyla söylemiyorum. Neden hak ettiği tesiri yaratmadığını düşündüğüm zaman bu cümle aklıma gelmişti. O -bir Suudlu olarak- bize söylüyor, biz de, ‘sen önce seninkilere söyle’ diyerek dinliyorduk.
Her birimiz, İslam’ı öteki için istiyoruz. Çünkü biz doğru yerde(!) duruyoruz. Bizim durduğumuz yer merkez, diğerleri çevre, varoş. Onlar düzelmeli… Oysa İslam, önce nefsin düzelmesini ister.
O anda, birden bire aklıma geldi. 1911 yılında irad edilmiş o hutbesini, Bediuzzaman 1950’lerde yeniden tab etmek ihtiyacı duyduğunda hutbenin başına, çok daha sonraları yazdığı bir meseleyi mukaddime olarak yerleştirmişti. Ve ilginçtir hutbe tam da onu anlatıyordu nerede ise…
Bediuzzaman aradan geçen 50 yıl içinde, İslam dünyasını beklemekte olan o parmlak mazinin önündeki en büyük amil imansızlık ve itimatsızlıktır. Evet o istikbalin gelmesinin esasları ve şartları çok güzel anlatılmıştı Hutbe-i Şamiye’de ama bir şey eksikti. O eksiklik tahmin edilmemişti. O da iman zafiyetinin islam dünyasında nasıl bir hal alacağıydı… Bediuzzaman elli yıl sonra çok daha iyi anlamıştı ki, Müslümanların bugün içine düştükleri meyusiyetli ve perişaniyetli hal dinin zafiyetten kaynaklanıyor. Dinin esasları terk edildiği için bu mezellete düşülmüştür. Dinin meselelerine karşı lakaytlık gelmesi ise imansızlığın veya iman eksikliğinin eseridir. O yüzden o da sonradan bastırdığı Hutbe-i Şamiye‘nin başına dünya hırsının, Müslümanları nasıl imanlarından ve Allaha’a itimatlarından uzaklaştırdığını anlatan bir mukaddeme yerleştirmiştir.
Çok açık görmüştü ki, ayet ve hadisleri şerh ederek, insanları cehennem ile korkutmak veya cennete teşvik etmek, maalesef bugünün insanlarına yetmiyor. Çünkü bu zaman, tuhaf bir şekilde tüm nefisleri teshir etmiş ve kendisine bağlamış. Dünya hayatı ve yaşam hırsı, insandaki diğer tüm duyuları ve cihazları susturmuş. İnsanlar, bugün ekseriyetle, dini emirleri bile dünya hayatları rahat geçsin diye yapıyorlar.
Kimse ahiretinin endişesinde değil. Sanki o garanti!. Müslüman ya. İnandığını sanıyor ya. Allah gafuru rahim diyor, nefsini disiplin altına almayı hep erteliyor. Herkes dünyalık bir derdinin veya arzusunun tahakkuku için dua ediyor veya istiyor. Dini seviyor, dinin emirlerini yapmayı de istiyor, ta ki her işi asan gitsin, dünya hayatında başına bir iş gelmesin.
Bediuzzaman, bu asrın bu yarasını en iyi keşfetmiş bir mübarek olarak, imanlı bir hayatın içinde, bu dünyada dahi bir cennet lezzeti bulunduğunu ve imansız bir hayıtın da içinde cehennemî bir zakkum barındığını göstermeye çalışmış ki, bütün himmiteni bu zamana ve dünyaya teksif etmiş nefisleri uyandırabilsin!
Bugünkü vaazlar ve eserlerin ekseriyeti, sadece ayet ve hadis manalarını aktarmakla yetindikleri için, nefisleri ikna edemiyor ve o hal üzere kalmalarına yetmiyor.
Çünkü fenden ve maddeci felsefeden gelen dalaleti, sefahat teknolojisinin insanlarda yarattığı tiryakiliği, kişiler kolay kolay aşamıyor. Bu yüzden de islam alemi olarak silkinemiyoruz, kendimize gelemiyoruz. Ve bizim şahsımızda İslamiyet de yerlerde sürünüyor.
İmanımız, bizi dünya sevgisinden koparamıyor. Yaşantımız, dünya hayatının tadlarından ve lezzetlerinden vaz geçmemize el vermiyor. Hatiplere ve vaizlere düşen, irşat vazifesini yüklenenlere yakışan şudur ki, cehennemle korkutmak yerine, yaşamakta olduğu sefih hayatın içinde zaten yeterince cehenemî hal bulunduğunu göstermektir. Ve keza, hesanat ve güzel hasletlerde, dinin emirlerine uymada manevi bir cennet bulunduğunu bu dünyada göstermektir.
Çünkü bugünkü Müslümanların nefsi, hazır bir küçük lezzeti, istikbaldeki büyüüük bir saadete tercih edebiliyor. Siz onu Cehennemle ne kadar korkutursanız korkutun, o bir mevhum istikbal olduğu için etkili olamıyor. 10’da belki 20’ide birini etkilese bile, o etki kılıcı olmuyor.
Bugün, yaklaşık iki milyon civarında insanın dinlediği şu hutbenin ardından anladım ki, İslam dünyasının acilen yeniden iman etmeye ihtiyacı var.
“Ey iman edenler, Allaha iman ediniz” ayetinin sırrını idrak etmemiz gerekiyor. “Ey inanmayanlar, ey kafirler…” demiyor “Ey iman edenler…” diyor. Bizi imana çağırıyor Cenab-ı hak!
Evet maalesef bugün en temel mesele en çok da inandım diyenlerimizde bir iman problemi var. Ya, bir yaratıcının var olduğunu bilmeyi iman sanıyoruz, ya da kendi biçimlendirdiğimiz, ‘maruf’ ve ‘mmalum’ bir Allah’a inanıyoruz. İlki iman değil, ikincisi de bir tür şirktir ki, mümin olduğumuzu sanırken şirkte kalıyoruz.
Cenab-ı hakka ‘malum’ ve ‘maruf’ ünvanlıyla bakacak olursak, meçhul olur, menkur olar; gizlenir. Çünkü ‘malumiyet’ örfi bir ülfetten, alışkanlıktan gelmektedir. Biz, bire bir Kur’an’ın bize tarif ettiği Allah’tan çok, taklidi duyumlarla elde ettiğimiz ve çoğu aktarımların eseri olan; çerçevesini Kuran’ın çizdiği ama içini kendimizin doldurduğu bir ilaha taptığımızı görürüz. Çünkü İmanı zevk/derk etmemiş insanların Allah algısı, kendi zanlarından oluşmuştur. Nitekim çoğu insan “Bana göre Alllah…” diye söze başlar. Oysa Allah, Allah’tır ona göresi buna göresi olmaz. O yüzden de Allah’a “Malum ve Maruf” unvanıyla baktık mı hakikati izhar etmiş olmayız.
Cenab-ı Hakka Mevcud-i Mechul ünvanıyla (Kuran’ın bize tarif ettiği Allah) bakılırsa, marufiyet (Allahı hakkıyla bilip idrak etmek) şuaları bir derece belirginleşir. Ve kâinatta kendisini hissettiren o geniş ve Mutlak Uluhiyet sıfatı hissedilebilir.
Benzetmede hata olmasın. Birçoğumuz için Allaha inancımız, bilgisayarımızdaki bir programa duyulan ihtiyaç gibidir. Mesela elinizde bir fotoğrafınız var. Onu düzelteceksiniz. Çağırırsınız photoshop programını düzeltirsiniz. Sonra programla bir işiniz kalmaz. Veya yazı yazacaksınız. Açarsınız Word programını yazınızı yazıp yine kapatırsınız.
Haşa çoğumuzun Rabbimizle ilişkisi bu hale gelmiş! Lazım olduğunda onun sıfatlarını hatırlıyorlar. Sonra sonrası yok. Hâlbuki -yine benzetmede hata olmasın-, iman, mümin için, bir işletim sistemi gibi kuşatıcı olmalı. O sizin tüm kâinatınızı kuşatmalı ve o olmadan hiçbir şey çalışmamalı…
Nitekim işin aslı da odur. Cenab-ı Hak buyurmuyor mu ki, siz hakkıyla iman ederseniz, ben sizin gören gözünüz, tutan eliniz… olurum diye.
Evet, İslam dünyasının birçok derdi, problemi var ama en başta iman problemi duruyor. Hakiki manada iman etmedikçe, zaaflarımızı terk edemeyeceğiz. Çoğu sefahat kültürünün tiryakilikleri olan hallerimiz ve ihtiyaçlarımız devam ettikçe de deccal düzeninin tutsağı kalmaya devam edeceğiz.
Allah’ım imanımızı ziyadeleştir ve yakinimizi arttır…