Medresemi / Tekkemi İstiyorum

Medrese, tekke, zaviye, dergâh… bütün bunlar, Resulullah’ın ‘soffa’sının (ehli suffe) zaman ve mekanlara dağılmış, her bir coğrafyada farklı isim ve hal almış evlatları, müritleri, talebeleri, muakkibleri ve bir nevi devamlarıdırlar.

Medrese de tekke de, zaviye de dergah da hep o görklü Peygamberin (asv) sofasındaki sohbet ve eğitimin ruhaniyetinden vücut buldular.

Ehli Suffe dediğimiz her biri rahle-i nebide yetişen ankalar, kısa zamanda uçup her biri bir kıtanın başına konup orada İslamiyet’i yaydılar, dağıttılar, filizlendirdiler. Onların o samimi ve âlicenap fedakârlıkları olmasaydı, ne Fars İslam ile buluşur, ne Türk İslam ile şereflenir, ne Kurt Seyyidlere ahbap olurdu…

Her biri Medine’den alem tarlasına ekilen tohumlar oldular ve düştükleri zeminde yeşerip hikmet ve marifet ağacının dal budak salmasına vesile oldular.

Cemil Meriç, ‘İslam medeniyeti sohbetin eseridir’ derken bu hikmete dikkat çeker işte. Onların o mekân tutma ve vardıkları yerde filizlenme gayret ve kabiliyetleri olmasaydı, bizim gibi oturup, insanların, kendi ayaklarına gelmesini bekleselerdi ne ‘Maveraunnehir’ihtida ederdi, ne Endülüs’te hikmetin ve bilgeliğin raksı yaşanırdı, ne İstanbul fethedilirdi.

Elbette Cenab-ı Hakkın bir muradı var ise o, olur. Fakat olma, o muradın içinde saklı talep ve o talebi gerçekleştirmesi beklenen eşyadaki kabiliyetle mümkündür.

Çünkü bazen Allah’ın muradı, insanın iradesinin doğru yönde kullanılması şartına bina edilir. İnsan o şartı yerine getirmezse o murat hasıl olmaz. İşte bugün İslamiyet, dünyanın yarı kıtasına yayılmışsa onların eseridir.

Ve eğer hâlâ dünyanın tamamını kuşatmamışsa, o da bizim tembelliğimizin eseridir…

***

Durup dururken, medreselerden, tekkelerden neden söz ettiğimi merak etmiş olabilirsiniz. Ama bence tam zamanıdır bunları konuşmanın ve hatırlamanın.

Hükümet’in başlattığı açımılın, elbette hemen netice vermesini biz de beklemiyoruz. Ancak, şu açılım kavramı, doğduğu andan itibaren her iki tarafı da rahatsız etti.

Türkler, açılımla, birilerine ayrıcalık verildiği fikrine kapıldılar. Kürtler ise, TC bize lütufta mı bulunuyor deyip, uzatılan eli tutmadılar. İki halk arasında kalplerin yumuşatılmasına vesile olacak bir hali, tek taraflı olarak bir muzafferiyet havasına döküp baltaladılar.

Bendeniz, şu ‘açılım’ kelimesinin telaffuz edildiği gün, tesadüfen Ülke Tv’de Sevgili kardeşim Turgay Gülerin hazırlayıp sunduğu, Sıradışı’nda canlı yayında idim. İlk konuşmamda hemen bu kelimenin doğru olmadığını, ‘açılım’ yerine, ‘rejimin insanileştirilmesi’ ve ya ‘demokratlaşması’ ifadelerinin kullanılması gerektiğini söylemiştim. Esasında, ‘açılım’ kelimesinde birinin diğerine bir ianesi, bir jesti söz konusudur. Başa kakmayı da içerir.

Oysa biz çok iyi biliyoruz ki, ‘açılım’ adı altında yapılmak istenenlere, Kürtler kadar Türklerin de –hatta belki daha ziyade- ihtiyacı var. Çünkü aynı anda, aynı zihniyetin aynı küfrî planlarıyla mağdur edildik. Kayıplara uğradık.

Esasında plan, en başından, Türklüğü ve Türk milletini İslam’ın bazı şearirine (ezan, Cuma, örtü vs gibi) karşı kullanma planıydı. Türkleri İslamiyetten koparmak, bin yıllık tarihini leke-dar etmek ve onu bütün bütün sukut ettirmekti. Böylece Türk, içi boşaltılmış, manası alınmış, kuru bir ceset haline gelmiş ve İslam’ın savaşan topluluğu olmaktan çıkarılmış olacaktı. İşte Birinci Cihan Harbinden sonraki asıl plan buydu. Sevr onun adıydı. Biz böyle bir şeyi kabul etmeyeceğimizi İstiklal Harbiyle gösterdik.

Bunun üzerine onlar daha dessas planlarla arzularını bizim planlarımızmış gibi bize uygulattılar.

*İnkılâplarla ‘muassır medeniyet seviyesine’ çıkacağımızı zannederken, bir de gördük ki atımız, Batı ahırına çekilip bağlanmış, ellerimiz ve ayaklarımıza da bukağılar vurulmuş!

*Bir sabah uyandığımızda, bir de gördük ki, babamızın yazdığı kitapları okuyamaz olmuşuz.

*Nenemizin giydiği izareyi yırtıp atmışız.

*Başımız her derde girdiğinde, huzurumuz bozulduğunda, kendimizi yalnız hissettiğimizde sığınıp huzur bulduğumuz, kalben ve bedenen tımar edildiğimiz tekleler zaviyeler, dergâhlar, hasılı bütün irfan ocakları kapanıvermiş.

*Her sabah, her akşam, serin sularında yunduğumuz şadırvanlarımız, sebillerimiz akmaz olmuş!

*Bizi birbirimize bağlayan metin ipler koparılmış ve hakka çağrı davetimiz olan ezan yasaklanmış…

Oysaki Türk milleti, ‘insaniyet-i kübra olan İslamiyet’i, tekkeler ve zaviyeler eliyle almıştı. Türklerin hakiki manada İslamiyet özüyle karşılaşması Hallacı-ı Mansur’un gayretleriyle olmuştu. O Ahmet Yesevi’deki ateşi körüklemiş o da o ateş ile Türkistan illerini aydınlatıp koca bir kıtayı tekke haline getirmişti.

Molla-i Cüzeyri (Cizreli)nin olması gereken bir beyit var aklımda, der ki: “Mim, matlae Şemse Ehad âyine sifet-gir. Lamı’ ji arab berqe ji fehhâre acem da!”  (Mim, yani Muhammed (asv) Vahdet güneşinin doğdum makarrıdır. O, hikmet güneşinin ‘şark’ıdır. O güneş parıldayınca herkes aynesini ondan yana tuttu. Evet parıltı Arap’tan çıktı fakat onun aydınlığı Acem’e (yani Kürt, Fars ve Türk) vurdu.)

Evet, İslam Mekke’den çıktı önce Medineyi sonra tüm coğrafyayı ve âlemi aydınlattı. Farslar, galiplerin eliyle İslam’ı kabul ettiler. Kürtler, Emevi zulmünden kaçıp Güneydoğu Anadolu’nan sarp dağlarına sığınan Ehl-i Beytin, rahle-i tedrisinde ve onlara hizmet ederken İslam’ı öğrendiler.

Türkler ise, tasavvuf ve tarikatlar yoluyla İslam’ı benimsediler. Hallac-ı Mansur’un Türk illerine gitmesine kadar, Müslüman Araplarla Türkler sürekli savaştılar. İcbar ve zor ile bir takım Türkler İslamlaştı ama Türklerin kitleler halinde İslamiyet’i kabul etmeleri, İslamiyet’in çıkışından en az 300-350 yıl sonra ve mutasavvıflar eliyle oldu.

Bunlar birer ilahi remizdir ki, Fars’ın itaatine sebep güç, Kürdün itaatine sebep ilim tahsili ve Türk’ün itaatine sebep güzel söz ve nasihattir.

***

Geçtiğimiz yüzyılın başında Türk milletini ve onun şahsında İslamiyet’i mağlup etmek isteyenler de bunun analizini yapmıştı ve farkındaydı.

O yüzden, Türk milletini tekkelerden ve zaviyelerden mahrum bıraktılar. Çünkü Arapça bilmeyen Türklerin, İslam’dan anladığı ‘edeb’di. Eline, diline, beline sahip olmak! Bu da tasavvufun özüydü. Eğer bu millet tasavvufsuz bırakılırsa ölürdü. O yüzden Türklerin tarikat kapılarını kapattılar. Ama dikkat edin, Balkanlardaki bir tür lakaytlık olan Bektaşiliğe dokunmadılar. (Anadolu Bektaşiliğini kast etmiyorum. Anadolu Bektaşiliği de yerli bir tekke olduğu için o da kapatıldı. Buna karşılık, Rumeli Bektaşiliği, -belki de Atatürk bir ara oralardan nasiplendiği için onun kapatılmasına izin vermedi- ve bir tür gösteriye dönüştürülmüş olan Mevleviliğe dokunmadılar. Bunun dışında ne kadar ocak, tekke, dergâh, zaviye, zikir hane varsa hepsi kapatıldı…

Bugün bizde tekke yok, dergâh yok, zaviye yok. O yüzden de cemaatler var. Ama cemaatler bir aidiyetten başka bir şey veremiyor. Biraz da para toplayıp yardım yapıyorlar o kadar. Hâlbuki eskiden, Nakşî ve tüm kolları, Kadirî ve tüm kolları, her Cuma gecesi, ya devran ya hatme yaparak, insanlarımızı ıslah ederler, ikmal ederler, bir ve bütün haline getirirlerdi. Kadirîler, harici tağutları yıkar, Nakşîler, enfüsi ilahları imha ederlerdi. O yüzden de muvahhide bir topluluktuk.

Şimdi para toplamaktan ibaret cemaatler haline gelmişiz. Eminim bir yerlerde yine zikirler, devranlar ve hatmeler oluyordur. Olmasaydı bugünlere gelinemezdi…

***

Bizim tekkelerimize karşılık Kürtlerin de medreselerini kapattılar. En azından ta 1961 yılına kadar (yani Bütün seyyid ailelerinin başlarını zorla Sivas Kampına toplayıp dağıttıkları zamana kadar, Doğu Anadolu’da her şeye rağmen biraz tasavvuf ve tarikat vardı. O hadiseden sonra orada da yok oldu)ıkları zamana kadar) Çünkü onları İslamiyet’e bağlayan can damarı da medreselerdi.

Şimdi Türkiye yeni bir yeniden ihya hareketi yaşıyor eksikli ve sıkıntılı da olsa. Öyleyse buradan ehli hamiyete seslenme hakkımız vardır ve diyoruz ki:

-Siz gerçekten Türkler ve Kürtler arasında kalplerin yeniden telif edilmesini istiyor musunuz? Öyleyse İslam’ı ayağa kaldırın. Bu da, ancak Türklerde tasavvuf ocaklarını, Kürtlerde de medreseleri yaygınlaştırmakla olur.

Bir hadis şerif var: ‘Kad bedee’l-islamı garîben su yuîdu garîba’ der. Bu hadis, çoğu kere ‘İslam garip geldi, garip gidecek’ diye aktarılır. Bu mana da doğru olabilir ama ben şahsen onu ‘yuîdu’ kelimesinin içeriğine dayanarak diyorum ki, “İslam garip başladı -ve zevale yaklaşmışken-  yeniden ihyası da garip olacaktır

Demek ki İslam’ın yeniden canlandırılması söz konusudur. Öyleyse başlangıçtaki usulü seçmemiz gerekir ki netice alınsın. Yani acilen, Tağmedresesi, Van medresesi ve özellikle seyyidler resmi geçidi olan Norşin ve Tillo medreseleri hemen ve hiç bekletilmeden ihya edilmeli ve burada eğitim görecek olanlara devlet yardımı yapılmalıdır.

***

Elbette şu geçiş sürecinde Risale-i Nur’un azametli hizmetini görmezlikten gelemeyiz. Tekkelerin dağıldığı, zaviyelerin yıkıldığı bir ortamda Risale-i Nur ve Süleyman Hilmi Tunahan hazretlerinin yaktığı kandiller, milleti ısıtmaya aydınlatmaya devam etti. Bediuzzaman, Risale-i Nur’un 12 tarikatın hulasası olduğunu zikredir. Onun ‘gaybi üstadlarım’ dediklerinin tamamına yakını ehli tasavvuftur. Evet, “zaman tarik zamanı değildir” derken, tarikatların kendi hakikatlerinden uzaklaştıklarını ima ederken, bir yandan da eski usulde irşad ile zamanın felsefesiyle bulanmış zihin ve gönüllerin zor ıslah edileceğine dikkat çekmiştir. (O hakikati yok saymamıştır. Hatta gelecek tasavvuf aleminden bir güneş doğacağını haber vermiştir.)

Çünkü eskiden küfür cehaletten kaynaklanıyordu. O cehalet giderildi mi iş tamamdı. Fakat Batı’nın, inkârcı bilimi önceleyip ve sonra da tüm dünyada yaymasıyla, din ve kutsallar geriye çekilmeye başladı. Çünkü tasavvufun yok saydığı ‘mevcut’, onlar tarafından ‘mabud’ hale getirilmişti. Maretyalizm, madde tapıcılığı idi. Dolayısıyla, ‘mevcudat yoktur, ancak O vardır’ sistematiği üzerinden gidilerek bugünkü inkârcılığın önü alınamazdı. Bediuzzaman o yüzden eşyadan ve maddeden Allaha giden yolları göstererek, ‘mevcudu tanrı edinenlere’, ‘mevcudun da mahlûk olduğunu ispat ederek’ dini takviye etmeye çalıştı. Ve imanın ihyasını sağladı.

Ve tabii ki ‘tasavvuf’un özlerini muhafaza ederek… Nitekim talebelerine evrat olarak bıraktığı Cevşen-i Kebirde, bütün tarikatların virtleri mevcuttur ve her nur talebesi o virtleri mümkün mertebe tekrar ederek adeta ruhaniyetlerinin devamını sağlar…

Yani Bediuzzaman’ın yaptığı bir tür tasavvuftur ki Kur’anî hikmeti asrın idrakine indirmiştir. “Risale-i nur, kâfidir” demiştir. Fakat bu onun tasavvufu dışladığı anlamına gelmez. Hatta kendisinin de aynı kaynaklardan beslenip geldiği Norsin şeyhlerinden Abdurrahman-ı Tağihazretleri ve onun hizmetleri hakkında söyledi şu cümle onun tasavvuftaki beklentisini de ortaya koyar:

“Nahiyemiz olan Hizan’a bağlı Isparit’da da birdenbire meşhur “Seyda” namında Şeyh Abdurahman-ı Tagi’nin himmet ve bereketiyle  o kadar çok hocalar, âlimler ve talebeler çıktılar ki şimdi bir izhar ile kati kanaatim geldi ki “Seyda’nın yetiştirdikleri talebe arkadaşlarım, o üstatlar hükmünde olan hocalarım ve o mürşitlerim, şeyhlerim hissi kalple vuku, ruhu ile hissedip lüzumlu bir zamanda o talebeler içinde ve o hocaların şakirtleri içinde ve mürşitlerin müritleri içinde parlak bir nur çıkacak ve ehl-i imanın imdadına yetişecektir.”(Emirdağ Lahikası, 169)

İşte şu müjdeye zemin teşkil edecek çalışmaların Şark’ta başlatılması her açılımdan daha önce açılmayı gerektiren bir hakikattir.

Şu mesele uzundur. Ben sadece bir kapı açmak ve kalbinde imanın birlikteliği için nabız vuranları gayrete getirmek istedim.

Daha sonraki yazılarımın birinde, inşallah şu cemaatlerin para hırsı ve bu hırsın toplumu nasıl tahrip etmeye başladığı üzerinde durmak istiyorum. Bu noktada anekdotları olanların yardımını da beklerim.

Maksadım, cemaatleri karalamak değil, aksine onları silkelemek ve fukaranın hakkı olan zekâtı -en azından bir kısmını- onların tasaluttundan kurtarmaktır…

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Çanakkale Geçilmedi…

Elhamdülillah, bu millet bir kez daha Çanakkale’nin geçilmez olduğunu gösterdi. Bir kere daha, bu millet, …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir