Bir önceki yazımda Medine-i Münevvere’de ‘kutlu doğum haftasını’ yazmıştım. O yazıda Nebi-i Zişan etrafında inşa edilmiş ruh ve beşerî atmosfere ve o atmosferin oluşmasında tevhid inancının rolü üzerinde durmuştum.
İslam’ın tevhid anlayışına daha doğrusu insanı merkeze alan Kur’anî yaklaşıma ne kadar ihtiyacımız olduğuna bir nebze değinmiştim.
Bugün biraz sosyolojik bakacağım. Mescid-i Nebi ve Kabe-i Muazzama avlusundaki insan florası ve davranışları perspektifinden İslam dünyasına bakmaya çalışacağım. Sosyolojik bakış disiplinine tam sahip olmadığım için zaman zaman gözlemlerim şahsî kalabilir ama zaten yapmak istediğim de bu. Yani o görüntülerin bende bıraktıkları izlenimi aktaracağım.
Türkiye
Ben ilk defa 1993 yılında Almanya’daki İslam Türk Federasyonu’nun daveti üzerine hacca gelmiştim. O sıralar sevgili kardeşim Nazif Okumuş’un yönetimindeki Ortadoğu Gazetesi’nde yazıyordum. Biraz da o yüzden –herhalde- meselelere mahzâ ‘Türk Milletinin Geleceği’ açısından bakmıştım hep, 17 gün devam eden dizi yazımda.
Gidişatın, hiç de o dönem Türkiye’sinin arzusuna uygun olmadığı açıktı. Çünkü Türkiye ile İslam dünyası farklı tellerden çalıyordu. Türkiye’deki tutucu Kemalist yapı, Türklerin dindaşlarıyla sıcak ilişkiler kurmasını rejim için tehdit sayıyordu. İslam dünyasındaki gelişmelere kasıtlı bir ilgisizlik vardı. Ben o zaman “Eğer Türkiye geçmişteki Selim İslam anlayışını yeniden var edemezse, gelişmekte olan Radikal İslamcılığa mecbur kalır. Bu da Türkiye’nin başını ağrıtır” diye yazmıştım.
Türkiye Cumhuriyeti o zamanlar, içerde ve dışarıda en çok ‘İslam’dan korkuyordu. Dışarıdaki misyon şeflerinin temel amacı, Türkiye’nin İslam liginde olmadığını göstermekti. Öyle yaparak halkı da İslam’dan uzak tutabileceklerini sandılar. Zaten o sanıdır ki rejimi bir anda Refah Gerçeği ile yüz yüze getirdi. 28 Şubat, rejimin gafil avlanmasından kaynaklanan bir öfkenin sonucudur. Türkiye kibirli ve İslamı dışlayan o rejimin bedellerini ağır ödedi.
Çok şükür ki bugün Türkiye’nin artık böyle bir derdi kalmadı. ‘Müslümanların problemleriyle uğraşırsam Batı, beni İslam’a dönmekle, laiklikten vazgeçmekle kınar mı?’ diye korkmuyor. Nerede olursa olsun Müslümanların derdiyle ilgileniyor. Bu yürekli çıkışının neticelerini de almaya başladı. Nitekim şu iki mabedin çevresinde dönüp dolanan Müslümanların yüreğinde de, ‘Türkiye’ ve ‘İstanbul’kelimeleri hala rahmanî esintilere ve umuda dönüşebiliyor.
Türkiye ve İstanbul
Çoğu Afrikalı ve Arap, Türkiye’nin Asime(başkent)’sinin hala İstanbul olduğunu sanıyor. Bu iki kelime ile ilintili iseniz farklı bir sevgili ile karşılanıyorsunuz. Medine’de iki Erbilli kardeşin arasında kıldığım öğle namazının tadını unutamam. Namaza başlamadan önce kıyafetlerinden hareketle onlarla Kürtçe konuştum. Türk olduğumu ve İstanbul’dan geldiğimi öğrenince gözlerinde beliren sevince anlatamam. Bu güzel insanlara TC’nin uzun süre öteki gibi bakmış olmasına hiç anlam veremedim ve sindiremedim. Bu iki güzel insan hürmet ve sevgileri ile beni utandırdılar.
Keza, bir Sudanlı ve Kenyalı arasında kıldığım yatsıyı da unutamam. Biri tırnakları ve dişi dışında her tarafı kömür gibi, diğeri çikolata renginde! Türk olduğumu söyleyince beni yüreklerine sokacaklardı.
Bir başka sefer, Mescid’de sırtımı duvara vermiş, Kur’an okuyordum. Yaşlı bir zat geldi yanıma oturdu. Nereli olduğumu sordu. ‘Türkiye’ dedim. Biraz sonra kalkıp gitti bir seccade getirdi ve benim o seccade üzerine oturmamı istedi. Sebebini bilemedim ama onu da kırmadım. O da Afganlı Paştun imiş. Mescid’den ayrılırken ona bir sadaka verdim. -Çünkü orada sadece yardımlarla yaşayan bir yığın insan var. Hem zaten Resulullah’ın huzuruna girip ona bir hacetini arz etmek isteyenlerin sadaka vermeleri de gerekiyor- işin kötüsü cebimde başka riyal de yoktu. Tam ona verirken en az onun kadar yaşlı bir pir-i fani, ‘bizge de vir’ deyince içim yandı. Verdiğimi ikiye bölseydim esasında ikisini de memnun ederdi ama düşünemedim. Yığıldım kaldım yanlarında. Üzerimde başka para olmadığını söyledim ama inanmadı sanırım. Oturdum yanına, o da Afganlı bir Özbek’miş! İstanbul’dan geldiğimi duyunca acayip sevindi. ‘Sen Türk men Türk, bizge de vir sadaka’dedi yine. Çıktım para bozdurdum ama döndüğümde onu bulamadım.
Hiç aklınıza gelmiyor birine bir şey verirken veya alırken bu kimdir, necidir diye. Kimsenin İslam’dan başka kimliği yok. Bir tek İran farklı! Güttüğü farklı siyasetin etkileri burada da hissediliyor.
İran Eski İran
1993 yılındaki hac izlenimlerim ile bugünkü gözlemlerim kıyaslandığında değişmeyen tek unsur İranlıların tutumu! O zamanlar Kabeetrafında İran kimliği dışında belirgin bir profil yoktu. Müslümanlar sahipsiz ve ‘başıbozuk’ bir topluluk intibası veriyorlardı.
İran, sanırım biraz da Suudi yönetimine duyduğu antipatiden dolayı, haccı, meydan okuma zemini yapıyordu. Ekseriyetle genç olan hacılarıyla, hac ‘menasik’ini şova dönüştürüyordu. (Mamafih hac ve cumanın siyasi yönleri de yok değil.)
İranlıların, ‘meydan okuma’ refleksi bugün de devam ediyor. Tabi daha profesyonelce… 50-60’lı gruplar halinde ve hepsi tamamen disipline edilmiş gençlerle ibadetleri toplu yapıyorlar. Her tavaf ve sa’yı, bizim dönemin sloganlı öğrenci mitinglerine benzetiyorlar. Kişisel okunması daha uygun olacak duaları, etrafı çınlatacak seslerle hep bir ağızdan tekrar ediyorlar ve tekbir getiriyorlar.
Müslümanların ilk hac ziyareti sırasında peygamberimizin, müminlere, ‘kendinizi müşriklere güçlü gösterin’ emrini bugün de sergiliyorlar yani. Çevrede müşrik yok ama olsun. Suudi görevliler de tırsıyorlar mıdır –yahut eskisi kadar müdahil değiller artık- nedir, karışmıyorlar. Kısacası İran hala eski İran. Sloganik, meydan okuyucu ve ‘ben ve ötekiler’ci!
İslam’a, dâhi âlimler bahşetmiş, İslam medeniyetini omuzlamış mütefekkirler yetiştirmiş İran coğrafyasının, sloganik bir ideolojiye teslim olması, İslam adına büyük kayıptır. Esasında, İran’ın, homojen bir ‘ideolojik Şii düşünce’ atmosferine girdiğinden bu yana İslam, ‘Medeniyet üretme kabiliyetini’ de kaybetti. İran’ın, hala slogan, gösteri ve ‘kime yönelik olduğu belli olmayan bir öfke’ ile idare ediliyor olması acı. Bu tutum, Hz. Ali’ye duydukları sevgiden midir, yoksa milli duyguları onun eliyle zedelendiği için Hz. Ömer’e duyulan hınçtan mıdır bilemiyorum!
PKK Yok Ama Kürtler Burada
O dönem, maksatlı hareket eden ikinci bir kesim de PKK’lılardı (Kürtler değil). Çok açık olmasa da Türkiye aleyhtarı tavırları hissediliyordu. Hac onlar için yeni taraftar bulma mevsimiydi adeta. Kürtler ve Araplar nezdinde ciddi faaliyet gösteriyorlardı.
PKK o zamanlar, yoğun faaliyet içindeydi. Suudiler de göz yumuyordu. Bunun dışında Kâbe etrafında hiçbir topluluğun kimliğini açık etme çabası yoktu.
Şimdi PKK etkisi yok. Kuzey Irak Kürtleri kendi temiz ve uyumlu kimlikleri ile Kabe’nin etrafında yerlerini almışlar. İslam toplumu ile hiçbir uyumsuzlukları da yok çok şükür. Saygılı, diğer İslam toplumları ile barışık bir kitle… esasında Kürtler en eski zamandan beri İslam ümmetinin en fedakar cüzünü oluşturdular.
Afrika ve Diğerleri
Afrikalılar hala gariban. Ama onlar da uyanmaya başlamış elhamdülillah. Bangladeş ve Pakistanlılar, kendilerini Mescid’in ve Kabe’nin hizmetine adamışlar. Çevre de artık eskisi kadar kirli değil.
Malezyalılar, İslamın nezaketini mücessem kılmış bir topluluk. Dünde öyleydiler bu gün de. Güneybatı Asya’nın bu şirin insanları, herkese nezaket ve nezahet dersi veriyorlar. Onlar da grup halinde hareket ediyorlar Kâbe etrafında ama hiç kimseyi incitmeden, ürkütmeden. Ama İranlılar öyle değil. Eğer arkanızdan İranlı grup geliyorsa kenara çekilmek zorundasınız. Sizi ezer geçerler. Ve sanırım bunu da İslam’ın izzetini gösterme zannediyorlar!
Böyle yapmasalar daha büyük sempati toplayacaklar. Çünkü İranlılar kadar güzel ve coşkulu dua eden, Kâbe etrafında onlar kadar ağlayan görmedim. Çok kere onlar gibi yalvara bilmeyi arzulamışımdır!
Türkler ve Türkiye
Türklere gelince. Eskiden hacılarımızın yaş ortalaması sanırım 50’nin üzerindeydi. Ama bugün eminim 30- 35’tir. O kadar çok genç var ki! Eskiden Malezyalılar balayı için gelirlerdi. Şimdi bizde de çok sayıda genç geliyor. Kalabalık ve bilinçli! Çoğu neden burada olduğunu biliyor. Erken yaşta gelmişler, çoluk çocuklarıyla beraber.
Esasında şu bilinç tüm Müslümanlarda görülmeye başlamış. Beni en çok heyecanlandıran ve sevindiren de bu!
Çünkü İslam yurtlarını, yabancı ayaklar altında çiğnenmekten kurtaracak yegâne manevi ilaç ve araç, Hac’dır. Haccın terki ve ihmali ‘kessaret-i zunub’ oldu. Bizim için. Bir gün bu ümmet, haccın hakkını verir de idrak ederse, yabancı bayraklar altında uzun yürüyüşler yapmaya, onların manevi baskısı altında kendi yurdunda bile esir hayatı yaşamaya son verecektir. Zira her ibadettin, ‘keffaret-i zünubu’vardır. Ama haccın kefareti yoktur. O yüzden onu terk etmek ‘kessaret-i zunub’a, yani günahın ve ıstırapların artmasına yol açıyor.
Haccın İslam toplumlarına kattığı en yüksek değer, sosyolojik anlamda istiklaliyet ve bağımsızlıktır.
Buraların ev sahibi olan Arabistan’a gelince…
Sanırım en çok değişime uğramış olan, onlar! 1993 ile hatta ikinci kere gazeteci kimliğimle geldiğim 2001 yılıyla bile kıyaslanmayacak kadar muazzam değişiklikler var.
O kadar sıkı, pespaye bir yasak mantığı vardı ki, insan bir an önce ibadetini yapıp kaçmak istiyordu. Şimdi de cahil insanlarımızın sergiledikleri hal ve hareketler var. Eskiden olsaydı hemen jopu indirip ‘haci haram’ deye efelik yaparlardı. Şimdi de ‘haram!’ diye uyarıyorlar zaman zaman ama rahatsız edici bir müdahale yak.
Sanırım bunda, Arap Baharı denilen hareketliliğin çok büyük katkısı var. İçerde gözle görülür derecede bir rahatlama ve serbestiyet başlamış. Değil kamera, elinizde bir fotoğraf makinesi bulsalar hemen içeri atarlardı.
Yönetim şekli ile birlikte şehirler de düzelmiş. Ben 1993’tekiyazımda, ‘Mekke ve Medine yönetiminin hac döneminde, Suudilerden alınıp İslam Konferansı teşkilatı gibi bir örgüte verilmesi gerektiğini’ önermiştim. Çünkü hakikaten insanı canından bezdiriyorlardı. Mesela bizi ilk ziyaretimizde 8 saat hiç yere Cidde havaalanında bekletmişlerdi. Kendi uçaklarından başka uçakların Medine’ye inmelerine fırsat vermezlerdi. Hacıların da burnundan getirirlerdi.
Şimdi uçaklar Medine’ye de inebiliyor. Tabii Müslümanların uçakları! Bildiğiniz gibi gayrı Müslim olanlar Mekke ve Medine topraklarına giremezler.
Zemzem Tower
Mekke eskiden temizlik açısından mezbelelikti. Evet, şehrin şurasına burasına ve özellikle de Kabe’nin etrafına devasa binalar yapmışlar ama sanırım bunda kusur sadece onların değil. Bizde de kusur var. Isıtıyoruz ki, kaldığımız odadan çıkıp Kâbe’nin avlusuna girelim. Hala çoğumuz açısından maalesef hac ve umre bir yönüyle de turistik bir gezi.
Medine’den Mekke’ye giderken, otobüstekilere hicret yolunu biraz anlattım. Hz. Peygamber, 14 günlük yolu 8 günde almıştı. Hacıların ayağıyla bu süre en az 15 yirmi gündür.
Bildiğiniz gibi, Mekke topraklarına ancak ihramla girilir. İhrama girilen yerlere ‘mikat’ denmiş. Türklerin ihrama girdikleri Mikat Zulhuleyfe’de. Zulhuleyfede ihrama girdiğinizde en hızlı bir seyahatle ancak 15 gün sonra ihramdan çıkabilirsiniz. Düşünün, dedelerimiz, o şekilde seyahat etmişler ve asla şikâyet etmemişler. Sıcak, perişanlık ve tabii ağır ihram şartlarına rağmen…
Şimdi ise beş saatlik bir sıkıntıya katlanamıyoruz. En ufak bir sıkıntı olsa, hemen şikayetleniyoruz. Güya kendimizden göçüp Allah’a varmak için yola çıkıyoruz ama nefsimizin her talebine hizmet ederek. Hâlbuki hac kendinden geçmektir, nefsin itaatini sağlamaktır ve bağlılık bildirmektir.
Şeneller Tur’un sahibi Bilal Şenel kardeşim, buraya gelmeden önce bana ‘Abi biz dünyada en iyi hac ve umre hizmeti vermek istiyoruz. Sadece maddi manada değil, manevi alanda da. Biz umrecilerimizin, o ibadetin manasına ermelerini de sağlamak istiyoruz, bu açıdan bize ne önerirsiniz’ diye sormuştu. Ancak gelip görünce Bilal kardeşimin neyi kast ettiğini anladım. Çünkü çoğumuz maalesef turistik bir geziye gelmek gibi algılıyoruz bu ziyaret!
Tabii Suudi yetkililer de bu talebin farkında. Onlar da bu beklentiye cevap vermek için ellerinden geleni yapmışlar. Ve sonunda o devasa Kabe, mini minnacık bir maket gibi kalmış ihtiras ve hırsın yücelttiği kuleler arasında.
Yazık ki biz de onlardan birinde kalıyoruz. Şirket, ilginç bir şekilde daha ucuz bir yer için verdiğimiz paralara rağmen, belirtilen otelde yer bulamayınca, bizi ondan en az iki kere daha lüks olan Zemzem Tower’e yerleştirdiler. O zaman anladım Bilal kardeşimin amacını. Oysa normalde denk bir yere yerleştirilmemiz daha uygundu. Ama vaad edileni yapamayınca daha azını değil, daha çoğunu vermeyi prensip edinmişler.
Bu, şirket açısından hakikaten takdire şayan bir şey. Am abiz ziyaretçiler açısından nefsin azdırılmasından öteye geçmiyor. Çünkü bu otellerin sunduğu hizmet, hakiketen nefsi şımartacak cinsten…
Kısacası hac artık muazzam bir ekonomik fenomen olmuş. Esasında başlı başına bir yazı konusu yapmak gerekiyor. İnşallah öyle yapalım…
Bu arada bu yazıları sizlere ulaştırmama yardımcı olan rehberimiz ve ağabeyimiz Adıyaman eski müftüsü Mehmet Arslan’a teşekkür etmeliyim. Arabistan hala internete karşı tedirgin… İletişim araç ve gereçleri demokrat olmayan yönetimlerde doğal olarak tedirginliğe sebebiyet verebiliyor. Yani burada en ciddi internet bağlantısı bulmak hala zor! Üstelik beş yıldızlı otellerde…