Türkiye Cumhuriyeti’nin adında yer alan ‘cumhuriyet’ lafzının, ne kadar ‘tırışkadan’ olduğunu ‘ergenekon’ süreci bize gösterdi.
En temelsiz, en bayağı, en sıradan bir ülkede bile, hukukçular ve yargıçlar, hukukun ilkelerini ve yargının haysiyetini bu kadar aleni bir şekilde ayak altına alamazlar. Ama Türkiye’de bütün bunlar oluyor ve basın tarafından da alkışlanıyor!
Hâkimlik ve savcılık bu kadar mı ucuz, bu kadar mı kuralsız? Yargılamalar ve tutuklamalar yahut salıvermeler bu kadar mı indî, bu kadar mı keyfî olur? Demek ki, ortada, herkesin uymak zorunda olduğu bir kanun, küllî bir akıl ve bir müstakim vicdan yok. Rahmetli Özal da sanırım bunların bu deve kuşu hallerine tanık olunca ‘anayasa bir kere delinmekle bir şey olmaz’ deyivermişti.
***
Hadi diyelim iktidara karşı hınçları var ve öfkelerini yenemiyorlar. Yahu insan biraz mesleğinden utanmaz mı, onun toplum nezdindeki itibarını düşünmez mi? Bu kadar da kör gözüm parmağına olmaz ki!
Suçluluk ve suçsuzluk nasıl da iki dudak arasında kalmış! Düşünün ki bir savcı güya günlerce çalışıyor, çabalıyor birtakım delilleri bir araya getirip, bir zanlıyı hakim huzuruna çıkarıyor ve hakim, o belgeleri esas alıp adamı tutukluyor.
Sonra bir de bakıyorsunuz, aradan bir hafta geçmeden, birileri apar topar nöbetçi hâkim yapılmış ve onun marifetiyle bütün o zevat serbest bırakılmış.
Gerekçe? Gerekçe yok. Onu hâkim tayin eden güç, ona yap demiş, başka gerekçeye gerek var mı? O emirden daha büyük vicdani meşruiyet mi var?
Tevekkeli ta işin başında Bediuzzaman bu rejimi, ‘keyfi, küfri ve cebrî’ diye nitelemiş. Bu memlekette yargılamanın ve adaletin ne kadar keyfi olduğunu otuz yıllık sürgün hayatıyla bire bir yaşamış!
Şu hâkim ve savcılar yüzünden kim bilir kaç yüz bin insanın ruhuna ve ruhaniyetine karşı özür borçluyuz! Kim bilir kimlerin hayatı hiç yere karartıldı da milletin ruhu bile duymadı. Ve bunların hepsi de bu milletin hanesine yazıldı.
Geçmişte yapılan birtakım yargılamaların da keyfî olmadığını artık kim söyleyebilir? Bediuzzaman’ın, Necip Fazıl’ın, Nihal Atsız’ın, Nazım Hikmet’in suçu neydi sahi? Hangi adamı öldürdüler, hangi darbeye imza attılar, hangi cinayeti onayladılar ki öyle sürüm sürüm süründürüldüler?
Bu millete pislik yedirenler serbest bırakıldığı halde Karlı Kayın Ormanlarında memleket hasreti çekenler sürüldü. Neden? Hâkim güç öyle istemişti de ondan…
12 Eylül’ün ardından asılan solcular ve onlara denklik olsun diye ipe gönderilen ülkücüleri bir düşünün. Asılanlar niçin asıldı, salıverilenler niçin salıverildi? Bir mantığı bir adaleti vardı diyebilir misiniz? Bir nesil insafsızca, zalimce mahvedildi.
Sorsanız, suçu hemen askeri darbelere atarlar! Elbette askeri darbe ortamında yapıldı bütün bunlar. Peki, o gençlerin, önünde el pençe divan durdukları o kürsülerde de askerler mi oturuyordu?
Hayır. Daha kötüsü! Askere yaranmayı, hakka hukuka yaranmaktan daha üstün tutanlar oturuyordu!
Ben o yüzden Bediuzzaman’ın, bu rejimle ilgili “keyfi, küfri, cebrî” nitelemelerine hep “askerî”lik vasfını da eklemişimdir. –Gerçi kendisinin de bir yerde ‘askerî’ sıfatını kullandığını biliyorum ama yerini bulamadığım için üçünü yazdım, ‘askerî’yi de ben ekledim- Çünkü millete hınç duyanlar, hep rejim perdesi altında gizlenerek millete zulmettiler. Kuvvetler ayrılığını da kendilerine sütre yaptılar.
Millet tarafından seçilen yasama ve onun bir tezahürü olan yürütme ne zaman milletin hayrına bir şey düşünecek olsa yargı hemen askeriye ve ilmiye sınıfını da yanına alarak millete haddini bildirmiştir! Kuvvetler ayrılığı milleti, baskıcılardan korumak için icat edilmiş bir düzenek iken bizde milleti susturmak için kullanılmıştır. ‘Biz’den çok ‘ötekiler’e yakın durmuşlardır. (Nedense şimdilerde, bugüne kadar mağdurlar safında yer alan MHP onların güzüne girmeye çalışıyor!)
O ‘ötekiler’ dediğim, Bediuzzaman’ın “Yediyüz sene müddetinde İslâmiyetin ve Kur’an’ın elinde şeref-şiar, barika-asa bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten İslâmiyetin bir kısım şeairine karşı istimal etmeğe çalışır. Fakat muvaffak olmaz, geri çekilir.” (Şualar 598) dediği saklı ve zındıka bir güçtür. Çaldıran seferinde Yavuz’un çadırını oklayanların hıncı var yüreklerinde sanki!
O yüzden pervasızdırlar. Askerle işbirliği yapıp masum başbakanlar mı asmadılar? Gelirlerin hakça dağılmasını isteyen gençleri mi ipe çekilmediler? Cumhuriyetten önce yazdıkları eserlerinden dolayı masum din adamlarını mı berdâr etmediler?
Bir hâkim düşününüz ki, az sonra idama mahkûm edeceği başbakana ‘ne yapayım, seni buraya tıkan irade böyle istiyor’ diyebilmiştir. Ve hiç de vicdan muhakemesi yapmamış, bunu yaparken mesleğine saygının gereğini bile aklına getirmemiş, yüzü bile kızarmamıştır.
Bu ülke böyle hâkimler bile görmüşken, “nöbetçi emireri hâkimler”i mi yadırgayacak? Adam en üst kurumundan(!) talimatını almış. Bundan büyük meşruiyet mi var onun için? Görevi eline verilen dosyada yazılıydı. Geldi ve saldı.
Hep böyle oluyor. Nasıl olsa medyada şakşakçıları, askerler arasında tak taktçıları var. En büyük itibar ve şerefi, askerden brifing almak olan bir yargıdan başka ne beklenir ki?
Bu ülkenin hapishanelerinde yatanlara yüreğim acıyor. Gariplerim, demek ki ‘nöbetçi bir hâkim’ bulacak kadar adamları veya paraları yokmuş!
Şu satırları yazdığım şu dakikada, Cenab-ı Hakkın bir dilin önüne otuz iki diş koymasının hikmetini daha iyi anlıyorum. Allah bu memlekette ‘adamı ve parası olmayan’ı doktora ve hâkime muhtaç etmesin! Hele de Ergenekoncu değilse!
***
Atatürk, ‘adalet mülkün temelidir’ demiş. İyi ki bu günleri görmemiş. Moğultay’ın askerlerinin marifetlerini görseydi, kahrından ölürdü!
Adalet mülkün temeli imiş!
Tevekkeli o yüzden ülke sallanıp duruyor!