‘Cihad’ın ne olup olmadığı konusunda bugün Türkiye’de ciddi bir kafa karışıklığı var.
Nurcuların ve ‘tasavvuf ehlinin’ (tarikat demiyorum; çünkü kendilerini tarikatçı sananların büyük bir kısmı da siyaseten ‘radikalİslamcı’dır -ki aslında Said Nursi’nin cihad anlayışı da tasavvuf kökenlidir-) ‘cihad’dan anladığı ile radikal İslamcıların anladıkları aynı değil.
Radikal İslamcılık’tan muradım, ‘Şeriat’ın hikmet yönünden ziyade, zahir hükümlerinin düz bir mantıkla ele alındığı, tamamen tepkisel anlayış’tır.
‘Radikal islam’ tabiri ‘nevzuhur’ bir tabirdir ve ‘batı karşıtlığı’ndan ibarettir. Bir tezden çok bir reflekstir. Köken itibarıyla da ‘Batılı’ bir tanımlamadır. ‘Tahripçi’ ‘radikal inkârcılığ’ın insafsız yöntemlerine karşı geliştirilmiş ve cihat kisvesi giydirilmiş tepkisel bir harekettir. Mukabele-i bil misil esasına dayandığı için de yöntemleri çoğu kere şiddet içerir ve maksatları o olmasa da eylemlerinin sonuçları tahriptir. Çünkü o, sömürücü ve sömürgeci materyalist batının yayılmacı politikalarına karşı, İslam dünyasında ortaya çıkmış bir öfke hareketidir.
Nitekim bu hareketin üstadı ‘sosyalizm’dir. Hatırlayın, Filistin davasının da ilk öncüleri ekseriyetle ya sosyalist ya da solcuydular. Yani liderlerinin asıl maksadı Rus yayılmacılığına hizmet etmek midir yoksa Amerikan emperyalizmine karşı durmak mıdır tam belli değildi.
Bizdeki temsilcisi olan Milli Görüş de aynı! İktidar oluncaya kadar bütün tezlerini Batı ve İsrail karşıtlığı üzerine kuran Erbakan Hoca iktidara gelince, İsrail ile dev projeler imzalamakta sakınca görmedi…
Çoğu kesim tarafından ‘ya öyle demeyin, ya böyle yapmayın’ diye eleştirilen Milli Görüş haraketi de tıpkı radikal İslamcılar gibi başlangıçtan itibaren gerek söylemleriyle olsun gerek eylemleriyle olsun demokrasi de dâhil mevcut tüm batılı sistemlere karşı sert ve keskin bir tavır koyuyorlardı. -Aynı hareketin ‘inkişâı’ndan doğan AK Parti’nin, değiştiğini göstermek için o ne kadar dil döktüğünü bir hatırlayın- O radikal tavır ve söylemlerden dolayı Milli Görüş partileri uzun süre -bir iki Nakşî grup hariç- dini cemaatlerden ilgi görmemiştir. Yöntemleri, ‘iktidar için dini hassasiyetlerin kullanılmasını da içerdiği için’ özellikle Nurcu cemaati tarafından hiç tasvip germedi.
Çünkü söylem ve yöntemleri çoğu kere sosyalistlerle örtüşüyordu. Bu durum baştan itibaren Nurcular ile Milli Görüşçüler arasında soğukluk koydu. (Ak Parti, söylem değişikliğine gittiği ve nur cemaatlerini de değiştiğine ikna ettiği için o büyük rakamları yakalayabildi. Ben Ak Parti’nin sadece bu başarısından dolayı kutlanması gerektiğini birkaç yazımda dile getirdim.)
Aynı soğukluk Filistin meselesinde de yaşandı. Çünkü Filistin davasının ilk öncüleri çoğunlukla sağcı Hıristiyanlar veya sosyalist Müslümanlardı. Daha sonra onların yerini radikal İslamcılar alınca Filistin meselesi Türkiye’de uzun süre üvey evlat muamelesi gördü. Dini cemaatler Filistin konusunda ‘müstenkif’ (bir tür çekimserlik) bir tavır takındılar.
Bediuzzaman’a göre de Filistin meselesi bir cihad’dan çok vatan savunmasıdır. Ve bu savunmada Filistinlilerin neden muvaffak olamadıklarını talebesi R’efet beye şöyle izah eder:
“Aziz Nur kumandanı ve Kur’ân’ın hâdimi kardeşim Refet Bey,
Yahudi milleti hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri için, her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeye müstehak olmuşlar. Fakat bu Filistin meselesinde; hubb-u hayat ve dünyaperestlik hissi değil, belki enbiya-yı Benî İsrailiyenin mezaristanı olan Filistin, o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle, bir cihette bir ehemmiyetli hiss-i millî ve dinî olmasından, çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa, koca Arabistan’da az bir zümre hiç dayanamayacaktı, çabuk meskenete girecekti.” (Şualar.14.Şua)
NEDEN DOĞU TÜRKİSTAN RADİKAL İSLAMCILARIN DERDİ DEĞİL?
Filistin meselesinin, ‘dinî bir dava’ yani; aynı zamanda bir cihad olduğu varsayımı, çok sonraki bir ‘buluş’tur. Solculuk ve sosyalistlikle Filistin davasına hizmete dilemeyeceği gerçeği görülünce nihayet İslam kartının oynanmasına karar vermişler ve ‘radikal islamcılık’ta karar kılmışlardır. Bu tercih, bu kere de Filistin liderlerinin ‘terörist ve fundamentalist’ olarak nitelendirilmelerine neden olmuştur.
Evet Filistin’de bir zulüm, bir işgal, acı ve gözyaşı bulunduğu bir vakadır. Ümmetin bir parçası olan bir halkın (Filistinlilerin) çektiği ızdırab elbette ümmetin de derdi olmalı. Filistin halkının kendi topraklarını işgalcilerden kurtarmak, kendi toprakları üzerinde hür ve bağımsız yaşamak için verdikleri, verecekleri mücadeleye diğer islam halklarının destek vermesi elbette normaldir.
Fakat oradaki ‘alan savunması’nın, Kur’an hakikatlerinin yayılması veya ila-yı kelimetullah denk görülmesi, cihad fikrine zarar veriyor ve İslam ümmetinin ‘çifte standartçı’ kişiliğini öne çıkarıyor. Üsame bin Ladin gibi aslında Amerika’nın, şiddet ile İslam’ı bir arada gösterme çabasının bir ürünü olan şahısların eylemleri ne kadar İslamın hakikatine zarar veriyorsa, radikal İslamcıların cihat çağrıları da o kadar İslam’ın ruhuna zıt bir görüntü ortaya çıkarıyor.
Bir kesim ısrarla, Filistin meselesini, Müslümanların yegâne davası ve cihadın olmazsa olmazı gibi göstermeye çalışıyor.
Diğer ekseriyeti teşkile den bir kesim ise “Eğer Filistinlilerin topraklarına yeniden sahip olmaları –ki o toprakların kaybedilmesi sorunu başlı başına irdelenmesi gereken bir sorundur- için verdikleri çabayı bir cihad farz edeceksek, neden Karabağ için aynı kaygıyı göstermiyoruz. Halepçe’de Saddam, Müslüman Kürtleri Hitlervari yöntemlerle yok ederken, neden kimse cihad fikrini akla getirmedi? Afganistan, Çeçenistan ve özellikle Doğu Türkistan neden o radikal İslamcıları fazla ilgilendirmiyor?” diye haklı olarak soruyorlar.
Eğer bir alan savunması cihad olarak tanımlanacaksa, büyük acılarının yaşandığı Doğu Türkistan’ın yahut oluk gibi kan akıtılan Çeçenistan’ın Filistin’dan ne farkı var? Neden kimsenin aklına Çin mallarını veya Rus mallarını boykot etmek gelmez de Allah için, herkes İsrail ile uğraşır.
Haaa, sakın ha bu sözlerimden, bebek katili olan İsrailli yöneticileri savunduğum anlamı çıkarılmasın. Benim onlar için ne düşündüğümü bundan önceki iki yazımda ifade ettim. Onlara batırdığım çuvaldızın kör yanı ile kendimizi de dürtmek gerektiğine inandığım için bunları yazıyorum.
Size açık söylüyorum, ben Filistin sorununu hiçbir zaman bir ‘din savaşı’ şeklinde görmedim. Böyle görenleri de kınadım. Bu bir toprak ve vatan savunmasıdır. Vatanını savunan insanlara da yardım edilir ve edilmeli.
Amma siz, şu işi alır bir cihad konseptine oturtursanız, hem Kur’an hizmetine, hem İslam’ın yayılmasına büyük zarar vermiş olursunuz. Çünkü ‘vatan savunması’ ile i’la-yı kelimetullah yolunda yapılan cihad, aynı yöntemleri içermez.
Eğer bir ülkenin savunması, ‘aynı zamanda’ cihad sayılacak idi ise, o Osmanlı idi. Osmanlı ümmetin devleti idi. Şunun bunun değil. O koca devlet, batılı canavar devletler tarafından dişlenip parçalanırken, ümmetin ekseriyeti seyirci kalmıştı. Hatta zalimlerin safında yer almışlardı.
O dönemde Kürtlerden ve bir kısım Çeçenlerden başka, bütün İslam halkları, başlarını çekip gittiler. Osmanlıyı bir başına bıraktılar. Bir başına bırakmak da şöyle dursun, onu arkadan vurdular. Osmanlı askerleri, Filistin, Yemen, Mekke, Medine, Trablusgarp zalim, gaddar istilacıların eline düşmesin, bugün Filistin’de yaşanan acılar yaşanmasın diye canla başla savaşırken, Arapların önde gelen isimleri İngilizlerle işbirliği yapıp Osmanlı’yı arkadan vurdular.
Oysa Osmanlı bir ümmet devletiydi. Ve idaresinde, Türk’ün ne kadar hakkı varsa, Arabın, Kürdün ve Çerkezin de o kadar hakkı vardı. Hatta eski tebaası olan Ermeni ve Rumları bile ayırt etmezdi. Bu kadar hakkaniyetli bir devletin yıkılışını ümmetin büyük ekseriyeti seyretti… Demek ki, cihad bir toprağın savunulmasından farklı bir şeydir. II. Abdülhamid az mı dil döktü Osmanlının devamının, cihad meselesi olduğunu kabul ettirmek için…
Evet bugün Filistinliler kendi yurtlarını savunuyorlar. Hem de her türlü takdiri hakkedecek bir kahramanlıkla… Ve ama çaresiz durumdalar. Hakları var ki ümetten yardım istesinler ve ümmet de onlara yardım etsin. Dolayısıyla tıpkı Bosna savaşında olduğu gibi, Türkiye’nin diplomatik çabalarla dünyanın dikkatini oraya çekip, bu zulme bir son verdirmeye çalışması, onun âlicenaplığıdır. Ama bu bir cihad değildir.
NE CİHADDIR NE DEĞİLDİR?
Bediuzzaman, Sikke-i Tasdik-i Gaybi kitabında ‘İkinci Said’in cihada başlama tarihi olarak İşârêtü’l-İ’câz’ tefsirini yazmaya başladığı zamanı gösterir.
O sırada Bediuzzaman, Pasinler Cephesi’nde talebeleriyle birlikte, Ruslara karşı savaşıyordu. Dikkat edin, medresesini dağıtıp, bütün talebeleriyle birlikte, topraklarını savunmak için silaha sarıldığı zamanı ‘cihad tarihi’ diye vermiyor. Kur’an hesabına, iman ve ihya hareketini başlattığı zamanı cihada başlama tarihi olarak kaydediyor.
Çünkü cihad odur.
Esasında iki cihad vardır malum; büyük cihad, küçük cihad.
Büyük cihad, insanın Kuran ahkamına nefsine yedirebilmesidir. Nefsin münkir yurtlarının burcuna Kur’an hükümlerinin bayrağını dikmektir. Nebiyy-i Zîşan, bir seferden dönerken, öyle buyurmuştu: Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz!
Evet, asıl cihad, Ker’an’ı, kendi nefsimizde hak ve hüküm sahibi yapabilmektir. Esas olan da budur. Necip Fazıl rahmetli, bedeni bir mülke benzetir ve der ki “ruh tezdir, nefs anti tezdir”; Cihad da o anti tez olan nefsin gururunu kırıp onu ruha itaat etmeye mecbur etmektir. İş böyle olunca her mümin, canlı -yine Üstad NFK’nın ifadesiyle- ‘aksiyoner’ bir mücahit halini alır. O, davranışları, güzel ahlakı ve büyük insanlığı ve kişiliği ile her göreni etkiler; kendine ve İslam’a doğru cezp eder, celb eder, ram eder!
Hani diyor ya Bediuzzaman, “biz ahlakımız ile İslam’ın güzelliğini gösterebilsek, sair milletler kıtalar halinde İslam’a dahil olacaklar” diye… Demek ki bizim asıl cihadımız kendimizi terbiye etmektir. Büyük cihad budur.
Küçük Cihad hise kılıç kalkan, top tüfek ile yapılan savaşlardır. Eğer biz o savaşı, topraklarımızı istila etmeye çalışanlara karşı veriyorsak cihaddır. Çünkü islam yurdunu korumuş oluyoruz.
Fakat Kur’anın bize önerdiği cihad, zalime karşı cihaddır. Bu açıdan, mazlumun yanında yer almak her müslümana farzdır. Mazlumun Müslüman olması da gerekmez. Çünkü yeryüzü Allah’ın mülküdür ve orada onun hükmü geçerli olmalıdır. Onun hükmü de Selam’dır, yani Barış! Her kim, barışı bozuyorsa ona karşı birleşmek ve savaşmak Kuran’ın emridir. Esasında Kur’an’ın emrettiği ve ön gördüğü yegâne savaş, zalime karşı mazlumun savunulmasıdır.
Bu açıdan baktığımızda evet, Filistinlilere sahip çıkmak bir cihaddır. Peki Karabağ? Çeçnistan? Doğu Türkistan. Onlar için neden bir kaygı yok?
İşte Filistin meselesinde bir takım tenkitlerin gündeme gelmesi bu yüzdendir. Sanki İslam dünyasının bir tek meselesi Filistin meselesidir.
Bütün İslam yurtlarının hala, insanlıktan nasipsiz, per perişan, fakir, cahil ve tefrika içinde dalgalanıp gitmeleri; liderlerin, despot, bencil, kavmiyetçi ve ahmakça sürdürdükleri siyasetler ve yönetimler yüzünden halkların zebun olmaları kimseyi rahatsız etmiyor.
Müslümanlar, sahipsiz, cahil, insanlık meclisinde kıymet-i harbiyesi olmayan, binlercesi öldüğünde veya öldürüldüğünde bile, medeni dünyaya mensup olanların birinin ölmesi kadar bile önem taşımayan bir yığın haline getirilmişlerdir… Kur’an, bir mümini 1’e 200 ile tartarken, bugün 200 Müsmüman’ın canı b Yahudi, bir Hıristiyan hatta Hindu bile etmiyor. Asıl sorgulanması, asıl cihada konu edilmesi gereken budur…
Biz Yahudileri ‘öldürmeyi bilmek’le suçluyoruz. Eğer siz insanlarınızı diriltmeyi bilmezseniz, birileri onları öldürür tabii…
HOCA’NIN ÇIKIŞI ŞIK DEĞİL
Bütün eksik gediklerimize rağmen, insani malzeme taşıyan bir geminin uluslar arası karasularda vurulması ve masum insanlarımızın öldürülmesiyle islam dünyasında yakalanmış bir birlikteliğin içine hocanın çomak sokması hiç şık olmadı.
Bazı noktalara yönelttiği itirazları haklı olabilir. Yukarıda da ifade etiğim gibi, bu eylemi düzenleyenlerin radikal İslamcılar olması hocayı rahatsız etmiş olabilir. Fakat böyle bir ortamda yaptığı -nasıl tevil edilirse edilsin- ve kendi mensuplarını bile büyük bir kafa karışıklığına iten o açıklama bizim pazularımıza saplanmış bir hançer oldu.
O açıklama, dünyada Siyonistlerin, Türkiye’de Ergenekoncuların ekmeğine yağ sürdü. Çünkü bir ülkenin Başbakan’ının ‘sonuna kadar sahipleneceğim’ dediği bir meselede hocanın böyle bir açıklama yapması, büyük bir kesim tarafından “cemaatle iktidar arasına kara kedi girmiş’ şeklinde anlaşıldı.
Ergenekon, cemaatle iktidar arasındaki ittifakın bozulması için çuval dolusu para dökerdi. Hoca efendi, kendisi ile iktidar arasına mesafe koydu. Şu süreçte, hangi amaç böyle bir ikilik yaratmaya değebilir ki?
Ve yazık ki cemaat kendisini tam siyasetin göbeğine oturttu. Hoca efendinin davası bir iman ve ihya hareketi olarak biliniyordu. Bu tavırla, ülkenin dış politikasına ve iç dengelerine müdahale edilmiştir. Hoca efendi, Amerika’ya sığınmış olmanın bedelini mi ödüyor. Yahut dünya üzerine dağılmış okullara yönelik ciddi bir tehdit mi aldı ki böyle bir açıklama yaptı.
Onu en iyi anlayabilecek ve gençliğinden itibaren daima müsbet haraketi kavgaya ve kargaşaya tercih etmiş olan ben dahi onu anlamakta güçlük çektim.
Eminim sayısız izah ve tevilleri yapılacaktır. Bendeniz de Moral FM radyosunda yaptığım yorumlarla meseleyi iyi niyet ve hikmet çizgisinde görmeye çalıştım. Ama maalesef İngilizce metin bize aktarılandan daha fazlasını ihtiva ediyor. Erbakan Olayı’nda ‘keşke o açıklamaları yapmasaydım’ diye daha sonra pişmanlıklarını ifade eden hoca efendi, eminim kısa bir müddet sonra ‘keşke o röportajı vermeseydim’ diyecek ama yazık ki dil, sineyi dağladı!
Artık hadiselerin gidişatı nerede karar kılar bilemiyoruz ama Hoca Efendi’nin iktidarı da zorda bırakan açıklamalı hiç ama hiç şık olmamıştır!