Evet ‘O karar Kongre’den de geçerse zil takıp oynarım’ diyeceğim ama beni taşa tutacağınızdan korkarım. Çünkü asıl o karar geçince, Türkiye bağımsız hareket etme kabiliyetine kavuşacak. Gerçi karar geçse de Türkiye kazanmıştır, engellense de.
Her yıl bu mevsimde enerjimizi tüketen ve sanki gerçekten suçluymuşuz da Amerika ayıbımızı kapatıyormuş gibi triplere giriyoruz. Sonuçta da hep biz borçlanıyoruz!
Önce bir iki zibidi çıkıp komisyonda bir şeyler yapıyorlar. Sonra aman Kongre’ye gelmesin diye yırtınıyoruz. Tabii tasarı geçmiyor. Biz keyiften dört köşe olup da “emret ağam!” deyince Amerika “Ekoçum ben senin ayıbını kapattım sen de şu işlerimi bir görüver!” diyor. Hep aynı terane. Sanırım bu sefer de “Gel İran’a birlikte vuralım” diyecekler. Türkiye niçin her 24 Nisan arifesinde panik olur anlayamıyorum. Resti görse iş bitecek!
Ortada Türkiye’nin bir kusuru da yok. Varsa da bu, bizi de felaketten felakete sürüklemiş İttihat ve Terakki’nin kusuru. Hepsi kendi adamlarıydı, koca imparatorluğumuzu bile onların elleriyle yıktılar. Daha ne bedel ödeyecek ki Türk milleti onlar için…
O yüzden ben ciddi ciddi o tasarının Kongre’den geçmesini istiyorum. Bitmeyen faiz gibi, Amerika her yıl, bu senaryo ile Türkiye’yi kendine borçlu kılıyor! Türkiye de artık ‘aman ilişkilerimiz bozulmasın’ psikozundan kurtulsun. Bugüne kadar “Aman Türkiye’yi gücendirmeyelim’ diyen birini duydunuz mu? Hayır.
Neden acaba?
Şundan:
ÖZÜ ALINMIŞ TÜRK!
Türkiye Cumhuriyeti, yıkılmış bir imparatorluğun bakiyesi üzerine kurulduğu ve küllerinden dirilmeyi başardığı için, uzun bir süre, varlığını sürdürüyor olmayı; yani, zararları defetmeyi, menfaatleri celbetmeye tercih etmiştir. “Yurtta sulh cihanda sulh” sözü onun eseridir.
O günün şartlarında Türkiye için en büyük mesele, elde kalanları koruyabilmekti. O yüzden de 12 adaların elimizden çıkmasına, hatta bir süreliğine de olsa Hatay’ın Fırınsızlar’da kalmasına, boğazların uluslararası bir suyolu olmasına, Musul ve Kerkük petrollerinin İngilizlerde kalmasına göz yummuştur. Yani evdeki bulgurdan olmamak için Dimyat pirincine tamah edilmemiştir! Bu politika, o günün şartlarında Türkiye için elzemdi.
Fakat ilerleyen zamanlarda millet şunu fark etti ki, Mustafa Kemal’in, mevcudu korumak için ürettiği bu ‘sulhçu yaklaşım’, takipçileri tarafından Batı’ya kayıtsız şartsız ‘teslimiyet’ ve ‘bağımlılık’ şekline sokuldu. Türkiye giderek güçlenip bağımsızlaşacağına giderek daha çok Batı yanlısı ve bağımlısı haline geldi. Tek parti döneminde bu politikayı icra etmek, derin devletin işi idi. Çok partili dönemde ise bunu sağcı hükümetlerin eliyle yürüttüler.
Millet, bu politikaların, doğrudan Batı’nın telkini olduğunu; Firavun’un, beni israil’e uyguladığı gibi, Batı’nın bizi kendi idarecilerimiz eliyle evirip ‘tedricen tehlike olmaktan çıkarma’ planıyla örtüştüğünü geç fark etti.
Evet, Bakara suresinin 49. ayetinde zikredilen yöntemlerle, ‘milletin medenileştirilmesi’ adı altında; ‘erkeklerin boğazlanıp’ (bizi biz yapan değerlerin yok edilip), ‘kadınların hayatta bırakıldığını’ (kişiliksiz, hedefsiz bir yaşam tarzının dikte edildiğini), “yesumûnekum”(yani bir sima vermek, özünü değiştirmek) kelimesinden anlaşıldığı üzere, milletin yapısal özünü/özelliğini bozmak için türlü deneylerle, uygulanan ebter politikaları ve doğum kontrol yöntemleri ile milletin maddi ve manevi anlamda kısırlaştırıldığını, geç fark ettik.
Ve sonra kendi kendimize “Haaa” dedik “demek ki Haim Naom ile Churchill’in tezgahı, dedi kodu değilmiş”. Malum, Haim Naom, Lozan konferansı sonuçsuz kalınca Curchill’e gider ve der ki “Ben size, manası alınmış sadece kuru maddesi bırakılmış bir Türk vaat etsem, yine de Türklere bağımsızlık vermez misiniz?” Churchill de ‘Sen ne diyorsun? Biz zaten bunun peşindeyiz. Bu işi yap bağımsızlık tamam!” der. Sonra biliyorsunuz. Tüm maddeler jet hızıyla geçer ve bağımsızlığımız verilir. Sonra gelsin inkılaplar gitsin devrimler…
Lozan’ın bilindik maddeleri dışında daha bağlayıcı saklı maddeleri olduğu hep tartışılıp durdu ama kimse belgeleyemedi. Fakat nedense vukuat tam da anlatıldığı gibi cereyan etmişti.
“YENİLDİK, ÇÜNKÜ ‘İYİ’ TARAFTIK”
Ama hiçbir şey ila nihayet aynı kalmıyor. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın, ‘zorla ve hile ile güçsüzleştirilen’ mazlum bir halkı/milleti, güçlü/cebbar ve zalim topluluk üzerine hâkim kılmak gibi bir ‘adeti’ (adetullah) vardır. (Kasas, 5)
Yedi düvelin birleşip yok etmek istediği Osmanlı’yı yeniden diriltmek, yeryüzünde istedikleri gibi zulüm icra etmek için hor, hakir ve zelil bırakılmış Türk halkını yeniden ayağa kaldırıp, zalimlerin yurtlarına varis kılmak Cenab-ı Hakk’a zor değildir. Ve nitekim bunun emarelerini de görmeye başladık.
Türkiye içerden ve dışardan yapılan bütün engellemelere rağmen yolunu açmaya, kendi coğrafyasında cereyan eden hadiselere müdahil olmaya başladı. Birilerinin de bundan rahatsız olması normaldir. Hele bu coğrafya ile ilgili büyük emelleri bulunanlar. Elbette bu gidişatı durdurmak için her şeyi yaparlar, yapmak isterler. Peki, muvaffak olabilirler mi?
İşte bu biraz da bizim millet olarak irademizi doğru yönde kullanmamıza bağlıdır.
Elbette bahar geldiğinde bünyesinde hayat ve su taşıyan her canlı (nebat, ağaç bitki) hayatlanır ve canlanır. Ama özü geçmiş, damarları kurumuş, kökleri çürümüş bir ağaç o fırsatı kullanamaz, kurur gider.
Aynı onun gibi, bir milletin, önüne çıkan bir fırsatı değerlendirebilmesi için kendi özünü koruyor olabilmesi lazım. İçimize musallat olmuş, ihtilaf, cehalet ve zaruret kurtları yüzünden milletin cevheri zayıflamış, bünyesi iltihaplanmış ve hayat damarları çürütmüşse, şu çabalar başımıza yeni badireler açmaktan öteye gitmez. Yok, eğer değerlerimiz hala yaşıyor ve millet, özünü koruyorsa –ki ben bu imandayım- size haber veriyorum ki çok yakında Rumeli’nin Bostanları, Kafkasya’nın dağları, Asya’nın tarlaları bu milletinin imanından güç alan rengarenk çiçeklerle bezenecektir…
Bediuzzaman, Rüyada Bir Hitabe’sinde anlatır. 1918’in yıkılmışlığı içinde bir gece, onu alem-i manadaki bir meclise çağırırlar. O mecliste kendisine I. Dünya Savaşı’ndaki yenilgimiz ile ilgili sorular sorulur ve o da cevaplar. İşte orada söylediklerinden ibarettir o hitabe! Bediuzzaman, ‘Yenildik mi iyi oldu yenseydik mi iyi olurdu’ mealindeki bir soruya ‘yenildik iyi oldu’ cevabını verir. “Neden?” diye sorulunca da “Türk milletinin o mağlubiyet sayesinde yeniden iyilerin safında yer aldığını ve gelecekteki büyük medeniyetin kurucusu olma hakkını kazandığını” söyler. Şöyle der:
“Demek, biz mağlûbiyetle ikinci cereyana takıldık ki, mazlumların ve cumhurun cereyanıdır. Başka Miletlerde fakir ve mazlumlar yüzde seksen ise Müslümanların yüzde doksan beşi fakir ve mazlumdur.
“İslam âlemi, şu ikinci cereyana (yani inkâr-ı ulûhiyeti içeren batılılaşma hareketine) karşı lâkayt veya muarız kalmakla akıllı davranmıştır. Çünkü böylece hem kendini dayanaksız kalmaktan korumuş, hem de b güne kadarki emeklerinin boşa gitmesini önlemiştir. O medeniyet yaklaşımının (Asya’yı) istilâsıyla istihaleye maruz kalmaktan ise (yani onun kültürel kuşatması altında değişime uğramaktansa), akıllıca davranıp onu İslâmî bir tarza çevirip, kendine hâdim kılmaktır. Zira düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Nasıl ki, düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.
“Şu iki cereyan (Kur’an medeniyeti ile inkârcı Batı Medeniyeti) hedefleri ve menfaatleri bakımından birbirine zıt olduğundan; birincisi dese “Öl!” diğeri diyecek “Diril!” Çünkü onların menfaati bizim zararımızı, ihtilâfa düşmemizi, gerilememizi, zaafa düşüp uyumamızı gerektirdiği gibi; ötekinin menfaati (İslam Medeniyeti’nin menfaati) ise kuvvetlenmemizi, birlik olmamızı bizzarure iktiza eder.
“Şark husumeti (İran ve Arap gibi Müslüman halkalar karşı içimize var olan düşmanlıklar), İslâm’ın inkişafını (gelişmesin) boğuyordu; zâil oldu ve olmalı. Garp husumeti, (Batılı Hıristiyanî değerlere karşı duyulan tepki) İslâm’ın birliğine ve İslamî kardeşliğin gelişmesine en müessir sebeptir; bâki kalmalı.”
Birden o meclisten tasdik emareleri tezahür etti.
Dediler: “Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!”
AMERİKAYI KURTARMAK!
Nedense, başında gönüllü bir Siyonist kuklası bulunan ABD Dış ilişkiler Komitesi’nin Tehcirle ilgili Ermeni diasporasının yalanları istikametinde aldığı kararı duyunca Bediuzzaman’ın o meşhur ‘Rüyada Bir Hitabesi aklıma geldi.
Bu milletin hızla, istikbalin o gür sedalı medeniyetine doğru evirilmeye başladığını hissettim. ‘O karar, Kongre’den de geçsin’ diyeceğim ama aklınızı karıştırmak istemiyorum. Çünkü ancak o zaman bazıları anlayacak ki, Türkiye artık büyüdü!
Bırakanız artık biraz da Amerika düşünsün, “ben şöyle yaparsam ne olur, böyle yaparsam ne olur” diye. Bakın işte, Irak’ta gırtlağına kadar zulme batmış. Afganistan’da beline kadar bataklığa saplanmış, İslam dünyasında itibarı sıfıra inmiş ve daha da iniyor. Bunlar büyük bir devletin aczinin emareleridir!
Ve bütün bunlar, Siyonistlerin ve hayalci Evanjlistlerin Amerika’nın başına açtığı dertler. Çünkü bu gözü dönmüş canavarlar mangası, Amerika’yı, İsrail’in kullandığı bir Truva atına çevirmişler. Kılavuzu tilki olan büyük(!) Amerikan halkının başı dertten niye kurtulsun ki!
Bakın Cenab-ı Hak Hıristiyanları tam da böyle bir duruma düşmemeleri için uyarıyor:
“De ki: “Ey İncilin takipçileri! (M. Esed) İnançlarınız(ın içerdiği hakikat)in sınırları(nı) ihlal etmeyin ve daha önce kendileri sapmış olup birçoğunu da saptırmış olan ve doğru yoldan hala sapmakta devam eden bir topluluğun (Yahudilerin) mesnetsiz görüşlerine uymayın.” diyor. Bir sonraki ayette de o kavmin hem Hz. Davud hem Hz. İsa tarafından lanetlendiğini hatırlatıyor. (Maide, 77-78)
Hıristiyan ümmeti, yaklaşık iki yüz yıldır, bilim adamı, ekonomist, Siyonist, mason, roteryen, lions vs adı altında gerçek kimliklerinin saklayarak iş gören Yahudilere yakasını kaptırmış bulunuyor. O ümmetin gücünü mazlum İslam halklarına karşı zulmetmek için kullanıyor.
Bizim asıl buna bir çare bulmamız gerekiyor.
Türkiye ne edip edip, Amerika’yı en azından bizim coğrafyamızda İsrail’in Truva atı olmaktan çıkarmalıdır. Acilen net tavırlar koyarak onu tercihe zorlamalıyız. Riski göze almadan, bir gelişme zağlanamaz. Kendine ve davasına güvenen ve davası için can feda edebilecek kararlılıkta olan mutlaka kazanır!
Mamafih Türkiye, sünepe, edilgen siyaseti bırakmış gibi görünüyor çok şükür! Amerika’daki büyük elçimizin çağırılması da bunu gösteriyor. Ardından daha büyük bir şokla bence Amerika uyandırılmalı. Düşmanlık yapalım, savaş açalım demiyorum, tercihlerini gözden geçirmesini sağlayalım!
Türkiye gücünün farkına varmalı ve göstermeli! Her şey teknoloji değildir. Bir Nusret gemisi bir dev donamayı sulara gömmüştür Allah’ın izniyle. Başbakanın şu sözleri bu dik duruşun bir habercisi gibi geldi bana. Şöyle diyor başbakan:
”Kaybeden biz olmayız. Kaybeden, küçük düşünenler, husumetle hareket edenler, intikam duygusuyla hareket edenler olur. Biz bu olumsuzluklara takılmayacağız. Biz işimize bakacağız. Biz kin duygusuyla, intikam duygusuyla, öfkeyle, husumetle değil, yapıcı bir tavırla gönüller kazanmayı kendisine hedef edinmiş bir duruşla yolumuzda ilerleyeceğiz. Dış İlişkiler Komitesinin bu kararı, açık söylüyorum Türkiye’ye hiçbir zarar vermez.
Evet, Türk halkının, kendisi adına atılmış kararlı adımlara ihtiyacı var. Onlar bu milletin azmini ve gücünü biliyorlar. Bilmeyenler bizim siyasetçilerimiz ve diplomatlarımızdır. Onlar da anlayacaklar yakında.
Bu arada Türkiye, Ermenistan’la olan meselelerini kendi geleceği için bildiği minval üzere çözmelidir. Biz onlarla 600 yıl yaşadık! Bizim geleceğimiz, eski yol arkadaşlarımızla dostluğumuzu pekiştirmeye bağlıdır. Ermeniler de Bizans karşısındaki en iyi dostlarımızdılar.
Elbette Azerilerin çıkarını göz ardı edecek halimiz olmaz. Ancak büyük dostlukların tesisi için, küçük meseleleri ertelemek gerekir. Ermeniler de istikballerini düşünüyorlarsa uzaktan gazel okuyanlarla bu meselenin çözülmeyeceğini öğrenecekler. Ne zaman ki Karadağ’dan çıkarlar kapıların açıldığını da görürler.
Amerika bu hakikati görecek önünde sonunda. Bu coğrafyada varlığını sürdürebilmek için bize muhtaç olduğunu anlayacak. Şu içimizdeki Amerika ve İsrail’i geçebilsek! Bu muhalefet, bu medya ve bu yargı, Amerika’dan daha mı az yoruyor Türk milletini?