Genel anlamda ben anma günlerini sevmem.
Anı bir kurgudur, hakikatten iz taşır ama artık asla hakikatin kendisi değildir. Esasında bir mana, bir muhabbet, bir iş için insanlar ‘anma günü’ tertip etmeye başlamışlarsa o mana, o muhabbet, o eylem, o toplumda gerçek manasını yitirmeye başlamıştır demektir.
‘Temizlik imanın yarısıdır’ hadisine rağmen, bir ümmetin; oraya buraya asılmış ‘temiz olalım’, “çevremizi temiz tutalım” gibi yazılı tembihlerle uyarılma ihtiyacı hâsıl olmuşsa, orada ya iman değer kaybetmiştir ya da temizliğin, imanın bir gereği olduğu gerçeği…
Ama yine de bir şeyi anmak unutmaktan evladır.
Sözü kutlu doğum haftasına getireceğim.
Mevlit kutlamaları çok sonraları Fatımiler döneminde başlamıştır. Anadolu’daki ilk kutlamalar ise Artukoğulları dönemine denk gelir. Osmanlılarda ise III. Murat ile başlamış. Bu gelenek daha sonra Cumhuriyet tarafından da tevarüs edilmiş. Bugün Diyanet bu iş için ciddi bütçe ayırıyor ve Peygamberimiz (as)’i tanıtmak maksadıyla ciddi etkinliklere imza atıyor.
Bu etkinlikleri tenkit eden de var, senâ eden de…
Elbette Müslüman bir toplumda, âlemlere rahmet –gerçi bu kavram da manasını yitirmeye başladı; çünkü çoğu insan âlemlere rahmet kavramının pratikte ne anlama geldiğini bilmiyor- Peygamber’in (as) sadece bir hafta aralığında anılır hale gelmiş olması züldür, hazindir.
Çünkü onu anmayı bırakmış veya ihmal etmiş, her gün ekmek ve su kadar onun davranış kalıplarına (sünnet) muhtaç olduğunu unutmuş Müslümanların, bir hafta oturup onun için ağıtlar veya naatlar düzmesi ciddi bir anlam ifade etmez.
Evet ama buna rağmen de Hz. Muhammed’in (as) anılmasında; isminin, resminin, muhabbetinin, davranış kalıplarının eşyaya, nebata, hayvanata, mükevvenata ve insanlara; insanlar içindeki kadınlara, çocuklara, yaşlılara, hasta ve mağdurlara, zayıf ve acizlere nasıl davranılması gerektiği noktasında insanlığa örnek olacak hal ve tavırlarının, söz, hatıra, rivayet, replik, fragman, film, hikaye, roman, deneme ne varsa tüm iletişim ve anlatım kalıplarıyla aktarılması hiçbir dönemde bugünkü kadar elzem olmadı.
Çünkü özellikle de İslam ümmeti bugün bir ‘başıbozuklar’ görüntüsü sergilemektedir. Öfke bizde, zulüm bizde, haksızlık bizde, halkının halini ve istikbalini mahveden idareci bizde… Ne bizim bize ne de başkalarına merhametimiz kalmış. Oysa o, mahza muhabbettir, muhabbetin nurudur ve ruhudur. Onun davranış kalıpları olmasaydı, hiçbir güzelliğin, hayrın, mananın pratik değeri, nesnel örneği olmayacaktı.
Özellikle biz Türkler için Hz. Muhammed (as) sevgiden ibarettir. O en aziz sevgilidir ve gül onun hatırasını taşıdığı için saygıyla koklanır. Bizim edebiyatımızda şu hakikati ifade eden kütüphaneler dolusu şiir ve naat vardır. Fakat en güzellerinden bir şu beyittir:
“Muhammed’den ‘muhabbet’ oldu hâsıl / Muhammedsiz muhabbetten ne hâsıl!”
İçinde onun teri bulunamayan, onun kokusunu taşımayan hiçbir şeyde hayat ve muhabbet olmaz. Çünkü o garazsız sevginin, ilahi merhametin ve sıradan insanları anne merhametiyle sevme özgünlüğünün mücessem halidir. (Tevbe, 128)
***
İnsanın yüreğinde iki şey aynı anda ve hakiki manada bulunamaz; muhabbet ve adavet!
Bir yürekte hakiki manada muhabbet/sevgi varsa, ondaki adavet/düşmanlık surîdir, yüzeyseldir. Yok, eğer adavet hakiki manada mevcut ise ondaki muhabbet sunîdir, sahtedir ve yüzeyseldir.
İşte Hz. Muhammed (as) sevgisi bu kimyasal işlevin turnusolüdür.
Bir yürekte hakiki manada Hz. Muhammed (as) sevgisi varsa, o insan incitici olamaz, hakiki manada eşyaya ve insanlığa zulmedemez, zalim olamaz. Tahripkâr olamaz. Komşusu açken kendisi tok yatamaz. Hemcinsleri perişanlık ve çaresizlik içinde iken keyif süremez, zevk ve refah içinde yaşayamaz. (Kıtlık gününde Medine’ye giren Abdurrahman bin Avf hazretlerinin kervanı etrafında yaşananlar bunun kanıtıdır…)
Altın ve gümüş biriktirmek, servet istiflemek, başkasının ihtiyacı varken saklamak, kendisine ait olmayanı almak ve hele hele kendisi için ter dökmediği bir lokmaya tenezzül etmek asla Muhammedî bir tavır değildir. Bunları yapan da onun hakiki ümmeti olamaz.
Bir insanın yüreğindeki Hz. Muhammed (as) sevgisi tebei/yüzeysel değilse, aldatamaz. Değil insanları, hayvanları dahi aldatmaya yanaşamaz. Şuna göre buna göre davranamaz. Onun her hareketi tahmin edilebilirdir.
Neye nasıl tepki vereceği bellidir.
Bir insanın –savaşlardaki hile hariç- ne zaman ne yapacağı tahmin edilemiyorsa, en ufak çıkarı için aldatmayı göze alabiliyorsa, milletin malını kendi şahsi serveti yapmak için her daim bir gerekçe bulabiliyorsa, ümmetin ekseriyeti aç ve bîilaçken o rahat döşeğinde sıkıntı çekiyor ve bu sıkıntısını dağıtmak için yeryüzünü bir cennete dönüştürüyorsa, ‘bulduğu’ paraları istifliyorsa, yanında çalıştırdığı işçiyi kölesi haline getiriyorsa, onu insanlığından mahrum edecek bir geçim düzeyine mahkûm ediyorsa, elinin altında çalışanların hak ve hukukuna karşı kendisini ‘Allah’ın ahbabı’ (!) gibi sorgulanmaz zannediyorsa, insanların emeğine saygı duymuyorsa, inanların yüreğindeki ‘Allah’ın rızası’ fikrini, onları söğüşlemenin aracısı yapıyor ve o masum insanları para toplama ağacı sanıyorsa, onun yüreğindeki ‘Muhammed’, muhabbetin aslı ve kaynağı olan Muhammed Mustafa (as) değildir.
Ne kadar dindar görünse bile Hz. Muhammed’e (as) ittiba etmiş de değildir. Ona ittiba etmemişse inanmış da sayılmaz. Çünkü Allah kendisini sevme şartını ona uymaya bağlamıştır. (Ali İmran, 31) Hz. Muhammed’e (as) uymayan, Allah’ı da sevmiyordur. Müslüman olduğunu söylüyorsa, zinhar yalandır.
Çünkü ‘muhabbet’ –ve tabii Muhammed (asv)- şu kâinatın bir sebeb-i vücududur, varlıkları birbirin bağlayan; her birini diğeri için olmazsa olmaz kılan bir bağ bir rabıtadır. Hem kâinatı aydınlatan, kainattaki iyilikleri/güzellikleri görmeyi sağlayan bir nurdur. Yani hayatın ta kendisidir muhabbet (Muhammed (sav))!
“Sen olmasaydın, ben eflaki yaratmazdım” hadis-i kudsisini, bir takım aklı evveller, hakikatini, küçük akıllarına sığdıramadıkları için ‘o hadis değildir’ deyip şu hakikatin nurunu söndürmek istiyorlar.
Acaba, şu hilkat ağacının ‘Muhammed’ (ASV) gibi mahza muhabbet olan bir meyvesi olmasaydı, her fiil ve davranışında Esmanın en büyük mazharı olmuş bir kalıp var edilmeseydi, bu kâinatın varlığının ne manası kalırdı?
Çünkü o bu kâinat ağacının en mütekâmil en beliğ ve en hoş kokulu meyvesidir. Hem bu ağacın çekirdeği, hem meyvesi hem ruhudur. Beşeriyet namına en güzel şükür ve teşekkürleri Münim-i Hakiki’ye arz eden bir andelib-i eflaktir.
Tabii ki kâinatı tesadüflerin eseri bilen ateistlerin bunu anlamasını bekleyemeyiz. Onlar civanmert bir şekilde inanmadıklarını söylemişler. Benim sözüm, inanmış gibi görünen ateistleredir! İman etmemiş Müslümanlaradır. Veya bir yaratıcının olması gerektiği bilgisini iman sanan zavallılaradır.
Zannediyorlar ki, ayet ve hadis tahsili yaparak iman ve din sahibi olunur. Bir yığın oryantalist araştırmacı tanıdım, Kur’an ve hadis hakkındaki bilgileri bizim birçok din profesörünü rahle-i tedrisine oturtacak kadar geniştir. Ama dinleyin adamı, ne bir tanrıya inancı var ne de dine inanıyor. Bir işin tahsilini görmek başkadır onun hakikatinin özüne varmak başkadır.
O yüzden de öncelikle Müslüman âlimlerin ve Müslümanların, Resulullah (asv) sevgilerini gözden geçirmeleri ve yüreklerinde ona dair var olan şeyi tartmaları gerekiyor. Çünkü gerek bireysel anlamda biz Müslümanların hali gerekse toplumsal anlamda İslam yurtlarında yaşanan manzaralar, ne Kur’an’ın rehberliğine yakışıyor ne de Resulullah’ı sevdiğimize ve ona itaat ettiğimize dair deliler gösteriyor.
Hangimizin hali, bir gayri- müslimi veya bir dinsizi imrendirecek kadar güzel veya ahlakidir?
İşçisinin teri kurumadan emeğini hakkıyla veren kaç Müslüman patron tanıyorsunuz. İşi çarpıtmaya gerek yok. ‘Yani efendim herkesi aynı kefeye mi koyuyorsunuz’ gibi saçmaca itirazlara karnım tok. Kimleri ve neyi kast ettiğimi hepiniz biliyorsunuz. Bendeniz yirmi yedi sene basında çalıştım, o dindar gazetelerin çoğunda çalıştım. Hizmet ettiklerini zanneden patronlarımızın çoğunda laik bildiğimiz Kamuran Çörtük veya rahmetli bir Kemal Ilıcak’ın yarısı kadar bile hakka ve hukuka riayet görmedim. Çoğu ya kendini la yüsel biliyor veya aklına getirmiyor ki hesaba çekilecek!
Ben şahsen, Hz. Peygamber’e ittiba etmeyi, pratik değer olarak, insanların ‘güvendiği adam’ olmak diye anlıyorum! İnsanların elinden ve dilinden zarar görmedikleri, daha doğrusu münkir hasımlarının bile itimat edebileceği kadar dürüst, düzgün, merhametli, müşfik ve insanların acısıyla kederlenen sevinciyle sevinen bir insan olmayı anlıyorum.
Allah bizi onun muhabbetine layık kılsın. Binler binler salat ve selam ile!