İslam dininin temel iki postülası var: Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed(asv) onun elçisidir.
………
İnsan, bir hayvan-ı natıktır. İman aşısıyla aşılanmadıkça ademiyet mertebesine çıkamaz ve hakiki insan olamaz!
Cenab-ı hak, insanda şu ameliyenin gerçekleşebilmesi iççin onda üç mekanizma var etmiştir. Akıl, nefs ve kalb.
Bir Yaratıcının var olduğunu bilmek, aklın;
o Yaratıcının ‘Allah’ olduğunu bilip O’nu ‘tanımak’ –bu tanıma, Allah’ın hayat ve eşya üzerinde mutlak otoritesini tanımayı da içine alır- nefsin;
O’nu ‘tanıdıktan’ sonra sevip itaat etmek, kalbin işidir. Tabii ki, bu o kadar da kolay değil.
Yaratıcının varlığını akla kabul ettirmek kolaydır, zor olan…
Selim her akıl, bir yaratıcının var olması gerektiğini kabul eder. Bu kolaydır. Esas olan bunu nefse kabul ettirmektir. Nefs kendisi de ilahî isim ve sıfatlardan var edilmiş bir mahiyet -bir tür tanrılık damarı- olduğu için, itaate yanaşmak istemez. Çünkü kendi sultasını kaptırmak istemez.
Ve tuhaftır ki, nefs Yaratıcıyı kabullenilmedikçe iman tasdik halini almıyor, din de müessir olamıyor. Bazen örf ve geleneksel çevre, nefsi kabule zorlar. Böylece aklın kabul ettiği, ama nefsin otoritesini tanımadığı bir ilahımız olur. Bu ilah, bizim tarafımızdan tasarlandığı için, ancak bizim müsaade ettiğimiz kadar hayatımıza müdahil olur. İşte münafıklık ve fasıklık halleri böyle durumlarda ortaya çıkar.
Nefsin İlahi otoriteyi tanıyıp tanımadığı nasıl bilinir?
Nefs, Yaratıcıya muhtaç olduğunu kavradığı an, onu itaat eder ve kalbin O’nu sevmesine fırsat verir. Aksi takdirde; yani nefsin, Yaratıcının otoritesini tanımaması halinde, insanın akıl, ne kadar güçlü ilah bilgisine sahip olursa olsun, insan, dinin emir ve yasaklarına uyamaz ve Yaratıcıyı sevemez! Esasında Nefs, sadece ve yalnız kendisini sever. Diğer her şeyi, kendi üzerinden sever.
Peki, nefsin İlahi otoriteyi tanıyıp tanımadığını nasıl bileceğiz?
İşte asıl can alıcı nokta burasıdır!
İnsanın aklı, maksatlı bir yönlendirme altında değilse bir yaratıcının varlığını bilir. Çoğumuz bu bilmeyi iman sanıyoruz. Oysa iman kalbin tasdikidir. Kalbin tasdiki de ancak nefsin, Rabbin otoritesini tanımasından sonra gerçekleşir. Ne akıl, ne de kal, nefs olmadan bir ret ve kabul yetkisine sahipler. Nefs, kendi firavunluğunu bırakıp Allah’ın otoritesini tanıdığında ve tüm ihtiyaç ve lezzetlerin membaının O olduğunu kavradığında, kalbe de müsaade eder ki O’nu sevsin. Nefs Yaratıcının sultasını kabullenmedikçe ne aklı dinler ne kalbi. Birisini kendisine dalkavuk, diğerini ise soytarısı yapar!
Demek asıl iman nefsin tasdiki ve teslimiyetidir. Nitekim, Resul-i Zîşan, “Kim nefsini bilse rabbini bilir” buyurmuş.
Evet, nefsi bilmek, onun hallerini bilmektir. Nefs, bir kast ile Yaratıcıyı tanımaya zorlanmazsa, kendi ilahlığı ile yetinir. Çünkü nefs hakikaten ilginç bir mahiyettir. Cenab-ı Allah’ı hakiki manada anlayabilsin diye, Kudret-i Bari, onu, ilahi isim ve sıfatlardan müteşekkil bir ‘mekanizmalar / düzenekler bütünü’ halinde yaratmış. Sonsuz ve sınırsız olanı kavrasın, tartsın ve ölçebilsin diye sanal bir takım teraziler, metreler ve düzenekler takmış ona.
Bu mülkün, Allah’ın olduğunu bilmesi için Allah ona, sahiplenme duygusunu vermiş. Ta ki, sahiplenmenin ne olduğunu bilsin. İbda ve icatkabiliyeti vermiş, ta ki, ‘Yerleri ve Gökleri ben yarattım’ sözünü kavrayabilsin. Ama nefs buna kolay kolay yanaşmaz.
Termometre, harareti ölçmek için var edilmiş bir düzenektir. Hava ısınınca içindeki cıvanın hacmi genişler ve yükselmeye başlar. Hava soğuyunca da büzüşür. Böylece, sadece ısının derecesini ölçen ve kendi zatında hiçbir etkisi bulunmayan o düzenek, -farz edelim ki bilinç sahibidir- kendi kendine şöyle diyor: “Ben ne kadar önemliyim bakın. Yükseliyorum, insanlar yanıyorlar. İniyorum, insanlar donuyor. Havanın ısınması ve soğuması benim eserimdir”
Bu, size tabii ki makul gelmez. Ama işte nefsin düşünme mantığı tam da böyledir. Kendisinin, Cenab-ı Allah’ın hallerini anlamamız için var edilmiş bilinçli bir düzenek olduğunu unutur ve kendisini o isim ve sıfatlarla donatılmış bir tanrı zanneder. İşte Firavunları, Nemrutları ve günümüzün ahmak insanlarını, bir takım tanrısal tavırlara iten bu vehimdir.
Nefisteki bu vartayı yıkmanın en kestirme yolu, bir insanı kendinden daha kıymetli bilip sevmektir.
Esasında da bir insan bir ‘ADEM’e ‘secde’ etmedikçe, hakiki manada iman etmiş olmaz. Elbette bu ‘secde’den muradım, bildiğiniz tapınma secdesi değil. Bir insan nefsine, bir insanın -bu sevdiğimiz bir insan olabilir şeyhimiz olabilir, hocamız olabilir, Resulullah’ın akrabası olabilir vs- kendisinden daha üstün olabileceğini kabul ettiremediği sürece 14 asır önce yaşamış Peygamber (SAV)’i bilip sevmesini de kabul ettiremez. En azından kabulü lafta kalır. Günümüz Müslümanlarının büyük çoğunluğu bu hal üzeredir.
***
Resulullah sevgisi Allah sevgisinden ileri tutuluyor iddiası
Bazı hocalar, bazı tasavvuf ehlinin ve bir kısım ehli beyt muhiplerinin, Resulullah sevgisini Allah sevgisinden ileri tuttuğunu iddia edip itiraz ediyorlar. Sadece Allah’ı sevmek gerektiğini, peygamberin bir tebliğci ve aracıdan ibaret olduğunu, onun da vazifesini yapıp geçtiğini ileri söylüyorlar. Güya Kur’an’a vurgu yapıyor ve Kur’an’ı yüceltiyorlar.
Zahiren haklı da olsa bu iddia çok derin açmazlar ve tehlikeler içerir. Evet, maksad-ı bizzat Allah ve O’nun sevgisine mazhariyettir.
Peki, O, kendisini sevmeyi Resulullaha itaat şartına bağlıyorsa ne yapacağız? (Ali İmran, 31) Böyle bir hakikat ortada varken, Peygamber’i, sünnetini ve onun sevgisini hafife almak nasıl mümkün olur?
Elbette akıl ile güçlendirilmiş ve eşyada geçerli ilahî esma ve sıfatların -(yani evrensel kanunların)- bilinmesiyle ‘mücmel’den ‘mufassal’a çıkarılmış bir iman elzemdir.
Hz. Muhammed bir kapıdır
Bunu elde etmeye kabiliyeti olmayanlara düşen ise yine bir hadistir ki, “Aleyküm bi dini’l-acaiz” (koca karıların imanına uyunuz) buyrulmuş. ‘Resulullah sevgisin dışlayan bir inanç ve dine uymaktansa, acuzelerin saf ve kestirme imanına tabi olmak daha evladır’denilmek istenmiştir.
Zira Muhammet (asv)’siz bir iman ve İslam olmaz. Hz. Muhammed (asv) bir kapıdır. Tevhide de cennete de o kapıdan geçilerek varılır. O yüzdendir ki Allah onun ismini kendi adıyla birlikte andı. Bir takım aklı evveller, bunu kutsallıkta ortaklık zannedip, red ediyorlar. Oysa Resulullah, kulu kudsiyete bağlayan hablül metindir. Bunu, akılları gözlerine inmiş zamane âlimler anlayamıyorlar –ki çoğu ‘ulema-ı su’manası altına giriyorlar- ki Muhammed’siz (asv) bir Kuran ve İslam’ı akıllarına sığdırabiliyorlar.
Tevbe Suresinin 128. ayetini okuyup da o nebiye karşı itaat ve hürmet hissi duyman birine âlim veya Müslüman demek şöyle dursun, insan demeye bile insanın dili varmaz. Düşünün ki, Cenab-ı Allah onun müminlere karşı ne kadar sevgi ve şefkat dolu olduğunu hissettirmek için ‘o peygamber size karşı Rauf ve Rahim’dir’ buyuruyor. Onun sevgisini ilahî isimlerle anıyor…
Elbette Peygamberimiz (asv), bize Rabbimizin buyruklarını getiren emin bir tebliğcidir. Ama sadece tebliğ etmekle de kalmamış. Her bir emir ve yasağı kendi nefsinde temrin ederek bize, Allah’a varabilmemiz yolunda en iyi örnek de olmuştur. Kuran’daki ‘ideal insan’ın sıfatlarının tamamını kendi üzerinde prova ederek kendisini ‘model insan’ haline getirmiştir. Bu günün modern bilimleri, rol modelliğin, insan yaşamında ve başarısında ne kadar önemli olduğunun artık teslim etmektedirler.
Nebi ihtiyacı insanlığın en mühim ihtiyaçlarının başında gelmektedir. Dolayısıyla o, iddia ettikleri gibi sadece bir posta müvezzii değil, aynı zamanda bir rol modeldir, bir rehberdir. Onunla da kalmamış, dinin her bir kuralını kendi nefsinde tatbik ederek, o emirlerin, insanlık için ne kadar nurani prensipler olduğunu göstermiştir. Ve saadete giden yolda, nerede nasıl hareket etmemiz gerektiğini bize öğretmiştir.
Dolayısıyla biz Müslümanlar her saadetimizi ona borçluyuz. Onun bütün âlemlere –yani cinlerden karıncalara, vahşi hayvanlardan uzaylılara, hamam böceklerinden balıklara, sürüngenlerden kuşlara, en adi hayvanlardan en çok yücelttiğiniz mahlûklara kadar her bir türe- rahmet olmasına hiç temas etmiyorum.
Bu zahmetli ve zor dünyayı bizim için bir cennete dönüştüren de ölümden sonrasını, vahşetengiz bir hiçlikten kurtarıp ebedi saadet yurdu haline dönüştüren de o duru. Hiçbir sebep olmasa bile, onun müstecap duaları hürmetine Allah, ölümden sonrasını ebedi bir saadet yurdu yapsa sezadır.
***
Peygamberin istediği ücret
İşte o zat, şu hizmetine karşılık bizden ‘yakınlarına meveddet’ (ehli beytini ve nesl-i pakini sevmemizi) istemiş. “De ki: “Ben buna(yaptığım tebliğ görevine) karşılık sizden, yakınlarıma mevedetten (sevgiden) başka bir ücret istemiyorum.” (Şura, 23)
Bu ayete göre Peygamber efendimiz, kendi neslinden gelen akrabalığı tebcil ediyor ve onlar lehine bir fayda gözetmiş oluyor.
Hâlbuki Kur’an bize “Allah katında en şerefliniz en ziyade takva sahibi olanınızdır!” (Hucurat, 13) buyuruyor. Bu da zahirde bir çelişki gibi görünüyor. Peki, öyle mi?
Biz, meselelere çok sathi ve olayları birbirinden ayırarak bakıyoruz. Oysa o nebi, gaybâşine bakışlarıyla neyin kimle ilintili olduğunu hangi hayrın hangi erkân ile bağlı olduğunu görmüş ona göre hareket etmiş. Hz. Hasan’ın başını –bir rivayete göre ağzını- öpmekle, onun siyasette gösterdiği metanet ve aklıselimini tebrik ederken bir yandan da onun neslinden gelen Abdülkadir Geylani gibi Ankaların başını okşamıştır. Hz. Hasan’ın başını öpmesinde emin olabilirsiniz ki Kutbu azam Geylani’nin de hissesi vardır.
Keza Hz. Hüseyin’in ensesini öpmesiyle onun Emevi zulmüne karşı yiğitçe direnişini tebcil etmiştir. Davası uğruna boynunun vurulacağını bilerek o temiz enseyi öpmüştür. Yine böylece o silsileden gelen Cafer-i Sadık gibi zatları müjdelemiştir. O öpmelerde şu evliyaullahın, aktabın, müctehidinin ve mehdilerin dahi payı vardır. Ben peygamberliğime karşılık sizden akrabalarıma meveddet bekliyorum derken de kendi nesebi yakınlığından ziyade, kurbiyet-i ilahiyyeye mazhar olumuş evlatlarının izzetini kurumaya çalışmıştır. İzni iliha ile bütün zamanları müşahede eden bakışlarıyla bilmiş ve haber vermiş ki onun temiz nesli, öyle nurani bir ağaç halini alacak ki o ağacın meyveleri olan o büyük zatlar her biri bir mertebede ümmetin önüne geçip takvanın da hizmetin de ankası olacaktır. Yani akrabiyet-i nesliyenin aynı zamanda kurbiyet-i ilahiye ile mümkün olduğunu da bize anlatmış oluyor.
Bu, zaten ümmetin 14 asırdır her namazda yaptığı duaların bir neticesi değil mi?
Namazlarda, oturuşlarda tahiyyattan sonra okuduğumuz salli ve barikler zaten bu maksada bakmıyor mu? 14 asırdır şu ümmet “Ya rabbi İbrahim’in soyuna verdiğin bereket gibi –sonraki bütün peygamberler Hz. İbrahim soyundan geldi- Muhammed’in soyuna da salat ve selam kıl” diyerek o soydan rehberler, mücahitler, mücedditler, gavslar, kutuplar, imamlar çıkarılmasını rahmet-i ilahiyeden istemiş ve beklemiştir. İşte Resululah’ın bizden akrabalarına karşı ‘meveddet’ istemesi sırrı dahi budur.
Çekirdeğinden meyveli ağaç haline kader her bir zerresi nur ve hikmet olan, her sözü hak, her hal-i hayr-ı mutlak olan şu mübarek zatı(asv) tanımamak, onun sünnetinden mahrum ve uzak yaşamak acaba bir insan için en büyük yoksunluk, mahrumiyet değil mi?
Hiç düşünmezler mi ki, Allah şu ismi kendi zatıyla birlikte neden anmış! Ve bu şerefi neden ona bahşetmiş?
Rabbim bizi onun şefaatinden mahrum etmesin?
Amin!