Post Modern Bir Celali İsyanı mı?

Gezi Parkı’nın üzerindeki sis bulutu yavaş yavaş kalkıyor. Sis kalktıkça, altından çıkan manzara, yapılmak istenenlerin mahiyetini daha iyi görmemizi sağlıyor. Fırtınanın arkasındaki siklon ve anti siklonlar ortaya çıkıyor.

Sonuçlara bakılırsa -özellikle ekonomik açıdan- Türkiye küçük çaplı bir darbeye maruz kalmış diyebiliriz. Elbette sonraki zamanlar, bu eylemlerin bir darbe girişimi mi yahut toplumsal bir patlama mı olduğunu gösterecek. Benim kanaatime göre bu, protesto eylemi adı altında girişilmiş bir darbe denemesidir. Sadece top, tüfek ve tank yerine; huzursuz kitleler, maddi veya manevi varlığına bir anlam yükleyemeyen güruhlar kullanıldı.

Evet, bizim gibi, uzun süreli istikrara alışık olmayan toplumlarda sık görülen bezgin ve mutsuz iktidar yorgunlarının kullanıldığı bir darbe… Tabii bu amaçsız kitlelere, fesatçıları, içimizde fink atan ajanları ve onların sevk ve idare ettiği marjinal grupları, bin yıl geçse hep muhalefette kalacak ruhen anarşist serserileri de işe dahil etmeliyiz. Ve daha da önemlisi, dâhilde her türlü yıkıcı ve bozguncu faaliyetlere destek vermeyi iş edinmiş, para babalarını ve medyayı asla unutmamak gerekir.  Esasında işe bu son iki kesimden başlamak gerekirdi ama ben en sona bıraktım.

TARİH BU OLAYLARA NE AD VERECEK?

Bu darbe girişimi tarihe hangi adla yazılır bilmiyorum. Gezi Parkı Kalkışması mı derler, Erdoğan’ı Hal’i Denemesi mi- çünkü onu sultan biliyorlar-  derler bilmiyorum. Bana göre bu eylemlerin -ki daha devam edeceği anlaşılıyor-  genel karakteristiği tarihteki Celali İsyanları[1]na benziyor olmasıdır.

Evet, bu kalkışmalara post modern bir Celali İsyanı dense yeridir. O isyanların karakteristiği de ısrarcı ve uzun soluklu olmaları idi. Ve genelde yerel yöneticilere isyan ile başlardı ama sonunda saklı öfkelerin tatminine dönüşürdü.

Bu eylem de de önce ağaç mağaç dediler sonra baklayı çıkardılar. Tayyip Gitsin!

Tamam da kardeşim Tayyip Nasıl gidecek. Seçim mi var? Hayır!

-Peki nasıl gitsin?

-Biri onu devirsin!

Bu makul talep mi demokrasilerde? Hayır!

Maalesef Türkiye iki şıkka bölünmüş. Bir kesimi rahatsız eden olay ötekini sevindiriyor. Mesela Ulusalcı beyaz Türkler ve bir kısım Aleviler[2] için, bu iktidar göğe bir yol yapsa yine de önem ifade etmez. Maalesef bugün en büyük belamız budur…

Anadolu toprakları böyle bir bölünmeyi Çaldıran Savaşı öncesinde de yaşamıştı.  Şah İsmail [3] Anadolu’nun bu zaafından yararlanarak, Osmanlı’yı içerden vurmak istemiş, Trabzon Valisi Şehzade Selim, Saray’ın gafletine tanık olunca babasının üzerine yürüyerek tahtı ele geçirip, Osmanlıyı o ikilikten kurtarmak ve Anadolu’da yeniden birliği sağlamak istemişti.

O hadiselerde, Şah İsmail‘den yana tavır koyan Türkmenler ve Yörükler, taraftarlıklarını belirtmek için başlarına kırmızı band bağlıyorlardı. Halk bu yüzden onları Kızılbaş diye tanımlıyordu. Yavuz Sultan Selim, bu kesimlere karşı sert bir tutum takındı. -Esasında aynısını ve hatta daha beterini Sah İsmail İran’da Sünnilere karşı yapmıştı-

Bu sert tutum yüzünden kendi içlerine kapanan ve zamanla tamamen ayrı bir toplum haline gelen Anadolu Alevileri,  Osmanlı’ya ve dolayısıyla Sünni kitleye karşı küs tavırlarını hep korudular. Bu durum,  Osmanlı düşmanları tarafından da sürekli körüklendiği için, zamanla uzlaşmaz iki kesim oluştu. Nifak ve siyasi emeller de bu ikilemi arttırdı. İslam düşmanları, bu saklı husumetten çok yararlandılar.

Cumhuriyet döneminin siyasi aktörleri de inkılaplara karşı Sünni kesimde oluşan direnci, Alevileri yanlarına alarak aşmaya çalıştılar. Ve bu durum, iki kesim arasındaki ayrışmanın daha da artamasına sebep oldu. Bugün hala çoğu Alevi, Çaldıranın ve Kerbela’nın hıncını yüreğinde tutar ama Dersim faciasına rağmen Mustafa Kemal’e ve İnönü’ye hayranlık besler.

Maalesef nasıl ki Şii ve Sünni uzlaşmazlığı İslam itihadı önünde en büyüm ani halinde duruyorsa Ulusalcı Laiklik ve mihverinden çıkarılmış Alevilik de öylece Anadolu’da birliğin oluşmasının önünde koca bir set gibi duruyor. Allahtan ki Alevilerin ekseriyeti vatanperver ve birlikten yana… Bediuzzaman bu ikiliğin bu çağda da kullanılacağını görerek taraflara şöyle seslenmiş:

“Ey Ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu manasız ve hakikatsiz, haksız, zararlı olan anlaşmazlığı aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeden dinsizlik cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde âlet edip ezmesinde istimal edecek. Bunu -yani Sünniyi- mağlup ettikten sonra, o âleti de kıracak. Siz(ler), bir tek İlahı kabul ettiğinizden, kardeşliği ve birliği emreden yüzer esaslı kudsi bağlar aranızda varken, ayrılığa sebebiyet veren ehemmiyetsiz meseleleri bırakmak elzemdir.” ( Lem’alar, 27)

Bu ayrışmalara ve çekişmelere, Türk unsurunda var edilmiş olan ve asla uzlaşması mümkün görülmeyen Dindarlar Ve Ulusalcı Laikçiler ayrışmasını da koyarsanız,  bu tür hareket ve eylemlerin “masum bile başlasa” ne büyük bir yıkıcı potansiyeline sahip olduğunu en sıradan insan bile fark eder.

MÜSAADE EDERSEN HERKES PARMAK KARIŞTIRIR

Üstelik bu işleri kollayıp kotaranlar, hepsi profesyonel toplum mimarları ve provokatörler!  Tekeden dahi süt sağmasını bilen ve asırlardır aynı ayak oyunlarıyla tüm İslam yurtlarını emperyal arzularının avlağı yapanlar, elbette bu ikiliği kullanmaktan kolay kolay vaz geçmeyecekler.

Başta tüm Avrupa -özellikle Almanya, İngiltere ve Fransa- olmak üzere, ABD, Rusya ve Çin -Son zamanlarda Hindistan da onların yoluna girmeye başladı- tüm servet, refah ve güçlerini İslam yurtlarından talan ettikleri yeraltı ve yerüstü imkânlarını sömürerek bu noktalara geldiler. Servetleri ve iktidarları Müslümanların eti ve kemikleri üzerine inşa edildi. Ve hala da iktidarlarını Müslümanların petrolü, kanı ve gözyaşı deryası üzerinde yüzdürüyorlar.

Elbette bu müreffeh hayat tarzından vaz geçmek istemeyecekler. Bunun için de o hayat düzenlerini sürdürmek için legal illegal, gizli aşikâr her türlü yola ve hileye başvuracaklar. Bu onların hakkıdır diyemeyiz ama onlardan insaf da bekleyemeyiz. Sen içini karıştıran parmakları kıramıyorsan, değil kırmak, reel olarak o parmak karıştıranları yakalayıp sorgulayamıyorsan veya diğerlerinin yaptığı gibi arka mahallelere çekip yok edemiyorsan, kimseye karşı bir şey söyleme hakkın yok…

Gandi’nin dediği gibi “Sen müsaade etmezsen kimse seni sevk ve idare edemez, kimse seni sömüremez” Ama bizi sömürdüler, ezdiler, en az iki asırdır istedikleri gibi evirip çevirdiler. Demek ki biz onlar müsaade etmişiz. Nasıl müsaade etmişiz? Ya içimizdeki hainlerin tuzağına gelmişiz. Ya başımızdaki sersemlerin satılmışlıkları bizi mahkûm etmiş. Yahut bizim, aklımızı ağamızın ve şeyhimizin cebine koyma alışkanlığımızdan yararlanarak bizi mahkûm etmişler. Asırlardır sömürüyorlar.

Şimdi ise Türkiye ayağa kalkmaya çalışıyor. IMF’ye “senin vereceğin paraya ihtiyacım yok” diyor. Batıya küstahlıklarını ve ikiyüzlülerini hatırlatıyor. “Bana çeki düzen vereceğine kendi içindeki pisliklere bak” diyor.  Artık eskisi gibi laf dinlemiyor yani Türkiye. Öyleyse ona haddini bildirmek(!) gerekiyor. Bunun yapmak için, ne Rusya bir fedakârlıktan geri durur -nitekim ona Suriye’ye sahip çıkma rolü verildi. Çünkü Türkiye Suriye’deki katliam ve acılara çare bulunsun istiyor ve bunu sağlamaya çalışıyor. Bu işin çözülmesini istiyor. Eğer bunu başarırsa Arap dünyasında emperyalizme karşı yeni yeni oluşmuş nüveleri filiz sürecek ve toplumlar kendi topraklarına ve imkânlarına sahip çıkacaklar. Bu ise enerjisi tükenmiş Batı için tam bir felakettir-, ne Amerika!

Ne yapıp edip Türkiye’yi Suriye’de çamura saplamak, gerekiyorsa Suriye ile savaşa sokmak ve böylece Sünni Araplar nezdinde Türkiye’yi itibarsızlaştırmak istiyorlar. Türkiye oyuna gelmedi. Amerika ziyareti de o yüzden bütün parlak laflar ve gösterilere karşılık neticesiz kaldı.

Eskiden Türkiyeye çeki düzen vermekkolaydı. Bir darbe her şeyi sil baştan yapabiliyordu. Şimdi bunu yapamıyorlar. İçimizdeki adamlarına “Türkiye İslam’a kayıyor bir şeyler yapın” dediler. Başaramadılar. Beş altı tane darbe girişimi oldu hepsi akim kaldı. Şimdi askerin tepesine de söz geçiremiyorlar.

Ellerinde tek seçenek var. Uzun sürmüş bir iktidara karşı her toplumda oluşabilecek bıkkınlık ve bezginliği devreye soktular. Tüm iktidar karşıtlarını aynı maksat etrafında birleştirmek için son derece masum bir gerekçe buldular. Çevre Katliamı!

PATLAMA ZEMİNİ NASIL HAZIRLANDI?

Öfkeler birikti birikti ve sonunda Gezi Parkı olayında patladı. Pusuda bekleyen ve hatta alttan alta bu işleri sevk ve idare eden tüm şeytani örgütler hemen harekete geçti…

Polisin “aşırı güç kullanması”(?) da sanki planın bir parçası oldu.

Sonrası malum. Almanlar, tüm hatlarıyla savaşa girdi, İran tum hatlarıyla savaşa girdi, Suriye destek verdi, İngiltere fitnenin büyümesi ve duyurulması için elinden geleni yaptı. Aydın Doğan Grubu medyasıyla-ki asıl sahip Almanlar olduğu için başka türlü yapma şansı yoktu. Benim bildiğim Aydın Doğan vatanını seven bir adamdır- , Alman vakıfları ilaç ve yemek temin etmesiyle, Migros, katılımcıların insani ihtiyaçlarını karşılamasıyla, Doğuş grubu ve birçok diğer bankalar İş Bankası zaten CHP’nin olduğu için başka türlü edemezdi- orada birikmiş insanlara hizmet ettiler.

Başlangıçta güya dertleri ağaçtı. Kısa bir süre sonra sloganlar değişti. Her şey Tayyip Erdoğan’ı işaret etmeye başlamıştı. Adeta yeryüzünün tüm bela ve musibetleri onun eseriydi.

Ve yazık ki o ilk birkaç günde, ekibinden hiç kimse -bu işlerin başlamasına neden olan sayın Topbaş da dahil-  perdenin önüne çıkmadı. Eylemciler nezdinde tek abalı Tayyip Erdoğan’dı. Pazar günü öğle sularında gidip Gezi Parkı’nı gezdim. Daha o an anladım ki, orda bulunanların hiç biri tam olarak neden orda olduğunu bilmiyor.

Peygamberimizin o ünlü fitne hadisi aklıma geldi. Ne öldüren niçin öldürdüğünü bilecek, ne ölen niçin öldürüldüğünü bilecek… Öyle bir durum yaratılmıştı.

İKİNCİ ABDÜLHAMİT VAKAASI

Maksadın, Gezi Parkı’ndaki ağaçlar olmadığını en cahil insan bile görüyordu. Maksat Erdoğan‘dı. İstenmeyen oydu. Aklıma, Balkan isyanlarını bastırmaya çalışırken Yahudi sermayeli Batı basanı tarafından Kızıl Sultan diye yaftalanan mübarek Abdülhamit Han geldi. O zata böyle bir sıfatın yakıştırılması tabii ki onun, İslam dünyasını yıkmak isteyenlerin karşısında sıra dağlar gibi durmasıydı.

Biliyorlardı Zalimler, o yıkılırsa Saray yıkılır, Saray yıkılırsa, hilafet yıkılır. Hilafet yıkılırsa İslam sahipsiz kalır. Onların da istediği buydu. O zaman başardılar. Abdülhamit yıkıldıktan sadece 6 yıl sonra Tüm İslam yurtları işgal edilmeye başlandı. Güya demokrasi ve meşrutiyet getirmek, saltanatı kurtarmak iddiasındaki İttihat Ve Terrakki’ciler de oraya buraya kaçıp kurtulmanın çaresini aradılar.

Sonra Osmanlı düştü. Ve İslam düştü.

Abdülhamid’i ne ile vurdular, ‘diktatörlük’le. “Sen diktatörsün, zalimsin, baskıcısın” dediler. Çünkü memleketini itlere, kopuklara kaptırmayacak dirayet sergiliyordu. Onu kendi halkı nezdinde itibarsızlaştırmak için sürekli diktatörlükle suçladılar.  Görünürde yalan değildi. Son zamanlarda aynı şey Tayyib Bey için de sıklıkla tekrarlanıyordu. “Hiç kimseyi konuşturmuyor, kimseyi dinlemiyor, kimseye söz hakkı vermiyor…” diyorlar. İhtimal ki de öyledir.

O zaman padişahlıktı. Şimdi ise seçimler var. Türkiye padişahlıkla idare edilmiyor ki. Nedir öyleyse bu yaygara. Seçimler geliyor. Gider sandıkta değiştirirsiniz. Zaten bir kere daha seçilmek gibi bir durumu da yok. Öyleyse maksat ne?

Maksat belli. Size tek cümle ile söyleyeyim: Türk halkının İslam’a yönelişini durdurmak ve Türkiye’yi mazlum Müslümanlara önder ve örnek olacak konumdan düşürmek.

28 Şubat’ın niçin yapıldığın hatırlayın: Bediuzzaman’ın ifadesiyle, Türk milletini bütün bütün sukut ettirmek, İslamiyet ile bağlarını kesmek ve bin yıllık tarihini lekedar etmek…

BAŞARAMAYACAKLAR AMMA İKTİDAR DA BASİRETLİ OLMALI…

Yapmak istedikleri bu! Elbette kader onlara artık müsaade etmeyecek inşallah!

Ancak, bu demek değildir ki, denemeyecekler. Başımızı ağrıtmayacaklar, imkânlarımızı yok edemeyecekler. Bir haftada milyarlarca doların bu ülkeyi terk etmesini sağlayamayacaklar!

Yapabilirler. Öyleyse bu noktada iktidara da düşün bir şeyler olmalı… Hem de var.

Maalesef iktidar gücü, gözleri ve basiretleri bağlıyor. Bizim gibilerin nasihatlerinden bile rahatsız oluyorlar. Ama artık dinlemeleri gerektiğini anladılar. Anlamazlarsa, daha ağır yenilgiler gelir…

Umarım bu eylemler, iktidarın kendini gözden geçirmesine; en azından, bu kadar öfke birikmesine yol açan sosyal ve ahlaki sapmaların ıslah edilmesine de hizmet eder…

Çünkü bir eylem araklısındaki dış destekçiler ne kadar güçlü olursa olsun, eğer bir sosyal dayanağı, zemini ve psikolojik ortamı yoksa başarılı olamaz. Bu kadar insan şurada burada kendiliğinden bir araya geliyorsa, iktidar tüm bunları “zaten bana karşılar” bahanesi altında yok sayamaz. “Yüzde elli ben i destekliyor” keyfiliğine sığınamaz. Yüzde elli de sizi desteklemiyor…

Ben size diyorum ki, eğer müspet hareket etmek gibi bir zorunluluğum olmasaydı, ben dahi, ilk gün gidip orada o gençlere destek vermeyi düşünmüştüm. Bunun sebebini siz bulun!


[1]) 16. 17. Yüzyılda, ekonomik yapının bozulması ve yerel yöneticilerin baskıcı keyfi tutumlarının yol açtığı sosyal patlamaların genel adıdır. İsyancıların ana kütlesini, kendisini ‘mağdur’ sayan aleviler oluştururdu ama zaman zaman sünni halklardan ve Ermenilerden de işe katılanlar olurdu…

[2]) Alevi adını kullandığım için mazur görün kastım Alevi mezhebi değildir. O anlayıştan gelen ama dinle de ilgisi kalmamış -Sünnilerde de olduğu gibi- anarşist ruhluları kast ediyorum…

[3]) Osmanlıların, Anadolu birliğini kurmak için giriştikleri mücadelede diğer Türk boylarına ve beyliklerine karşı zor kullanması ve hemen hemen tümünün iktidarına son verip topraklarını katması, Türkmen ve Yörük aşiretlerinde Osmanlıya karşı büyük bir nefrete sebebiyet verdi. II. Murat ile başlayıp, Fatih döneminde iyice yaygınlaşan devşirme geleneği ve devlet kapılarının hep bu devşirmelere pay edilmeye başlanması, tımarların, hasların Türk Beylerinden alınıp devşirme Sırp, Rum, Bulgar gibi Hıristiyan dönmelerine verilmesi, zaten ağır vergi yükü altında bunalmış Oğuz boylarını Osmanlı’dan uzaklaştırdı. Alttan alta büyüyen bu öfke ve küskünlüğü Safevi Saltanatını ele geçirmiş Şah İsmail’in dikkatinden kaçmadı. Kendisi de Türk (Avşar/Azeri) olan Şah İsmail, bu zemini çok iyi kullandı. Tarikat ve tasavvuf unsurlarını kullanarak Anadolu’daki tüm oğuz boylarını etkilemeyi ve kendi safına çekmeyi başardı. Bu gruplar tarikat gereği başlarına kızıl bir bant bağlarlardı. Bu da onların Kızılbaş olarak anılmalarını sağladı…

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Çanakkale Geçilmedi…

Elhamdülillah, bu millet bir kez daha Çanakkale’nin geçilmez olduğunu gösterdi. Bir kere daha, bu millet, …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir