Türkiye eski Türkiye. Değişen bir şey yok.
‘Reşit Adam’ eksikliği toplumsal bir bela olarak varlığını sürdürüyor…
Bir tanıdığımın haylaz ama sevimli bir çocuğu vardı. Yaptığı bir yaramazlığı terk etmesi için uyarıldığında gözlerini yumardı. Bir süre sonra gözlerini açar, durumu kolaçan ederdi. Eğer uyarı devam ediyorsa gözlerini tekrar yumardı. Alarm durumu geçmişse gözlerini açar hiç ikaz edilmemiş gibi yaramazlığını sürdürürdü.
O yaştaki çocuğun nasıl olup da böyle bir taktik geliştirdiğine akıl erdiremedim ama en azından kendisi açısından ilginç bir taktikti. Gözlerini kapayınca, her şeyin değiştiğini sanmak tam da çocukça bir durum…
Ben de zaman zaman bilerek bilmeyerek olup bitenlere gözlerimi yumarım. Bir hafta, on gün hiçbir haber kaynağını dinlemem, bakmam, ilgilenmem. Kendimi her şeyden soyutlarım. Geçici bir körlük ve sağırlık oluşturarak içimde biriken kasveti yok ederim. Kısa süreli de olsa bir tür hibernasyona yatarım, uyandığımda birçok şeyin değiştiğini umarak. Büyük ve üstesinden gelemeyeceğim bela ve sıkıntılarda ise uyurum.
Son on gündür, babamın vefatı dolayısıyla aynı şeyi yaşıyordum. Gözlerimi, kulaklarımı, duyularımı dış âleme kapatmıştım. Ne partiler, ne örgütler, ne gazeteler ne de gazeteciler vardı… Ama işte ölenle ölünmüyor ve hayat devam ediyor. O haylaz çocuk gibi ortalığı kolaçan etmek için gözlerimi açtım ama yazık ki benim yeniden gözümü kapatma şansım yok. Zaten hadiseler o kadar merakâver ki benim diyen ondan kendini çekemez.
Hani rivayetlerde aktarılır ya, deccalın sokaktan sesi işitilince insan merak edip pencereden bakarmış, sonra hemen boynuzları çıkarmış da bir daha kafasını içeri sokamazmış. Ben bugünün medya araçlarını öyle görüyorum. Her hangi bir medya aracına kafanızı uzattınız mı daha kurtulamıyorsunuz. Acaba şu ne oldu bu ne oldu, şu ne yaptı bu ne dedi, merak ediyorsunuz.
Benimki de öyle oldu. Ama yazık ki değişen bir şey yokmuş…
Ergenekon davasında yine yargıyı arkadan dolanmalar devam ediyor…
Diyarbakır’daki KCK davası duruşmasında yaşananlar ‘Ferhengi Şeyler’den farksız…
Basında eski tas eksi hamam. İkiyüzlülüğe bile rahmet okutacak haller sürüyor…
Yedi erin şehit edildiği Hantepe olayında askerin neden operasyon yapmadığı yolundaki sorulara albayın verdiği cevapla bir kere daha su yüzüne çıkan asker terör ilişkisi…
Siyasetteki seviye düşüklüğü… İnatlaşmalar…
Aynı.
İnsanın içi acıyor. Hızla akıp gidin bir zaman. Tükenen ömürler, hiç de hak edilmemiş çaresizlikleri kader bilmeler…
Çekişmelerden, çözümsüzlüklerden, aynı sıkıntıların hiç değişmeden sürüp gitmesinden bıkmış ama bunu kanıksamış; cehalet, zaruret ve fukaralığı bu coğrafyanın tabii hali zannetmeye başlamış, “böyle gelmiş böyle gider” şeklindeki şeytani ama beylik hükmü kader bilmiş bir toplumla nasıl gelecek yüzyılı kuracağız diye kendi kendime kederlenirim.
Elbette sağlam ve sahih rivayetlerim var. Elbette her türlü ümitsizliği tersyüz edecek, içimizde ölmüş ‘emel’i diriltecek gerekçelerim ve zaruretlerim var. Elbette ümit varım ama insan yine de ‘şu parlak ve ihtişamlı gelecek şu insanlar eliyle mi olacak!’ diye merak ediyor. O muhteşem tavus kuşunun şu yumurtadan çıkabileceğini düşünemiyor insan.
Evet, bu ülke maalesef ‘reşit adamlarını’ tüketmiş ve yeni reşit adam da üretemiyor. Sayın Davutoğlu’nun TBMM’de o parlak geleceği anlatırken nasıl basit gerekçelerle abluka altına alındığını görünce içim yandı. ‘Acaba gerçekten doğu toplumları için demokrasi lüks mü?’ diye düşünmekten kendini alamadım. Batılı bazı aydın ve filozoflar, doğu toplumlarında hiçbir zaman kendi kendini idare etme dürtüsü gelişmediğini o yüzden de doğulu halkların demokrasi denen ve ancak erdemlerle ayakta tutulması mümkün olan kendi kendini idare etme şeklindeki yönetiminden yoksun olduğunu söylüyorlar.
Çünkü demokrasi ‘âkil adam’lar, ‘Reşit adam’ların gerekliliğini zorunlu kılıyor. Hürriyet ve demokrasi, haddini bilmeyen, izansız, ilkesiz ve haysiyetsiz tiplerin –bu tipler siyasetçi de olabilir gazeteci de olabilir, sıradan halk da- elinde toplum tükenip gidiyor.
Ahlaksızlığı, -afedersiniz- ‘i…liği’ yaşam biçimi edinmiş Lut kavmi’ne melekler geldiğinde, kavminin adamları gelip o parlak yüzlü adamları(!) Hz. Lut’tan istemişlerdi. Hz. Lut, ‘illa da o işi yapacaksanız alın kızlarımı. Ne olur benim evimde o ahlaksızlığı yapmayın’diye yalvardı. Ama kendi cinsine şehvet duymayı marifet sanan o gözü dönmüş adamlar söz anlamak istemiyorlardı. O zaman Lut (as)“Allah için aranızda, söz anlayacak ‘reşit’ bir adam yok mu?” diye ağlamıştı.
Bizim de halimiz onunkinden farksız. Ben de şu ülkenin haline bakıp ey millet ‘reşit adamların yok mu’ diye ağlamak istiyorum. Reşit adama, halden anlayacak âkil adama ne kadar da ihtiyacımız var Ya Rabbi!
Acaba diyorum, şimdi afra tafra yapanlar, mangalda kül bırakmayanlar, erlik taslayanlar acaba eli sopalı birileri çıksa –tıpkı 13 Eylül 1980 sabahında olduğu gibi- sus pus olmayacaklar mı?
Neden bu ülke sorunlarını akıllıca tartışamaz?
Neden siyasetçilerimiz hep kanlı bıçaklı hasım gibiler?
Neden medyamızda şarlatanlık, haysiyetten daha fazla pirim yapıyor?
Vallahi teröristin bile haysiyetlisine hasretiz!
Acaba toplum olarak henüz akıl ve erdem ile idare edilmeyi hak etmediğimizden midir?
Acaba toplumsal nankörlüğümüz müdür bize yol göstermeleri gerekenleri böyle başımıza bela eden?
Bir ayette Cenab-ı Allah, “Kim benim zikrimden (Kuran’dan) yüz çevirirse, ona, iki yakasının bir araya gelmesine fırsat vermeyen zor ve meşakkatli bir hayat yaşatırım” (Taha, 124) buyuruyor.
Bin yıl Kuran’a hizmetkârlık etmiş bu toplum, ona hizmet etmekten yüz çevirdiği, onun hayat umdelerini terk ettiği için mi böyle tazip ediliyor?
Çünkü Türkiye’deki gibi bir siyaset, Türkiye’deki gibi bir medya, Türkiye’deki gibi halkını hasım gören bir devlet ve devletini ‘domuzdan kıl koparmak kardır’ mantığıyla sömüren, altını oyan beleşçi bir halk yok.
Bu acayip bir haldir. Bu millet ne etmeli, daha nasıl bir bedel ödemeli ki şu halden kurtulsun? Halkı düzlüğe çıkarmakla vazifeli siyasetçileri onu uçuruma itiyor. Hakkını savunması gereken gazetecisi onun aleyhine şahitlik yapıyor. Maliyecisi ona yeni borçlar üretiyor, askeri ona yeni tuzaklar hazırlıyor…
Fesuphanallah! Bu nasıl bir hal ki çareler dert oluyor bu millete!
Bir ayette “Kim, (bilip tanıdıktan sonra) Rahmân’ın Zikri’nden uzak bir yaşam biçimi edinirse, onun başına bir şeytan sararız. Artık o, onun ayrılmaz dostu olur. Bu şeytanlar onları (yavaş yavaş) doğru yoldan saptırırlar. Onlar ise kendilerini hep doğru yolda sanırlar”(Zuhruf, 36-37) buyruluyor.
Yazık ki milletin hali dam da bu ayette tasvir edilene denk düşüyor. Millet Rahman’dan ve onun zikri olan Kuran’dan yüz çevirdikçe, Cenab-ı Hak da ona yol göstermesi gerekenleri şeytanlaştırıp ona musallat ediyor.
Siyasetçisi geleceğini çalıyor, hayat ise huzurunu… Başımı koyup uyuyasım ve bir daha da gözümü açmayasım geliyor!