Bin yedi yüz yılında vefat etmiş olan Müştak Baba, bir gün Ankara’nın İstanbul ile hem-ser (denk) olacağını söyler.
Bediuzzaman ise, Birinci Cihan Harbi’nin mağlubiyetle sonuçlandığı meyusiyetli günlerde, yaşadığı manevi bir istihale içinde çağrıldığı Meclis’te, Osmanlı’nın mağlubiyetiyle, İslam yurtlarının, içine düştüğü mağduriyetin mutlaka telafi edilmesi gerektiğini aksi takdirde bunun kader bazında haksız bir hüküm kalacağını söyleyince o manevi meclisten birileri bu mağduriyetin müstakbel bir medeniyet ile telafi edileceğini haber verir. Sonra da o beylik cümleyi kullanır: “İstikbal inkılâbâtı içinde en yüksek gür seda İslam’ın sedası olacaktır!”
Bu zatların öngörüsünün bir öngörüden ibaret olmadığını hadiseler ve şartlar da göstermeye başladı. Mevcut gidişattan anlıyoruz ki -zahiren layık görünmüyor olsa da- milletimizin önünde büyük ve parlak bir istikbal var. Esasında, ecdadımızın, bize bıraktığı eserlerde, o istikbali doğuracak tohumları zamana ve mana ektiklerini de görebiliyoruz…
Ne var ki o tohumlar ve nüveler, uyandırılmayı bekliyor. Çünkü İslam medeniyetini doğurup besleyen şehirler uykuda. Horasan uykuda, Buhara uykuda, Semerkant uykuda, Herat uykuda, Merv uykuda, Rey uykuda, Merağ uykuda, Belh uykuda, Maveraunnehr uykuda. Ve çoğu da harap vaziyette… Tebriz, Şiraz, İsfahan uykuda, Bağdat, Basra, Cizre, Harran uykuda, Ahlat, Divriği, Sivas, Erzurum uykuda…
Ve bir de yaralı şehirlerimiz var, harap olmuş şehirlerimiz var ve yok olmuş şehirlerimiz. Bu şehirleri uyandırmadan, onlardaki tohumları yeniden filiz sürmeye yönlendirmeden bizim medeniyetimizin ayağa kalkması olası görülmüyor. Öyleyse ne yapıp edip önce bu şehirleri uyandırmak ve onlardaki tohumların yeniden meyveye durmalarını sağlamak gerekiyor…
Nasıl mı uyandıracağız?
Tabii ki bu konuda şehirlerin yöneticilerine, valilerine, kaymakamlarına ve belediye başkanlarına çok iş düşüyor.
Zaten bir millet, birkaç evladından ibaret değil mi? Bir milletin tamamının şuurlu olması, tamamının bilinçli olması gerekmiyor. Bugün, kendini iyi yetiştirmiş, insanlığın ne yöne doğur aktığını bilen, milletini seven onu doğruya yönlendirmeyi gaye edinmiş, her şeyden önemlisi de bu milletin yeniden ayağa kalkması gerektiğine iman etmiş üç- beş yüz kişiye ihtiyacımız var. Bu sayıyı bine de çıkarabilirsiniz 314’e de indirebilirsiniz. Ağır bir çölden geçtikten sonra bile ırmağa ulaştıklarında ‘bir avuçtan fazlasını içmeme’ iradesi gösterebilen 314 kişi…
Elde ettikleri mevkileri, gücü, kişisel sermayelerini arttırmanın zemini haline getirmeyen, milletin geleceğini, kendi bekasından üstün tutan, himmeti milleti olan ve bu yüzden de bir millet kadar büyümüş üç beş evladı, bu milleti ayağa kaldırmaya yetebilir.
Ben hep bu kanaatte idim. Bu kanaatimin hak olduğunu, geçen hafta ilme’l-yakin derecesinde gördüm, yaşadım. Senelerdir Sivas’a giderdim, camilerinde namaz kılardım, bugüne kadar çoğu hayatın dışına itilmiş eski medrese kalıntılarını dolaşırdım ama onların, bir gün yeniden ayağa kalkmaya ihtiyaç duyduğumuzda bize rehberlik edebileceklerini anlayamadım. Ta ki Divriği Ulu Camiini rehber eşliğinde ziyaret edinceye kadar…
Sevgili ağabeyim güzel insan Zübeyir Kemelek beyin kadirşinas Sivas’ımıza vali olarak tayin edilmesi hasebiyle tebrik ziyaretine gittim. İyi ki de gitmişim.
Sivas adeta canlanmış. Yeniden restore edilen tarihi eserlerin şurasında burasında gizlenmiş özler, nakışları, muştular adeta hayatlanmışlar ve kendilerini yeniden sunmaya başlamış. Her mabet, her medrese, her kadim yapı canlanmış, dile gelmiş adeta.
Divriği Ulu Cami’de ise, bir yandan atalarımızın yarattığı o muhteşem medeniyet karşısında ruhum inşirah bulurken, yer yer de, ünlü Arap Şairi, Lebid’in, “emrolonduğu gibi ol” ayetinin belagati karşısında secdeye vardığı gibi, o muhteşem sanat ve mimari, o engin anlayış ve ufuk, o geçmişi ve geleceği bir mabette nakışlayan dehâ karşısında eğilme ihtiyacı duydum…
Sevgili valimiz Zübeyir Kemelek beyin himmeti ve o 314 kişiden biri olmaya aday sevgili kardeşim Divriği kaymakamı Mehmet Nebi Kaya‘nın nazik ev sahipliği ile rehberimiz Burhan Özaydın (tayyar Hoca)’nın anlattıkları karşısında vallahi zaman zaman kendimden geçtim. Bir beyin (Mengücek oğlu Ahmet Şah), bir mimarın (Ahlatlı Muğis oğlu Hürrem Şah ve ekibi), bir dülgerin/nakkaşın (Tiflisli Ahmet ve Hattat Mehmet ve diğerleri) bu kadar muhteşem bir ufka sahip olması insanı hayrete düşürüyor!
Bir yapıya nasıl bu kadar şey sığdırılabilmişti?
Divriği Camii, adeta, Cengiz istilasıyla yerle bir edilen ve birçok özelliği bir daha dirilmeyecek şekilde yok edilen eski medeniyetimiz, inanç, amel, tasavvuf, felsefe, esatir, efsane, astroloji, astronomi, mimari sanat ve tarihini bir eserde anlatabilmiş bir şaheser, bir dünya harikası olarak yıllardır mağdur, perişan halde öylece günümüze gelmiş. Kendisine emanet edilen esrarı, zamana, doğaya ve en acısı da ihmalkarlıklara katlana katlana günümüze ulaştırmayı başarmış bir mabet! Zaman zaman restore edilmiş amma restore edilen kısımların ne kadar da sırıttığını benim gibi mimariden anlamayan amiyane adamlar dahi görebiliyor. Buna rağmen mabet, adeta eski zamanlardan kalma bir mücevher kutusu, bir kutsal emanet sandukası yahut çok katmanlı bir sanat metni gibi kendisini bize sunmaya adamış. Asırların yorgunluğunu üstünden atarak dizlerine dayanıp ayağa kalkan bilge edasıyla üzerine sinmiş tozu silkelemeye çalışıyor. Adeta derin bir uykudan uyanıyor gibi…
Evet mabet hakikaten yeniden uyanıyor şu sıralarda… Sayın valimiz ve Divriği kaymakamı elbirliğiyle onu yeniden, yükselmekte olan medeniyetimizin öncülüğünü yapmaya hazırlıyorlar. Şehirlerimizin berbat görüntüsü, mimarimizin yerlerde sürünen taklitçiliğine sanırım en iyi çözümü bu eski mabetlerde aramamız gerekiyor. Bunun idrak etme zamanı gelmedi mi hala?
Türkiye’de yoğun bir kentsel dönüşüm hareketi yaşanıyor şu günlerde. Acaba kaç mimar, kaç belediye başkanı, kaç şehir plancısı eski şehirlerimizin ve mabetlerimizin inşasındaki bilgeliğe, inceliğe, hikmete sahip. Değil o bilgeliğe sahip olmak, acaba şu mabedin kapılarında, mihrabında, minberinde, kubbesinde, şurasında burasında gizlenmiş, geleceğe aktarılmak üzere muhafaza edilmiş sanat ve hikmet tohumcuklarının farkında?
Bence Kültür Bakanlığı şu mabede ciddi bir fon ayırmalı. Turizm şirketleri Divriği Ulu Cami seferleri başlatmalı ve caminin tanıtımına en az iki gün ayrılmalı ki ziyaretçiler ve toplum, atalarımızın insan, mekan ve şehir inşasında ne muhteşem inceliklere sahip olduklarını fark etsinler.
Sivas’ta başlatılmış olan, ‘Şehri Uyandırma’ çabalarının tüm illerimiz için örnek olmasını dilerim. Çünkü cidden, uyandırılması gereken çok şehirlerimiz var. Mevlana’nın diyarı Konya, Halvetiliğin ocağı Kütahya, Afyon, hikmetin merkezi Darende, Bursa, hepsi yeniden ve bir kere daha dürtülmeli ki derin uykudan uyansınlar.
Divriği camiinin bir benzeri Konya’daki Alaaddin Camii. O da çok katmanlı bir metin, adeta Alaaddinin lambası gibi sihirli bir kutu. Ve anlaşılmayı örneklenmeyi bekliyor.
Bir gün biz bu şehirleri uyandırdığımızda göreceğiz ki medeniyetimiz de uyanmış. Çünkü çok eski zamanlarda olduğu gibi, önümüzdeki dönemlerde de medeniyet şehirler üzerinden kendisini temsil edecektir. Önümüzdeki dönemde devletler değil, milletler değil şehirler yarışacaktır. Kim gelecekte, insan onuruna saygı duyan, içinde huzur ve güven içinde yaşanabilir şehirler var edebilirse o kazanacaktır.
Selam o millet evlatlarına ki yönettikleri şehirleri uyandırırlar da medeniyetimizin inşasına hizmet ederler…
ŞEMDİN SAKIK’I TEBRİK
Milletin evlatlarından söz etmişken, Ergenekon davasında gizli tanık olarak dinlenen Şemdin Sakık’ın, yiğitçe çıkışına değinmeden geçmek hatır bilmezlik olurdu. Elbette ülkesine karşı hata işlemiştir ve cezasını çekmektedir. Fakat gizli tanık olarak söylediklerinin inkâr edildiğini görünce yiğitçe ortaya çıkıp bu ülkeye ihanet içinde olanları deşifre etmiştir…
Sakık bu tavrıyla cidden takdire şayan bir tavır sergilemiş oldu. Esasında, millet namına ve milletin geleceği adına fedakarlık yapmayı göze alabilecek insanlar çoğaldıkça, başımızdaki felaketlerin müsebbipleri de yakayı ele vereceklerdir. Ülkemezin bu tavırları ihtiyacı olduğu için onu hasetsen sizinle paylaşmak istedim.
MAVİ MARMARA SANIKLARINI YARGILAMAK
Bu haftanın en güzel haberi neydi diye sorarsanız, ‘hiç şüphesiz Mavi Marmara sanıklarının Kargılanmasıdır’ derim.
Yurtta sulh cihanda sulh gibi, o dönem için son derece stratejik olan bir yaklaşımı, bize ayak bağı haline getiren anlayışın sona erdiğinin en açık emaresi olan şu yargılama, Türkiye’nin artık kendine güvendiğini de göstermiştir. Hasta adam yeniden dirilmiş, uluslararası karasularında, yabancı bir ülkenin askeri güçleri tarafından işlenen bir suçu, kendi topraklarında yargılayabiliyor.
Elbette bu sembolik bir yargılama olarak da kalabilir. Yani pratikte onları yakalayıp cezalandıramayabiliriz. Ama bu Türkiye’nin prestijidir. Hele bir de, onlardan biri bizim istihbarat örgütlerimiz tarafından derdest edilip de Türkiye’ye getirilirse iş tam olur! Yok mudur öyle birkaç delimiz!
Bu, her mazlum milletin, her mağdur topluluğun alkışlayabileceği bir girişim olur inşallah…