Bediuzzaman’ın çağa ağırlığını koyduğu hissedilmeye başlandı.
Şu sıralarda özellikle Afrika ve Güneydoğu Asya ve Tabii Okyanus ötesinde müthiş bir yeniden ‘reconnect’ hali yaşanıyor; insanlar din ile Yaratıcı ile yeniden bağlantı kurma imkânları arıyor.
Pozitivist inkârcılığın, tanrısından kopardığı insan, yeniden kıble ayarlaması yapıyor ve inşallah, yakın bir gelecekte ‘kalbi diri olanlar’ Rableri ile buluşacaklar. Tüm dünyada bu gidişatın mezmurları, neşideleri, kasideleri söyleniyor.
Adeta Hz. Peygamber’in (asv) Medine’ye vusulündeki bir coşku var yeryüzünde. Coşkulu, heyecanlı ve baş döndürücü… İnsanlık, ‘talaa’l-bedrü aleynâ’ diyen Medineliler gibi coşkuyla ve temiz bir yürekle imanın saflığına, Nur’ların aydınlığına koşuyor.
Dünyanın dört bir tarafında, vahyin hakikatine inanan, dinin lüzumunu hissedenler, din ile iman ile yeniden buluşuyorlar. İnkârcılığın insanı ne hale düşürdüğünün idrakinde olarak, inançsızlık yalnızlığından, iman zenginliğine, İslam kardeşliğine koşuyor.
Görüyorum, duyuyorum, işitiyorum ve biliyorum ki, bu ülkenin insanları –cemaat ayırımı yapmadan söylüyorum- fevc fevc dünyanın dört bir tarafına koşturuyor, onlara iman ve İslam’ı, onun kardeşliğini ulaştırıyorlar.
Kimisi maddi yardım taşıyor, kimisi sağlık hizmeti taşıyor, kimisi ‘kimse yok mu’ diye çaresizlik içinde imdat isteyen insanlığın imdadına koşturuyor, İHH’sı, Kimse Yok mu’su, Kızılay’ı, herkes her şey için seferber olmuş ve bu millet adına bu din adına yaraları sarıyor, çare arıyor ve imdat ediyor.
Afrika’da harıl harıl çalışıp, Batı medeniyeti tarafından kanı, iliği ve canı sömürülerek enkaza dönüştürülmüş insanların bedenini onarma gayretinde…
Bu yüksek ve ancak ahiret inancının besleye bileceği gayretin eminim ki Cenab-ı Hak nezdinde de büyük bir kıymeti vardır. İşte bir gün bu çabaların hepsi dönüp bizim hanemize yazılacak ve Bediuzzaman’ın ifadesiyle, bugün her iyiliğin Hıristiyanlar lehine yazılmasına neden olan medeniyet, yarın tam tersiyle, her iyiliğin İslam defterine yazılmasına vesile olacaktır. Bu vesile de şu gayretkeş insanlar eseri olacaktır elbet.
Onlar önden giden atlılardır. Kimi doktor, kimi öğretmen, kimi esnaf, kimi imam, kimi hoca kimi sıradan bir mümin… Ama hepsi bir parça insanlık için, birazcık daha nur ve aydınlık için, biraz daha insanca yaşamak isteyen, yani İslam için imdada koşuyorlar.
Bir gün canlarını, mallarını, geleceklerini, hayır yolunda sebil edenlerin hatıraları toplanıp da demet haline geldiğinde, emin olabilirsiniz ki bütün onlar yeniden şu milletin hanesine yazılacaktır. Elbette çile çekilmeden olmamıştır hiçbir davanın yükselmesi.
Bakın şu ihya ve iman hareketinin başlamasına vesile olan Bediuzzaman ömrünün ahirinde yaşadıklarını nasıl dile getiriyor:
“Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cem’iyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, ahretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı Harplerde bir câni gibi muamele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men’edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men’etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.
İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musibetle geçti. Cem’iyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum”
Önceki gün Çad’da büyük bir konferans vardı ve birçok üniversitede, televizyonlarda, radyolarda yapılan programlarla halk risale-i nurla tanıştırıldı. Sadece orda mı? Hayır, birçok yerde, Saidler, İhsanlar, Kasımlar, Abdurrahmanlar, İlkerler, Sonerler, Serhatlar, Serkanlarinsanlığın geleceği için İslam’ı yeniden çağ ile buluşturmak için koşturuyorlar. Bu dava herkesin davası oldu çok şükür.
Nitekim Bediuzzaman da iman davasının kendi davası olmaktan ziyade ümmetin davası olduğunu biliyordu. Biliyordu bir gün bu noktalara gelineceğini. O yüzden de kendisine yapılan eziyetlere bile gülüp geçiyordu:
“Said yoktur, Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattır, hakikat-ı imaniyedir. Madem ki, nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said feda olsun. Yirmisekiz sene çektiğim eza ve cefalar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musibetler helâl olsun. Bana zulmedenlerin, beni kasaba kasaba dolaştıranların, hakaret edenlerin, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlerin, zindanlarda bana yer hazırlayanların, hepsine hakkımı helâl ettim.” diyordu.
“Bu miletin imanını selamette görsem cehennem alevleri içinde yanmaya razıyım” diyerek yola çıkan Bediuzzaman’ın yaktığı Nur meşalesinin bugün sadece ülkemizi değil tüm dünyayı aydınlatmaya başladığını görmenin saadeti içindeyim.
Bu uğurda tabii ki az çile çekilmedi, az mücadele verilmedi. Davasını gerçek bir ‘müsbet hareket’ zeminine oturtan, “Medenilere galebe ikna iledir, söz anlamayan vahşi barbarlar gibi icbar ile değildir” diyen Bediuzzaman, bir zamanlar ülkeyi kan gölüne çevirmek için türlü türlü oyunların sergilendiğini de hatırlatarak şöyle o günlere şeyle temas eder:
“Anarşistliğin emniyet-i umumiyeyi bozmaya dehşetli çalışmasına karşı, Risale-i Nur ve şakirtleri, iman-ı tahkikî kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müthiş ifsadı durduruyor ve kırıyor, emniyeti ve âsâyişi temine çalışıyor ki, pek çok bir kesrette ve memleketin her tarafında bulunan Nur talebelerinden, bu yirmi senede alâkadar üç dört mahkeme ve on vilâyetin zabıtaları, emniyeti ihlâle dair bir vukuatlarını bulmamış ve kaydetmemiş. Ve üç vilâyetin insaflı bir kısım zabıtaları demişler: “Nur talebeleri mânevî bir zabıtadır. Âsâyişi muhafazada bize yardım ediyorlar. İman-ı tahkikî ile, Nuru okuyan her adamın kafasında bir yasakçıyı bırakıyorlar, emniyeti temine çalışıyorlar.”
“Efendiler! Siz niçin sebepsiz bizimle ve Risale-i Nur’la uğraşıyorsunuz? Kat’iyen size haber veriyorum ki: Ben ve Risale-i Nur, sizinle değil mübareze, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü Risale-i Nur ve hakikî şakirtleri, elli sene sonra gelen nesl-i âtiye (Bu mektup 1947’de Emirdağ’ında yazılmıştır. 50 sene sonra dediği de 1997’ye, yani 28 Şubat sürecine işaret ediyor) gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan (yanlış yapmaktan) ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden (Türk milletini İslamdan koparmak için başlatılan ve bin yıl sürecek denilen post modern darbenin yıkıcılığından) kurtarmaya çalışıyorlar.
Hürriyetçilerin (Osmanlı son dönemindeki batıcıların) ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâübalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra (1940’lı yıllar) dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden, şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde (onları siz tanıyorsunuz) ne şekle girecek, elbette anlıyorsunuz.
Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur’ân’ın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mazisini dehşetli lekedar, belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtinin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikati verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden, bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz.”
O biliyordu bu nur hareketinin bir dünya hareketi olacağını şöyle sesleniyordu:
“Aziz kardeşlerim, siz kat’î biliniz ki: Risale-i Nur ve şakirdlerinin meşgul oldukları vazife, rûy-i zemindeki bütün muazzam mesailden daha büyüktür. Onun için dünyevî merak-aver mes’elelere bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur getirmeyiniz.”
“Size kat’iyyen ve çok emarelerle ve kat’î kanaatımla beyan ediyorum ki; gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükûmet, âlem-i İslâm’a ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak; mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefahir-i tarihiyesini onun ibrazıyla gösterecektir”.
Evet işte bugün yine onunla ilgili bir sempozyum var. Biliyorsunuz sempozyumun Türkçe karşılığı Bilgi Şöleni. İstanbul İlim ve Kültür Vakfı hazırlamış o bilgi şölenini. Sevgili ağabeyim Faris Kaya ve etrafındaki üç beş fedakar insanın gayretiyle dünya çapında bir sempozyum hazırladılar. Onlarca dünya çapında ün yapmış bilim adamı yeryüzündeki iman hareketinin ulaştığı boyutları anlatacaklar.
Esasında sırf, bu topraklardan çıkmış yerel bir hareketin (Nur hareketi) bir değerin nasıl global bir dünya gerçeği haline geldiğini görmek için bile gitmeye değer. Bunlar bize umut veriyor gelecek adına.
Bir takım mahfillerde onun bunun kriterlerine uymak için çaba sarf ettiğimiz zamanlardan geldiğimiz noktayı görmek bakımından da değer gitmeye…
Elbette zaman birlik ve cemaat zamanıdır. Dünyanın öteki ucundaki değerleri veya o mahfillerdeki düşünceleri yok saymak şansımız yok. Zaten böyle bir şey fıtri de değil.
Mademki sen onların pazarlarına gidip malını satabiliyorsun, onlar dahi senin pazarlarında kendi değerlerine pazarlama hakkına sahiptirler. Demokrasi o yüzden güzel. Çünkü münafıklık yapmaya gerek yok. Kim ne ise kendisi olma hakkına sahip olmak ne güzel bir merhale… Benim itirazım, ötekilerin bizden daha iyi olduğu öngörüsünedir. Diyorum ki bizim de dünya çapında mallarımız ve değerlerimiz var artık. Kendimize güvenelim. Kendinize güvenmek, diğerlerini boykot anlamına gelmez.
3-5 Ekim 2010 tarihleri arasında Ataköy’deki Sinan Spor Erdem Spor salonunda açılışı yapılacak sempozyumun tebliğleri 4-5 Ekim günlerinde de Dünya Ticaret Merkezi’ndeki Wow Otelde tartışılacak.
Ben şu gelişmeleri, geleceğin şarkılarının bizim güftelerimizden besteleneceğinin bir işareti gibi algılıyorum. Bu tür sempozyumları büyük ve parlak geleceğimize doğru atılmış bir adım olarak değerlendiriyorum. Ve bu çabalar, bu millete daha çok umut bağlamama sebep oluyor.
Evet, inanıyorum ve ümit varım ki “Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür seda İslâmın sedası olacaktır.” Bu da demektir ki Türk milleti ve onun şahsında İslam ahlakı 21. yüzyılda insanlığın huzur ve barışının teminatı olacaktır.