Türkiye Büyüyor mu Kendimizi mi Kandırıyoruz?

Türkiye gerçekten büyüyor mu yoksa biz bize bir hamaset yapma örneği mi yaşıyoruz yine?

İdeolojik yönetimler döneminde genelde yapılan işler abartılır. Yahut halkın teveccühünü zinde tutmak için sürekli göz boyama işler yapılır. İşlerin yolunda gittiği, ülkenin güçlendiği, refahın arttığı propaganda edilir. Halk da bir gün o refah ve rahatın kendisine de ulaşabileceği umuduyla müsterih ve idarecilerinden gurur duyarak yaşar. Türkiye de geçmişte bu tür örnekleri yaşadı.

O yüzden demokrasi ile idare edilen hiç bir ülkede yönetici öldü diye yas tutulmaz ama eski demir perde ülkelerinde ve Kuzey Kore gibi hala ağır bir diktatörlük altında yaşayan toplumlarda idarecinin ölümü yas getirir. Çünkü gerçekten o toplumlara, yönetim, kendisini olmazsa olmaz bir fenomen olarak kabul ettirir, padişahlıkta olduğu gibi. Nasıl sultanın ölmesi her şeyin sona ermesi gibi görülüyorsa Sultanın etrafındaki avene açısından, demokrasiyi hazmedememiş toplumlarda ise toplum buna inandırılır ki bir sonraki seçimlerde de halk padişahına sahip çıksın. Çünkü toplum o olmadan anlamsızdır. O toplum ancak onunla anlam ifade ediyordur. Biz bunu Mustafa Kemal örneğinde yaşadık. O yüzden tam gelişmemiş demokrasilerde lider ölünce yas ilan edilir.

Aklı başında insanlar, lider öldükten sonra da hayatın öylece devam ettiğini görürler ama bu sefer de gelen yeni muktedir, kendini olmazsa olmaz bir gereksinim haline getirir. Toplumu böyle bir illüzyona inandırmak, toplum mühendisleri açısından pek de zor değil…

Fakat bizimkisi gibi -yarı açık da olsa- demokrasilerde bu iş, o kadar da kolay değildir. Yani ortada elle tutulur başarılar olmadan toplumu bir takım hayaller ile uzun süre oyalayamazsınız. Dolayısıyla iktidara verilen desteğin sadece bir kurgunun eseri olduğunu söylemek haksızlık olur. Türkiye gerçekten son on yılda önemli bazı gelişmelere imza attı. Özellikle rejimin baskıncı sultası sona erdi. Asker artık eskisi gibi her meseleye burnunun sokmuyor. Yollar ve tüneller konusunda iyi gelişmeler oldu. Bu bir gerçek! Ama kimi kesimler de var ki Türkiye’yi kanat takmış da uçuşa geçmiş gibi anlatıyor, her şey güllük gülistanlıkmış gibi aktarıyor.

Hâlbuki ülkenin önünde son derece kritik aşamalar var. Kürt meselesi, Ermeni Meselesi, Yeni Türkiye’nin uluslararası camiada pozisyon değiştirmesinin getireceği sorunlar, hızla Batı kulübünden uzaklaşmaya çalışan-haklı olarak- Türkiye’nin yeni konumunu dünyaya anlatması gibi kritik ve tehlikeli süreçler var. Ve maalesef bunların aşılabilmesi için ne ciddi bir hazırlık var ne de bir toplumu ikna edecek bir çaba! Daha da beteri, ilim yok bilim yok…

Hükümete yakın bir takım insanları dinlediğimde, ülkenin uçup gittiğini, Türkiye’nin bölgede hızla güç topladığını, artık herkesin Türkiye’yi oyun kurucu olarak kabul ettiğini söylüyorlar…

Sonra dönüp ülkenin bizce bilinir imkân ve kabiliyetlerine bakıyorum ve diyorum ki Türkiye bu gücü ne ile sağlıyor?

Çok güçlü bir ekonomisi yok. Bu ekonomiyi üretecek ve sürdürecek laboratuvarları yok bu laboratuvarları besleyip yeni gelişmeler sağlayacak bilim merkezleri yok, bu bilim merkezlerini besleyecek üniversiteleri yok, bu üniversiteleri ihya edecek bir kararlılık ve bilgiye duyulan ihtiyaç yok. Gençlerin daha işin başından itibaren bir amaca yönlendirilmesi yok! Yahut var da ben mi bilmiyorum.

Evet, bu ülkede 2000li yılların öncesiyle kıyaslanmayacak kadar bir gelişme var. En azından bir istikrar var. Bu istikrar gelişmeyi, büyümeyi sağlayan en ana unsur. Toplumsal bir takım pratikler sağlandı. Bunun farkındayım ve alkışlıyorum.

Bir zamanlar bize yeten bir tarımımız vardı o artık yok. Gerçi 2002’de devralınan şartlar hakikaten iyileştirildi. Özellikle tarım ve hayvancılıkta iyi bir gelişme var. Son beş yıl içinde Türkiye tarım ve hayvancılıkta yeni gelişmeler sağladı. İthalat da yapılıyor olmasına rağmen buğday ve pamuk üretiminde -özellikle çeltikte ve beyaz ette- önemli gelişmeler sağlandı. Küçükbaş hayvan sayısında hala 1984’lerin gerisindeyiz ama açığı kapatmak için bir çaba var. Fakat bunlar henüz yüzeye vurmuş değil.

Bence bunun sebebi tarımın da hayvancılığın da hala eski gelenekler üzerinden yürütülüyor olmasındandır. Bilimsel veremlilik üzerine inşa edilse Türkiye dünyayı doyuracak imkâna sahip. Mamafih gelenekselden rahatsız değilim. Çünkü zirai ilaçlar ve özellikle tohum üzerinde yapılan ihtiraslı çabalar insanlığın akıbetini de hazırlıyor. Doğal yapının içinde kalmak çok daha önemli

Bugünün ekonomik gelişmeleri doğrudan bilimsel çabalara bağlı devam ediyor. Teknoloji üreten ülkeler imkânlarının büyük bir kısmını yeniden ARG’ye yönlendiriyorlar ki yeni gelişmeler karşısında geriye düşmesinler diye… Aylık patent başvuruları bizim yıllık patent üretimimizden daha fazla.

Fakat şunu da itiraf etmeliyiz ki, tapulumun ihtiyaç duyduğu her türlü refah imkânı elinin altında. Geleceğimizi mi yiyoruz yoksa hakikaten paramız mı var? Bana öyle geliyor ki toplum olarak fakirane üretip zengince tüketiyoruz.

Yanılıyorsam cehaletime verin. Çünkü herhangi bir üniversitemizin ilk beş yüze girdiğini bilmiyorum. Dünyada itibar edilir bir thingtang kuruluşumuz da yok ki fikir üretiyoruz diyelim. Sadece bizim üretip de herkesin bizden aldığı bir ürünümüz de yok bildiğim kadarıyla. Herkeste zaten var olan şeyleri biz de üretebiliyoruz artık demek de bir şeydir ama bu sizi güçlü kılmaz. Mesela herkesin mutlak ihtiyaç duyduğu ve yalnızca bizim üretebildiğimiz bir şey var mı? Bu bir çip bile olabilir. Var mı? Ben bilmiyorum. Ha sadece bizde olan madenleri bedava sattığımızı biliyorum…

Şunu kabul edebilirim. İdarecilerimizde yüksek bir gayret ve ilerlemeye dair bir umut var. Ama bu umudu besleyecek alt yapı yok. Benim derdim o. Bilim olmadan, bilimin eseri olan sürdürülebilir teknikler var etmeden bir yere varılmaz. Kaldı ki Türkiye ve Türk halkı, uluslararası arenada bir başarı elde etmek için ‘hakemi de alt etmek’ zorundadır.

Evet, Fatih Sultan Mehmet‘i İstanbul’u almaya sevk eden sevdasıydı. İdealiydi, iman gücüydü. Ama o, sinesindeki bu sevda ve iman gücüyle yetinmedi. O sevdasına kavuşmak, o idealini gerçekleştirmek için, bilim peşinde koştu, teknik üretti. İstanbul’un surlarını -suru, bugün hayıtın karşımıza çıkardığı engeller gibi anlamak gerekir- aşmak için teknik de geliştiriyordu. Kendisi de iyi bir topçu ve matematikçi idi. Bununla birlikte surları aşacak topu yapmak için zekalar devşirdi. Döneminin, İslam dünyasındaki yegâne bilim adımı olan Ali Kuşçu’yu öldürülmekten kurtarmak için İstanbul’a getirtmişti. (Tıpkı Amerika’nın bugün dört bir tarafından parlak zekaları çağırdığı gibi)

Bugün coğrafyamız, konjonktürle olarak Türk milletini yeni açılımlar yapma zorluyor ve bir takım imkânlar veriyor. Uluslararası çıkar çatışmasının dengelenmesi formülünde Türkiye faktöriyeli, yüksek bir değer taşır hale geliyor. Yöneticilerin de -en azından bir kısmının- bunun farkında olduğuna inanıyorum.. Büyümek ve gelişmek için ciddi bir azim var. Esasında İslam ve tabii ki atalarımızın bilinçaltımızda bıraktığı tarihi miras, bizi bu zilletten çıkmaya zorluyor. Yani idarecilerimizin inançları, gayretleri ve çabaları noktasında bir endişem yok. Benim derdim, bu inanç ve azmi besleyecek bilimsel üretim eksikliğine dikkat çekmektir.

Ahmet Davutoğlu hocamız, himmeti ve gayreti imkânlarını aşan bir insan. Bir an önce bir şeyler yapmak istiyor fakat Türkiye’nin mevcut bilimsel alt yapısı ve imkanları onun hülyalarını inşa etmeye yetecek devinim içinde değil.

Mesela üniversitelerimiz bu gelişmelerin ne kadar farkında ve içinde? Geçin Üniversiteleri TÜBİTAK ne yapıyor. Bilim ve Teknoloji Bakanlığı ne yapıyor? Bir takım gelişmeler var da gizliyorlarsa buna da razıyız. Askeri imkânlarımız ne durumda. Konvansiyonel araç ve gereçlerle bugünün harplerini sürdürmek zor çünkü!

Artık çağın imkânlarını bu millete kazandırmak gerekiyor! Davut dönemi ancak öyle başlar. Çünkü Davut, ‘beni israil’e (Beniisrailden kastım Allah yolunda cehdeden topluluktur) kral olur olmaz önce kendisine konulan demir işleme yasağını kaldırmıştı. Türkiye kendisine konulan ‘demir işleme yasağı’nı -(teknoloji üretme ambargosunu)- aşabildi mi? Eğer bu olduysa gerisi zaman meselesi. Ama unutmamak gerekir ki zaman da aleyhimize işliyor. İyiliği ve adaleti inşa etme zamanı daralıyor.

Elbette biliyorum, seküler despotizmi (deccaliyeti) ve onun veled-i zinası olan yaygın adaletsizliği ortadan kaldıracak, sistemler değil, bir şahıstır. Firavun’u alt eden bir şahıs (Musa a.s)  olduğu gibi Deccalı ve deccalizmi öldürecek de Hz. İsa olacaktır. İslamlar içinden çıkacak olan öncünün (Mehdi’nin) vazifesi ise Hz. İsa’ya iki dinin ittihadını sağlayacak bir program hazırlamaktır. Bu da nesnel imkanlarla olur. Işte ben o imkanların var edilmesi noktasındayım. Türkiye artık ne yapıp edip bilimsel bir hamle yapmak zorundadır. Geç kalıyor. Türkiye acilen, üniversitelerinin bilime yaklaşım anlayışını ve mali yapılarını gözden geçirmeli. Hatta tepeden tırnağa değiştirmeli. TÜBİTAK vs gibi soğuk savaş dönemi kurumlar, real politik yapılar üzerinde yeniden inşe edilmeli. Bunun önünde duran -siyasi statülerini koruma endişesiyle- kurum veya şahıslar kim olursa olsun gözünün yaşana bakılmamalı. Çünkü Türkiye’nin hatır için vakit kaybetmeye tahammülü kalmadı. Eleştirdiğimiz tarım ve hayvancılık konularında gösterilen başarılar kadar bile bilim üretiminde bir başarı sağlayabilsek yine kafi. Ama yok.

Bunun için işe Milli Eğitim Bakanlığı ile başlamak lazım. Bu kurumu tepeden tırnağa lagvedilip yeniden ve ihtiyaca uygun inşa etmekle başlamak lazım. Bunu yapabilecek; en azından dışarıda bu işlerin nasıl yapıldığını bilen bilim adamlarımız var artık çok şükür!

Öğretmenliği de gözden geçirmeli. Öğretmenlik imkan ve şartları öyle yükseltilmeli ki ancak parlak zekalar ona yönelebilsin. Başka bir iş yapamayanların öğretmen oldukları bir sistemle bir yere varılmaz. Öğretmen maaşı hakim maaşıyla denk olmalı ki mileti yeniden ilim ve adaletle ayağa kaldırabilelim. Şimdi ki yaklaşımarla akıllı çocuklar ya doktor olmak istiyorlar ya bilgisayar mühendisi. Bilgisayar mühendisliğinin de meslek tarafını düşünüyorlar, teknoloji üretme yönünü değil.

Dolayısıyla bütün bu sıkıntılar ve alt yapı eksiklikleri -tarım ve hayvancılık gibi bazı alanlarda görülen kısmi ataklara rağmen- ortada duruyorken Türkiye’nin büyümekte olduğunu, geliştiğini söylemek bana pek inandırıcı gelmiyor. Çünkü bilim olmadan bir gelişmeden söz ediliyorsa bu büyüme olmaz, şişme olur. Bir tür obezlik!

Şunu da teslim etmeliyiz, Türkiye artık eleştirilebilecek miktarda gelişme azmi içinde. Kendimizi kandırmıyoruz ama bilim dünyamızın siyasetçilerimizin bası alanlardaki basiret körlüğü, gelişmelere ayak uydurmamalarındaki ataleti bizi endişelendiriyor. “Büyümüyoruz da obezleşiyoruz galiba” demeye sebebiyet veriyor.

Selam ve dua ile…

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Ayağı Yere Basmayan Bir Yazı (II) – (İfsat İktidarının Sonu)

Geçen yüzyılın başında onların taleplerine izin vermeyen Osmanlı’yı yıktılar ve İsrail devletinin kurulması önündeki manileri …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir