Bediuzzaman, ilk defa 1908’de soru cevap halinde ele aldığı (Muhakemat-ı Bediiye) ve daha sonra 1930’lu yılların sonunda yeniden tanzim edip yazdığı 5. Şua’nın tetimme kısmının üç küçük meselesinin üçüncüsünde, ‘yedi yüzyıl boyunca İslâmiyet’in ve Kur’an’ın şanlı bayrağı altında elmas bir kılınç gibi hizmet gören Türk milletinin ve Türkçülüğün, bu çağda ‘muvakkaten’ İslâmiyet’in bir kısım şeairine karşı (ezan, zikir, sakal, başörtüsü vs) kullanılacağını ama bunun ilânihaye devam etmeyeceğini hatırlatır ve ordu dahil herkesin, hatadan dönülmesi noktasında katkıda bunacağını haber verir.
Yani ‘Türk’ün içi boşaltılmış ve sadece maddesinin kaldığı bir tür ‘husuf’ dönemi yaşanacağını ve sonra milletin ordusu ile barışıp yeniden kendi mana ve gücüne kavuşacağını haber vermiş.
* * *
Malum ki bu husuf, Sevr ile başladı! Türk milletinin Birinci Cihan Savaşın’da mağlup sayılması ve ardından 1. Şua’da temas edildiği gibi bir ‘Allah’ın nurunun söndürme’ projesi olan (1324 h.) Sevr Muahedesinin imzalatılması, sadece biz Türkler için değil tüm İslam dünyası için bir “Ay tutulması” (husuf) halidir.
Eğer ayetinin sonundaki “Fakat Allah nurunu tamamlayacaktır” hükmü yetişmeseydi belki Sevr bizim sonumuz olacak ve İslam ‘kusuf’a (güneş tutulması) uğrayacaktı.
“Onlar, Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar, fakat Allah nurunu tamamlayacaktır” ayetindeki ‘Allah nurunu tamamlayacaktır’ hükmü imdada yetişti ve bu millet ayağa kalkıp istiklalini kazandı ve Sevr’i, onların yüzüne çarptı. Böylece topyekün İslam’ın değil, bir takım şeair(hayat içindeki tezahürleri)’inin tatil edilmesiyle büyük bir varta atlatılmış oldu. Onların arzusu, İslamı bütün bütün bu topraklardan atmaktı. (Bkz. Süha L. Merey’in Lozan tutanakları!) Fakat muradı ilahi başka olduğu için bu millet, sadece, ezan, Cuma, örtü gibi bir takım şeairi, ‘muvakkaten’ rehin bırakarak, dinini muhafaza etti.
İşte bu yüzden, o hadiseyi; yani istiklal savaşına rağmen bir takım hükümleri icra edilen Sevr’i ‘ay tutulması’ olarak değerlendiriyoruz.
Sevr’i uygulamaya muvaffak olsalardı İslam bütün bütün kusufa uğrayacaktı Allah korusun! Malum tam bir ay tutulması 40 dakika sürer. Bunun öncesi ve sonrası da vardır. Yani her şeyin bir süresi ve zamanı vardır. Her şey illa ki vaktini tamamlar. Kâinattaki bütün hadiseler böyledir. Her şey bir miktar iledir ve bir vakti merhunu vardır. O vakit gelmeden olmaz.
Mesela şu günlerde İstanbul’da güneş saat 07 gibi doğuyor ve 17:40 gibi de batıyor… Diyelim ki sizin güneş ışığına ihtiyacınız var. Ve saat 18:00. Ne yaparsanız yapın, o ışığı elde edemezsiniz. İlla 07:00’yi bekleyeceksiniz. Hazırlığınızı yapıp takdire rıza gösterirseniz gidip uyur ve beş dakika sonra sabahın olduğunu görürsünüz. Rıza göstermez ve kendi çabanızla illa onu getirmek isterseniz, gece boyunca uğraşır durursunuz. Sonunda tam da güneşin doğmasının yaklaştığı bir anda yorgunluktan bitap düşüp uyursunuz. Güneşin doğuşunu da izleyemezsiniz.
Kainatta sünetullah böyle işliyor. Bir şeyin vakti geldi mi, onu önleyemezsiniz. Ve bir şey de vaktini geçti mi onu asla tutamazsınız.
Yazılarımı takip edenler bilirler ki, sık sık ‘bizim baharımız geldi’ derim. Bugün daha yalın bir ifade ile diyorum ki “Husuf sona erdi” Ve taaa 2045’e kadar da bir şey olmaz inşallah. Ondan sonrası da Cenab-ı Hakk’ın keremine kalmıştır. Dilerse sürdürür dilerse husuf’u küsufa çevirir…
Geçenlerde, şu ‘muvakat’ kelimesinin süresini merak ettim. İsam’ın bu topraklar üzerindeki hükümranlığını gösteren sembollerin, daha ne kadar husuf halinde kalacağını düşündüm. Onların en esaslısı ezandı. Çünkü ezan, bir memleketin İslamın yurdu olduğunu gösteren en birinci şeair (sembol)dir. Başörtüsü ve cuma onun arkasından gelir. Ezan 1950’de istiklaliyetini kazanmıştı. Bu günlerde ise başörtüsü gündemde. Taraflar nerede ise birbirlerine savaş ilan edecekler. Merak ettim, bu kavga daha ne kadar devam edecek acaba diye? Çünkü milletin, huzura ve sükunete ihtiyacı var… Aksi takdirde bu asrı da ıskalamış olacağı. O açıdan bir an önce içerde huzurun ve sukunn avdet etmesi gerekiyor.
Merak edip örtünme ile ilgili ayetlere baktım. Bunların içinden, emir formatında tavsiye içeren Nur Suresinin 31. ayetindeki “ Vel yadribne bi-humuri hinne” dikkatimi çekti. Oturup ayetinin matematik değerlerine baktım. İlginç: Harfi cer olan ‘Bi’ yi sayarsak 2009 ediyor, saymazsak 2007. Kalbime geldi ki, ‘Başörtüsü hüsufu’(tutulması), 2007’de başylayan ve 2009’a kadar sarkan bir süreçte husuftan çıkacak” Sonra baktım benim gibi istihraç edenler var. Gönlüme ferah geldi. Onu da sizinle paylaşmak istedim ki, nasıl bugün ancak kendini bilmez birkaç insan dışında kimse ezandan rahatsız olmuyor. Öyle de 2009’dan itibaren türban meselesi de kimseyi rahatsız etmeyecek bir hal yoluna girmiş olacak inşallah. Yeter ki biz, gayr-ı medeni hallerimiz ile örtünmeyen kardeşlerimizi rencide edecek, incitecek hallerden uzak duralım!
Dolayısıyla şimdi yapılan itirazlara, akla ziyan yorumlara karşı da fazla öfke duymadan yola devam etmek gerekiyor. Bilirsiniz, ay tutulması sırasında ve tutulma sona ererken, Anadolu’da cahil halk davul çalar, ıslık çalar, tef çalar, teneke çalar. Sanki bunu yapınca ay utulmayacak veya o tutulmadan sıyrılmayacak. Oysa her ikisi de zamanları tayin edilmiş muayyen gök hadiseleridir. Elbette geçmiş dönem insanları için ürperticidir. Ama aklı başında insanlar, onların muvakkaten perdelenmesiyle şu iki parlak ve nurani nimetin, aydınlığın kıymetini hatırlarlar. Yasaksız ve aydınlık bir hayatın kıymetini anlarlar. Ama yarasalar ve karanlıktan beslenen vampirler karanlığın devamını isterler. Güneş ve ay tutulması ancak vampirlerin ve yarasaların işine gelir. Bunun dışında hiç kimse karanlıktan hazzetmez.
Bugün başörtüsü yasağına karşı çakanları ben ay tutulmasının sona erdiği saatlerde davul ve teneke çalanlara benzetiyorum. Kimisi de silah atar bilirsiniz. Kimisi korktuğu kimisi sevindiği için. İşte hepsi bu! Sonra Ay karanlıktan çıkar ve parıldayan yüzüyle yeniden gülümsemeye başlar. Yakında, şu mesele sıkıntı olmaktan çıkar, ay yüzünü gösterir ve husuf sona erer. Meraklanmayın, telaş da etmeyin. İlla meraklanıp telaşlanacaksanız, nefsimiz ve kötü ahlakımız konusunda telaşlanalım. Kendimizi düzeltelim. Madem ki bahar geldi, madem ki sabah oldu, kendimizi yeni güne hazırlayalım. Biz kötü ahlakımızla İslama mani olmamanın yollarını arayalım. Tembellik ve yalancılık kışından gayret baharına kuşanalım ki yazımız semeredar olsun, meyveler versin! Bugüne kadar tembellik yatağında yalanlarla beslendik. Millet ve ümmet olarak yalana hayat kadar sarıldığımız için kader bizi mahvetti. Çünkü dinin en temel esası sıdktır, doğruluktur ve yalan söylememektir.
* * *
Sahabe’nin biri Peygamber’e (sav) geldi, “Müslüman şöyle yaparmı böyle yapar mı?” diye kebâirleri (büyük günahlar) sordu. Peygamberimiz de “olabilir” dedi. Yani Müslüman Müslüman olduğu halde böyle şeyler de yapabilir, buyurdu. O zat sorularını çoğaltı da çoğalttı. Peygamberimiz de her seferinde “olabilir” dedi. Bunun üzerine o sahebe hayratle “Bir müslümanın asla yapmayacağı bir şey yok mu Ya Rasulllah?” deyince, Peygamberimiz “Elbette var!” dedi. “Nedir o, Y aresulallah?” deyince Peygamberimiz: -“Müslüman asla yalan söylemez!” buyurdu. E di artık siz gidip hesabınızı yapın! Şöyle bir kendi nefsinizden başlayıp çevrenize bakın. Nasıl küçücük menfaatler ve korkular yüzünden ne muazzam yalanlar söylediğimizi bir temaşa edin!Sonra da başımıza gelenleri düşünün. Çünkü akıbetler, saklı niyetlerimizin eseridir. Muhabbeti ise açık duruş besler, büyütür. Demek ki dürüst olacağız, sonra yalan söylemeyeceğiz, sonra dosdoğru hareket edeceğiz! O zaman ne bayrağımız gönderden iner, ne ay yıldızımız husufa uğrar, ne bahtımızın güneşi küsufa tutulur (kararır), ne de ülkemizin bir karış toprağına zarar gelir!
Ben böyle inanıyorum, böyle de aktardım.