Aşiretten ulusa geçmek, hele daha önce devlet olma tecrübesi olmayan kavimler için çok zor ve sancılı olur.
Çünkü insan yığınları, amaç birlikteliği sağlamış kitleye, kitle de sorumluluk ve öngörü bilinci gerektiren topluma kolay kolay dönüşemezler.
Toplum bilincine ermemiş kitle hareketleri uzağı görmeyen ellerde tehlikeli bir canavara dönüşür. En çok da kendisine zarar verir.
Şimdi Kürt halkı böyle bir realite ile karşı karşıya!
* * *
Bir felsefesi, kendisine has bir ‘şehname’si ve amentüsü olmayan, lider olamaz. Lideri olmayan halk da millet olma bilincine eremez. Devlet olma bilincinin öncesinde daima yüksek bir fikir ve felsefe ve onu temsil eden yüksek seciyeli bir insan vardır çünkü. O felsefe ve onun taşıyıcı lider olmadan devlet olunmaz.
O felsefenin en temelinde ‘milleti adına fedakârlık’ bilinci yatar. Fakat bu tek başına yetmez. Efradı bir arada tutacak manevi kuvvetlere de ihtiyaç vardır.
Hz. Peygamber, bu konuda iyi bir örnektir. O, ‘İslam’ ile gelmeden önce Araplar bir halktı ama bir devletleri yoktu. Onun getirdiği bilinç ve amaç birlikteliği Arapları zamk gibi birbiriyle rapt etti ve ortaya bugün bile etkileri devam eden bir devlet olma bilinci ve medeniyet ortaya çıkardılar.
Asurilere -(Bediuzzaman, bir anekdotta İnönü için, ‘o Asuri’dir Kürt değildir’ der. Demek ki Müslüman Kürtlerin Asurilerle bir ilgisi yok)- ve Urartulara yapılan ‘şaibeli’ atıf, Selahattin’in Kürt olduğu varsayımı, Marksist ve olduğu kesin fakat Kürt olduğu tartışmalı ve Zerdüşt olmayı İslam olmaya tercih eden bir ‘seruk’un peşine takılmak, Kürtleri, İslam ile yetinmeyip Babil’e atıf yapan Saddam ve Perslerle atıf yapan Şah Rıza’nın durumuna düşürür.
Demek ki felsefe olmadan bir halkın millet olup devlet kurması mümkün olmadığı gibi o felsefeyi tatbik edecek yüksek seciyeli lidere de ihtiyaç vardır.
Kürtlerin bu açıdan da, imkânlarını gözden geçirmelerinin vakti gelmiştir.
* * *
Eğer aralarından çıkardıkları Bediuzzaman’a kulak verirlerse parçalanmayı değil Anadolu Birliği içinde kalmayı yeğlerler. Çünkü o da, Kürtçü milliyetçilerin sandığının aksine Kürtleri, Müslüman Türklerle birlikte hareket etmeye çağırıyor. Anadolu Birliği, Bediuzzaman için son derece önemli çünkü beklediği İslami inkişaf buradan gerçekleşecektir.
Batının ve onların aramızdaki uzantılarının amacı ise o birliği ve birlikteliği parçalamak ve İslam’ın bu topraklar üzerinde yeniden canlanmasına mani olmaktır! Bu amaçla herkes herkesle güç birliği yapabiliyor.
Bakın ‘ayrılıkçı’lığı esas alan PKK ve onun siyasi kanadı DTP, kendilerini ‘hakim laikçi rejimin bölgedeki temsilcisi’ görmekten ve bu uğurda ‘laikçilerle’ –hatta kendi ifadeleri ile ordu ile bile- aynı safta görünmekten gocunmuyorlar. Yani ‘rejim’ gibi, PKK ve DTP de İslam’ı düşman görüyor. Dolayısıyla Beadiuzzaman ‘ortak düşman’ları oluyor.
Neden?
Çünkü Bediuzzaman Anadolu Birliği adına burada yaşayan herkesi, ‘Türk Şemiyesi’ altına çağırıyor. Onun gözünde ‘Türk’, ‘İslam’ın kahraman ordusudur’ ve dün olduğu gibi yarın da o, yani Anadolu halkı bu hizmeti deruhte edecektir!
Bediuzzaman, Anadolu’da yaşayan halkları ‘Türk’ ve ‘Türkleşmiş unsurlar’ adıyla Türk kabul ediyor. Ve halkları (kürt, laz, çerke, arnavut, boşnak, arap… vs.) sularını (güçlerini) müşterek havuz olan ‘Türk havuzu’na akıtmaya çağırıyor.
Munazarat adlı eserinde “Şu hükümetler ve Türkler, nasıl olursa olsun, biz Kürtler bir türlü rahat edemiyoruz ve yükselemiyoruz. Başımızı kaldırıp (isyan edip) onların üzerinden aleme baksak, saf suya onlarla birlikte elimizi uzatsak, yani bağımsızlığımızı ilan ederek ayrı bir devlet kursak nasıl olur?” diye soran Aşiret beylerine şöyle cevap veriyor:
“… Gerçek itibarıyla İstanbul (O zamanki devlet anlamına) bir göldür, Hükümet ise havuz.
Türk, suların toplandığı havuzdur ve havuz kalması gerekir. Pınarlar bizdedir ve bizde kalmalıdır.
Ey Kürtler! Görüyorum ki bizde pınar yoktur. Onun için uzaktan gelen kokuşmuş bir su içiyoruz. Evet şimdi de eskisi gibi istibdadı görüyoruz. Öyle ise gayret ediniz, çalışınız. Saadetimizi temin edecek Meşrutiyeti (demokrasiyi) takviye için, milliyetçilik (halkı sevmek) fikrinizi huffar (aylt yapı döşeyicisi) yapınız. Eline de bilgi ve erdemi veriniz. Şuralara bir artezyen atıp künkler döşeyiniz ki sizin de bir olgunluk pınarınız olsun. Yan gelip yattıkça ya hep dilenci kalacaksınız, ya da susuzluktan öleceksiniz. Hem dilencilik para etmez artık. İnsan dilenci olacaksa nefsine dilenci olmalı. Kendi gayretini ortaya koymalı. Siz hep hükümetten ve Türklerden bir (şeyler istiyorsunuz) merhamet istiyorsunuz. Bence merhamet dilencileri ya haksızdırlar ya da tembel.
Eğer siz gayretli insan olsanız, hükümet, İstanbul ve Türkler nasıl olurlarsa olsunlar size zararı dokunmaz. Size fenalıkları dokunmaz, ama iyilikleri gelir”
* * *
Demek ki,
- Kürtlerin Türkler ile birlikte hareket etmeleri hem bir beka meselesi hem bir şereftir. Çünkü Said’in, geleceğini haber verdiği o büyük medeniyetin kurucuları arasında yer almak herkese nasip olmaz.
- Bugün kendisi adına hareket ettiğini ileri süren PKK ve DTP’nin temel felsefesi ile müslüman Kürt halkının amaçları aynı değil. Onlara kalırsa kuracakları devlet, bizim 70 yıldır sıkıntısını çektiğimiz tağuti bir düzen olacak!
- PKK’yi çok kötü bir akibetin beklediği ortaya çıktı. Müslaman Kürt halkı, bu terör örgütü ile aynı amaç birliği içinde olmadığını kendi değerleri açısından göstermeli, ispat etmeli. Aksi takdirde Amerika’nın oyununa gelip İran’a saldıran Saddam’dan bir farkları kalmaz.
- Barzani de PKK yanlısı görünerek kendine ve sınır ötesindeki akrabalarımız olan mazlum halkına zarar veriyor. Barzani, kendisi ve halkı için onurlu bir gelecek umuyorsa, bunu Türkiye’nin yanında yer alarak sağlayabilir. Haberi olsun, kendisi için düşünülen son, ya iktidardan uzaklaştırılmak veya inat ederse bir kazaya kurban gitmektir.
- Çünkü Barzani bir yere kadar oyuna katılır. Meselenin İslam’ın aleyhine döneceğini sezdiği an tavır alır. O şeyh soyundan gelen bir ağadır. Ne toprağını satar ne halkını. İslam onun için ‘baba mirası’dır. Dolayısıyla Barzani ne Amerika’nın işine gelir ne İsrail’in. Onun yerine çok daha genç ve her isteneni yapacak bir piyon daha uygundur. Nitekim bunun işaretleri gelmeye başladı bile…
- Türkiye de bölgede kalıcı bir huzur istiyor ve bölgenin ağabeyi olma niyetinde ise Barzani’yi harcatmamalı. Bu söylediğim her ne kadar şimdilik aykırı gelse de ne demek istediğimi korkarım zaman bize acı şekilde öğretecek.
- Türkiye, Bulgaristan’dan gelen soydaşlar kadar, Kuzey Irak’taki Kürtlere de sahip çıkmaz ve onları düşman safına iterse, asıl o zaman Ortadoğu’da sonu gelmez bir maceraya sürüklenmiş oluruz ve İslam birlikteliği başka bahara kalır!
- Kürtler elbette ki, Türk Devleti’nden âlicenaplık beklerler. Buna hakları da vardır. Fakat bu süreçte, o da birilerine kendisini kullandırtmamalıdr. Bu açıdan Talabani’nin tavrı çok olumlu ve barıştan yana idi.
- Merak etmesinler, yaklaşmakta olan barış ve hürriyet ortamından, en çok nasip alacak Kürtlerdir. Fakat önce, Bediuzzaman’ın da dediği gibi, kendileri himmetlerini ortaya koymalı, kendileri için bir şeyler yapmalılar. Bir toplum ve halk ilanihaye bir başka kavmin sırtından geçinemez, geçinmemeli. Tembellik zillettir, zillet izzeti kırar!
- Öyleyse hep yakınıp duracaklarına, ‘Türkiye bölgeye bakmıyor, yatırım yapmıyor”diyeceklerine kendileri bir şeyler yapsınlar. Kendilerini düzeltsinler… Batıya gelen Kürtler iş güç sahibi oluyorlar, zengin oluyorlar kimse mani değil. Niye kendi bölgelerini kalkındırmaya gelince hep hükümetten bir şey bekliyorlar…
Sonuç olarak derim ki:
“Olumlu milliyetçilik, içtimaî hayattan doğan bir ihtiyaçtır. Yardımlaşmaya, dayanışmaya sebeptir. Menfaatli bir kuvvet temin eder. Müsbet milliyetçilik, İslam kardeşliğini teyid edecek bir vasıtadır…
Şöyle bir milliyetçilik, İslâmiyete hâdim olmalı, kale olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyetin verdiği kardeşlik içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet, o kardeşlik bâki kalıyor. Onun için, milli kardeşlik ne kadar da güçlü olsa, ancak İslam kardeşliğinin bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa milliyetçiliği, İslam kardeşliğinin yerine ikame etmek, elmas hazinelerinin etrafına örülmüş kalenin taşlarını söküp hazineye, elmasları da duvar yerine koymaya benzer ki bu hem ahmaklık hem cinayettir.
İşte, ey ehl-i Kurân olan şu vatanın evlâtları!(Türkler, Kürtler Araplar…) Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Yüce Kur’an’ın bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okudunuz. Kurânı yücelttiniz, onun ahkamını aleme ilan ettiniz. Milliyetinizi Kurâna ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş hücumları defettiniz.
Ve bu çabalarınızla sonunda “Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler” (Mâide Sûresi, 54.) âyetine güzel bir mâsadak oldunuz.
Şimdi Avrupa’nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine, aldatmalarına uyup şu âyetin evvelindeki (Kim dininden dönerse…) şeklindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız!”