Başı Göğe Erdi Ama Aramızda Yaşadı

Resul’ü tanımak, anlamak, anlatabilmek için bir haftadır didinip duruyorum.

Her ne düşündüm ise eksik, her ne yazdım ise kusurlu geldi bana. Beceremedim kendimden ona yakışır bir söz söylemeyi…

Aciz kaldım bilmeye, anlamaya, sevmeye. Aynamız mücella değil ki o pak sima onda tecelli kılsın. Kalbimizin bir köşesini bile Rahman’ın Arşı olmaya değer kılmadık ki, o sultanlar sultanı gelip otursun. Bu olmayınca da ne sözde öz, ne özde aşk oluyor. Aşk olmayınca ateş de olmuyor.

Oysa yanmalı yürek, parçalanmalı, yıkılmalı onu sevmek için, sevebilmek için. Çünkü içinde ona karşı bir özlem ve bu özlemin tutuşturduğu bir ateş taşımayan Allah’ı sevmekten de nasipsizdir. Nasipsizin yakarışı da feryadı da başının üstüne çıkmaz. Ne yürekleri ısıtabilir, ne de karanlığı aydınlatacak bir ışık yakabilir. Ateşi olmalı yüreğinde insanın ve yanmalı Resul sevgisiyle ki tutuşturabilsin yürekleri.

Mevlana yüreğindeki o yangınla “Ateşest in bank-i nây nîst bâd / Her ki in âteş ne dâred nist bâd’ diye feryad etmiş. (Ateştir neyimden taşan ateş! Odur yakan içimi ve inleten beni. Rüzgar ve nefes değil. Yok mu bir insanda o ateş, insan değil, yok olsun!) demiş.

Şu akıbetten kurtulmak için isterdim onun ateşiyle yanmayı, anlamayı, sevmeyi.

O, içimizden biri olan, başka türlü olma hakkı varken bizden biri gibi aramızda yaşayan, acı çeken, öksüz kalan, yetim düşen, eleştirilen, hırpalanan, taşlanan. herhangi bir insanın başına gelebilecek tüm acıları yaşayarak, bizden biri olarak, evlat acısı, eş hasreti, eşlerinden kaynaklanan sıkıntıları yaşayan biri…

Ama hep vakur, hep ölçülü, hep kendinden emin. Hep müşfik, hep dengeli, hep mütevazı. Hareketleri hep tahmin edilebilen emin ve güvenilir bir dost, bir baba, bir amca, bir dede ve bir insan.

Kökleri onun kadar açıkta olan bir tek peygamber yoktur. Efsaneye, esatire, masala bulanmış yanı yoktur. Neyse o dur. O kadar yalın, o kadar insan ve o kadar bizden biri. Acısı, gözyaşları, sevince, tebessümü, heyecanı hep tanıdık. Sanki ötekilerin hepsi hayal, hepsi sanal, hepsi efsane; bir tek o nesnel, o reel, o hak!

Haşa ki haddimi aşayım. Bilirim her peygamber haktır ve aralarında bir tefrik yapmak da haddimiz değil.

Ama onun kadar elle tutulur bir hayat sürmüş ve sonra dönüp parmağının bir işareti ile ay’ı ikiye bölmüş.

Ashabıyla tartışıp fikir alışverişi yaparken, görüşlerine değer verip alınan karara göre hareket ederken, gireceği savaşta yara almamak izin üzerine zırh giyerken, bir de bakmışsın o savaşın ortasında eline bir avuç kum alıp düşmanın üzerine savurmuş. Ve o küçücük el bir ilahi cephaneye dönüvermiş.

Bir bakmışsınız, açlıktan karnına taş bağlamış ve sonra bir de bakmışsınız ki parmaklarından akan su ile bir ordunun susuzluğunu giderivermiş.

Aklın yolu varken, alelade her insan gibi yaşayıp kendi çabasıyla zorlukların üstesinden gelmek varken başka yollar denememiş.

Hangi nebiye yönelseniz, hayatının bir yanının ‘hafa’ perdesine sarıldığını görürsünüz. Sanki hepsi, kendilerini bilerek zamanın perdesi altına gizlemişler, lisan-ı halleri ve mana-yı hayatlarıyla Muhammed’ül Emin’in hak peygamberliğine birer işaret olmakla yetinmişlerdir.

Adeta, bu şecere-i tubanın en muhteşem meyvesinin o olduğunu göstermek için kendileri delil ve mucizeleri ile o ağacın dalları, toprak altındaki damarları olmayı yeğlemişler… Her biri onun iddiasının, onun nübüvvetinin bir delili, vesikası ve burhanı olmuşlar. Evliya, asfiya, aktap da onun meyveleri neticeleri semereleri olmuş.

Evet, o bizden biri. Eşleri bile zaman zaman dalaşmışlar onunla. Acı çekmiş, kederlenmiş, küsmüştür onlara. Başka türlü nasıl insanlık için rehber olabilirdi ki?

Elbiselerini kendi yamalamış, evini kendi süpürmüş, evdeki birçok ihtiyacını, hizmetini kendi görmüştür ama Allah’a giden yolda, Cebrail’i bile geride bırakacak kadar da mavera eridir o!

Kim var ki başka ‘adı O’nunla birlikte yazılan’. ‘Başı göğe değmiş’ ondan başka kim var! Biri birine der ya ‘sanki başı göğe değdi’ diye. Evet o, başı göğe değmiş bir insandır ama yine hep bizden biridir.

Ne buyurdu Rabbim: “Ben ve meleklerim Nebiye salat okuyoruz. Ey inananlar siz de ona salat okuyun.” bu ne muhteşem ayrıcalık.

Demek ki, en büyük erlik insan olmak! Bu beden imkânları içinde, bu donanım ile erliğe kuşanmaktır!

Onun yüreği her birimiz için, anamızın yüreğinden daha müşfik, daha hanîn! Rabbim bize haber veriyor, “Sizin başınıza gelenler onu yürekten yaralar. O size acır, sizin üzerinize hırsa abanmıştır adeta. Sise zarar gelemsin, tırnağınız taşa değmesin diye üzerinize titrer. O Rauf ve Rahimdir” buyurur.

İsterdim, onun adıyla sena bulmuş bir kelime de benim olsaydı. Bir mısram, bir beytim, bir kelimem, bir harfim olaydı da Resul ile hayat bulaydı. Yeryüzünün tüm hazinelerine değerdi.

Onu övmek ne haddine! Kim onu övdüm diyebilir ki. Rabbimin “Kullarıma de ki, beni sevdiklerini iddia ediyorlarsa sana uysunlar (ey Muhammed)” ayetinin azametine kim varabilir ki.

Ne demiş arap şair’ Vema medahtu Muhammeden bi mekaleti, velakin medehtu mekaleti bi Muammed’in’ (Ben sözlerimle Muhammd’i sena etmedim. Aksine onun ismini mısralarımda anarak sözlerime kuvvet ve anlam kazandırdım). Biz de ancak bunu yapabiliriz işte!

Ne olurdu, ben de Su Kasidesi’ndeki sular gibi bir hasret olup yana yakıla onun izinden koşsaydım, “Na’m sera tayfu men eh’va fe arrakani.” şairinin dediği gibi içinde onun aşkı olmayan hiçbir lezzet beni de sarmasaydı.

Ama nerde.

Kutlu doğum haftası çerçevesinde bir şeyler yazayım diye çıktım yola amma, gördünüz işte, sözü gerçek hak erenlerine bırakmaktan başka çare bulamadım.

Evet, na’t yazan çoktur. Ama nedense şu yazıyı yazdığım şu saatte İtri’nin mısraları benim halime daha iyi tercüman oluyor gibi geldi. Son mısradaki Itri yerine kendi adımı yazabilmek isterdim.

Sâyesi düşmez yere bir böyle nahl-i Tûr’sun

Mihr-i âlem-gîrsin başdan ayağa nûrsun

Sensin ol şâh kim Süleymanlar kapında mûrdur

On sekiz bin âleme hükmetmeğe me’mûrsun

El benim dâmen senin ey rahmeten li’l-âlemin

Şöhretim isyan benim, sen afv ile meşhûrsun

Padişah-ı evvelîn ü kıblegâh-ı âhirîn

Evvel ü âhir imâmu’l-enbiyâ mezkursun

Ya Resûlallah umarım diyesin rûz-ı cezâ

Gerçi cürmün çoktur ammâ Itrî’ya mağfûrsun! (Gerçi günahların çoktur amma ey İtri affedildin)


Onun şefaatine mazhar olmak umuduyla hepinizin kutlu doğum haftasını kutluyorum. (MAB)

*** *** ***

Bu yazı “24.Nisan.2009 16:06:18” tarihinde gasteci.com’da “Başı göğe erdi ama aramızda yaşadı” başlığında yayınlanmıştır.

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Ayağı Yere Basmayan Bir Yazı (II) – (İfsat İktidarının Sonu)

Geçen yüzyılın başında onların taleplerine izin vermeyen Osmanlı’yı yıktılar ve İsrail devletinin kurulması önündeki manileri …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir