Bediuzzaman Farkı

Benim yazılarımı eleştiren bazı yorumcular ‘neden Said Nursi’den sık örnek veriyorsun’ diyorlar. Zannediyorlar ondan başka hiçbir şey okumamışım.

Bu konuda tevazu göstermeyeceğim ve diyeceğim ki ‘ister inanın ister inanmayın bir kütüphane dolusu kitap okudum”

Tahsilim edebiyat ve İslam felsefesi idi. Arap, Fars ve Türk Edebiyatları… Gençlik yıllarımda, hafızamda, bu üç edebiyata ait ‘urcuze’ler de dahil 2 binden ziyade şiir vardı.

Eski kültürümüze dair ‘tabakat’ ve edebi eserleri kendi lisanından okurdum. Okul bitirme tezim Fahreddin Razi idi. Razi, bir kelamcı, tabip, müfessir ve hatta büyük bir ‘kisa’ (bugünkü karşılığıyla karekteroloji) uzmanıydı.

İlk ‘diraye’ tefsirini (Mefatih’ul-Gayb– ayetleri aklın kaynaklarından da yararlanarak izah eden bir tefsir olarak ünlüdür ve 30 cilttir) de o yazmıştır.

Onun hayatını incelerken, kişiliği beni o kadar etkiledi ki, sonunda kendimi teolojik tartışmaların içinde buldum. ‘O alanda doktora yaparım’ diye düşünürken, rahmetli Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız’ın talebi ile Tarih alanına geçtim ve doktora yapmaya başladım.

Bir takım meşgaleler, şunlar bunlar derken, doktoramı tamamlamadım. Yaşadıklarım ve gördüklerim, hem o dünyadan hem de üniversite camiasından uzaklaşmama neden oldu. Gazetecilik yapmaya karar verdim. Öyle ahım şahım bir gazetecilik değil tabii. Bizimkisi geçim derdi idi.

Ama ne de olsa iş iştir ve hakkını vermek zorundasınız. Verilen görevleri yapmaya koyuldum.Kendimi o kadar kaptırdım ki sonunda o eski defterlerin kapağını bir daha açmadım. 1984 yılında şiiri de edebiyatı da dillerle meşguliyeti de bir kenara attım.

Tabii insanlar her yıl öğrendiklerinin yüzde 5’ini kesin unuttukları için 45 yaşına gelen bir insan, aslında artık eğitim gördüğü alanla ilgili hiç eğitim almamış hale gelir. Tabii kendisini yenilemezse…

Ben kendimi yenilemediğime göre edebiyat ve şiir konusunda susmayı tercih ettim. Ama bir alanı hiç bırakmadım; Teoloji!

Galiba biraz kendi özel merakımdandır. Asıl derdim de “kader ile aklın aktif kullanılması meselesini nasıl telif edebileceğim” idi. Her şey yalnızca Allah’ın dilemesinden ibaretse ceza nasıl oluşabiliyordu. Ve neden insanlar cennet ve cehennem tehdidi ile karşı karşıya kalıyorlardı.

Bu soru, beni Taftazani’yi kadar götürdü. Çünkü kader bahsinde ilk dişe dokunur şeyler yazan oydu. Kader risalesi!

İtiraf etmeliyim ki, ne Arapçam, ne aklım onun yüksek izahlarını kavramaya yetti. Anlamadım. Aklım daha da karıştı. Bazen Mutezile, bazen Cebriye çizgisine düşüyordum.

Taa ki Said Nursi’nin Kader Risalesi’ni okuyuncaya kadar. Gerçi öteden beri biliyordum öyle bir eserinin varlığını ama küçümsediğim için her halde, kale almıyordum.

Birgün, bir eserinde, Muhyiddin İbnü’l- Arabi’nin, 70 yaşındaki Fahreddin Razi’yi “imana davet eden” mektubunda kullandığı bir cümlesi dikkatimi çekti. “Allah’ı bilmek O’nun zatını bilmenin gayrıdır” diyordu.

Bu mektubu ben bulmuş ve tezime de işlemiştim ama Said Nursi’nin o cümleyi aktarışını görünce, “demek ki ben hiç anlamamışım” dedim.

Ve Mesnevi-i Nuriye kitabıyla başladım onu gerçek anlamda tanımaya. Elbette onu tanıyordum ve zaman zaman eserlerini de okuyordum. Ama bu sefer farklı idi.

Ve gördüm ki, Said Nursi’yi, sadece ‘bir İslam âlimi’ olarak nitelemek haksızlık olacaktı.

Belki haddimi aşacağım ama- bu, sözümü küçültmez-, gördüm ki, onun İslam medeniyeti ve kültürü (belki şeriatı demek daha doğru olur) içindeki konumu, Hz. İsa’nın, Tevrat şeriatı içindeki konumuna benziyor.

Nasıl Hz. İsa, ağırlaşmış; yorumcu ve fakihlerin eliyle iyice ağırlaştırılmış ve artık hayat ile çelişir hale getirilmiş Tevrat şeriatını, güncellemiş ve hafifletmişsese, Bediuzzaman da aynısını İslam için yapmıştır.

İlmihal meseleleri dışında kalan bütün alanlarda yeni yaklaşımlar ve yeni, günün koşullarına uygun teklifler ve izahlar getirmiştir.

Geçmişte, tamamen “iman”a havale edilmiş, aklın gündemine bile alınmamış kader, haşir, yeniden bedenlenme, melaike ve ruhaniler gibi genelde bütün dinlerin ‘yumuşak karnı’ olan meseleleri gündemine almış, sorulması akla ziyan sorularla o meseleleri açmıştır. İslam’ı, iman, muamelat, adalet, tevhid ve ehli kitapla ilişkiler bağlamında, yeniden kurgulamıştır. Bunu yaparken de yalnızca Kur’an ve Hadis’ten yararlanmış.

Üzerine hüküm bindirilmiş ayetleri yeniden ele alıp adeta “Sizin sandığınız gibi değildir” demiştir eski fakih ve yorumculara.

İslam’ı Kur’an’ın ve bilimin ışığında – bugünkü ifadesiyle- “güncellemiştir”. İtirazı olan alır karşılaştırma yapar ve görür.

* * *

İmdi bu bahse niye girdim?

İzah edeyim.

Bilindiği gibi geçen hafta sonunda önce Ertuğrul Özkök, ardından da Ahmet Hakan Coşkun bir ayeti gündeme taşıyıp tartıştılar…

Ben bir iki gün bekledim. Yaklaşımları görmek için. Ve iki şey gördüm: Red ve Takiye!

Kızacaksınız ama ben de, o ayeti (Maide 51. ayet) Özkök’ün eleştirilerine konu olacak şekilde anlayıp aktaranlara kızıyorum. Yani “Özkök haklı!” diyorum.

Fakat geleneksel İslam anlayışı içinden gelip o ayeti başka türlü anlamak da zor. Risale-i Nur’un yaklaşımını kavrayamamış bir müslümanın ‘evet ben bunu anlıyorum” demesi de takiyye olur.

Çünkü gerçekten Bu asrın başına kadar gelen tüm yaklaşımlarda Hıristiyan aynı zamanda “kafir” olarak addedilmiş. Kur’an’ın Ehli Kitap’a yönelik sayısız hüsnü zan ve muamele içeren ayetleri görmezlikten gelinmiştir…

Uzun birr tarih boyunca ‘kafir düşman’ konumundaki Hıristiyan’ı bir çırpıda değişik bir konumda görmenin zaten imkanı yoktur.

Dolayısıyla Özkök’e kızanları da ‘yani başka ayet mi yok canım, niye böyle ayetleri kapılara asıyorlar’ deyip aslında takiye yapanları da ‘samimi’ buluyorum.

Çünkü kızanlar şöyle diyorlar: “Madem ki bu ayet bizi Yahudi ve Hıristiyanlardan men ediyor. Öyleyse tersini söylemek kesinlikle yanlıştır. Bunu eleştiren Özkök de zaten misyonerlerden yana tavır alıyor”

Diğerleri ise, “Evet bir Müslüman asla Yahudi ve Hıristiyan’la dost olmamalı ama şimdi bunu söylemenin ne alemi var canım” der gibidir.

Peki bu ayetten ne anlayacağız? Yani onları dost edinebilir miyiz?

Ben bir şey demiyeyim. Buyurun Said Nursi’yi dinleyelim (sadeleştirilmiş olarak):

Soru: Kur’an bizi Yahudi ve Nasara ile dostluktan men ediyor. “Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin” diyor. Siz nasıl bize dost olunuz dersiniz?

CevapBirincisi; Bu ayetin sizi onlarla dostluktan men ettiğine deliliniz nedir. Böyle bir yargıya varmak için bir kere deliliniz kesin ve sağlam olması yani başka bir şekilde yorum yapabilmeye imkân vermemesi gerekir. Hâlbuki bu ayet yoruma açıktır. Çünkü Kur’an’ın bu noktadaki yasağı amm (kuşatıcı ve başka türlü anlamalara asla fırsat vermeyecek kadar genel ve kesin) değildir, mutlaktır (yorum yapmak için açık kapı bırakmaktadır). Bu gibi meselelerde zaman en büyük müfessirdir, en büyük izah edicidir. Eğer zaman konuyla ilgili kaydını düşmüşse ona itiraz edilmez. (Zaman da gösterdi ki onlarla dost olunabilir)

Hem sonra, bir hükme kaynaklık eden kelimenin, diğer kök ve türevleri de o yasağı gösteriyor olması lazım. Başka türlü anlamaya fırsat vermemek açısından. Oysa bu ayet, pekala sınırlılık içeriyor. Dolayısıyla bu ayetteki yasak, “dini hayatınızı onlara benzetmeyin” anlamınadır. İbadetlerinizi onların ayin ve ritüellerine benzetmeyin demektir…

Hem zaten bir insan zatından dolayı sevilmez. Aksine ondaki vasıflar ve sanatından dolayı sevilir.

Öyleyse her bir müslümanın her bir sıfatının müslümanca olması gerekmediği gibi, her kâfirin de her hareketinin, her sıfat ve sanatının kâfirce olması gerekmez. Ve olmaz da. Dolayısıyla bir kâfirin müslümanca bir sıfatı veya sanatı pekala sevilebilir ve sevilmelidir. Öyleyse o kâfirin, o sıfat veya sanatını sevmek ve ondan yararlanmak neden caiz olmasın? Hıristiyan veya Yahudi bir karın olsa elbette seveceksin…

İkincisi: Asrı saadet döneminde büyük bir dini inkılap oldu. Bu inkılap, bütün zihinleri dine yöneltti. Sevmenin ve düşman olmanın referansı din oldu. Dolayısıyla o dönemde bir müslümanın bir Yahudi’ye veya bir Hıristiyan’a muhabbet duymasında nifak kokusu vardı.

Fakat şu anda, âlemde yaşanmakta olan inkılab bambaşka bir inkılabtır; medeni ve dünyevidir. Bu çağın referansı din değil, insan hakları ve onurudur. Şimdi, bütün zihinleri ve akıllarrı meşgul eden, kontrolüne alan şey, medeniyet, terakki ve dünyadır.

Yahudi ve Hristiyan da dahil zaten artık kimse diniyle tam bağlı değildir. Çünkü onlar için de din referens olmaktan çıktı. Maksatları dinlerine hizmetten çok dünyevi çıkar ve terakkidir. Dolayısıyla onlarla dost olmamız, medeniyet ve gelişmişlikleri münasebetiyledir. Dostluğumuz, gelişmelerinden yararlanmak, medeniyetlerine dahil olmak ve dünya mutluluğunun esası olan asayişi muhafaza etmektir. İşte böyle bir dostluk asla Kur’an’ın yasakları kapsamına girmez…

Soru: Bazı Jön Türkler “Hristiyana kafir demeyiniz” diyorlar. Kâfir olana neden kâfir demeyelim?

Cevap: Kör olana “Hey kör” demediğimiz gibi… Çünkü bu bir eziyettir. Eziyetin her türlüsünü Kur’an yasaklar.

Hz. Peygamber “Kim bir zımmiye, (İslamla barışık Yahudi ve Hıristiyan’a) eziyet ederse ben onun düşmanıyım. Kıyamette onunla hesaplaşırım” demiyor mu?

İkincisi: Kâfirin iki anlamı vardır. Birinci ve en çok bilinen anlamı; bir Yaratıcının varlığını red edendir. Bu anlamda, ne Yahudi’ye ne de Hıristiyan’a kafir deme hakkımız vardır.

Kâfirin ikinci anlamı “Son peygamber Hz. Muhammed’i (asv) ve İslamiyeti red eden”dir. Bu anlamda onlara kâfir diyebiliriz. Onlar da bundan rahatsız olmazlar. Fakat, bu kelime bizim dilimizde daha çok birinci anlamıyla kullanıldığından, bu da bir tür eziyet sayılır. Hem sonra, inanç dairesiyle dünyevi ilişkiler dairesini birbiriyle karıştırmamak gerektir. Jön Türklerin maksadı da bu olsa gerektir. (Münazarat, 1960.s. 26-28)

* * *

Bir zamanlar da “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirdir” ayeti böyle siyasi içeriklerle kullanılıyordu.

Türkiye, o vartayı da yine Bediuzzaman’ın, ayetteki “hüküm” kelimesini “tasdik” olarak anlamak gerektiği şeklindeki yorumuyla aşabildi…

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Ayağı Yere Basmayan Bir Yazı (II) – (İfsat İktidarının Sonu)

Geçen yüzyılın başında onların taleplerine izin vermeyen Osmanlı’yı yıktılar ve İsrail devletinin kurulması önündeki manileri …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir