Türk siyasetinde son 150 yılda iki kadro hareketi gerçekleşti. Bunlardan biri Genç Türkler hareketi, diğeri Milli Görüş (Ak Parti)hareketidir…
Genç Türkler (Jön Türk), Batı’nın indükte ettiği bir hürriyet ve aydınlanma(!) hareketiydi fakat Osmanlının tasfiyesine de sebep oldu.
Saltanatı anayasal düzene dönüştürmeyi amaçlayan Jön Türk hareketi, sonunda İttihat ve Terakkiyi doğurdu. İttihat ve Terakki, askerin içinde de çok yüksek taraftar bulunca iktidarı ele geçirmeyi başardı. Ancak bünyesindeki arazların meclise yansımasına ve beraberinde bir yıkım getirmesine engel olamadı.
İttihat ve Terakki, gayesi aynı fakat niyetleri farklı gruplardan oluşuyordu çünkü.
Hareketin vücudunu oluşturan unsurlar “Müslim” olmakla birlikte, beyin takımının büyük bir kısmı mason ve farmason sabetayistti. O yüzden Jön Türk hareketi, Sünni Ortodokslar tarafından ‘dinden soyutlanma’ hareketi olarak algılandı. Bugün, hala bazı Arap milliyetçilerinin Türkler için “Tanassur ettiler” (hristiyanlaştılar) demelerinin sebebi o dönemdeki Jön Türklerin tavırlarından dolayıdır…
Evet Jön Türk hareketi, Batı (Almanya mı desek acaba) destekli bir hareketti ve başarılı oldu. Jön Türklerin amacı Osmanlıyı değil, saltanatı tasfiye idi. Ama büyük ağabeyin (oyun kurucunun) amacı Hasta Adam Osmanlıyı ortadan kaldırıp mirasına konmaktı. Dolayısıyla Jön Türk hareketi hem oyuncusunu hem oyun kurucusunu tatmin etmiş bir harekettir.
Çünkü hem saltanat değişti, hem de asıl gizli palan olan Osmanlı tasfiye edilmiş oldu.
Fakat hiç düşünmedikleri bir şey daha oldu; çok uluslu Osmanlının küllerinden ‘üniter bir milli devlet’ çıkarıldı.
Bu, kesinlikle Jön Türk hareketini kuranların planlarında yer alan bir sonuç değildi. Çünkü dağılmakta olan Osmanlının ardından olabileceklerle ilgili yürütülen tahminlerin içinde asla “milli bir devlet kurulabilir” seçeneği yoktu.
İşte, hiç akla gelmeyen, bu, “imparatorluk bakiyesinden milli bir cumhuriyet yaratma” dehası, kesinlikle ‘kaderin görevlendirdiği’ Mustafa Kemal’in eseridir.
Mustafa Kemal ve arkadaşları da o hareketin ana kadrosu içinde oldukları için doğal olarak denilebilir ki, Türkiye Cumhuriyeti, varlığını, Osmanlı ‘derin devleti’nin de desteklediği şu kadro hareketine borçludur.
ya istanbul ya redd-i muras
Osmanlı Devletinin imkânları ile büyüyüp beslenen ve Teşkilat-ı Mahsusa tarafından da ciddi bir şekilde desteklenen bu kadro, kurduğu devletin yol haritasını oluştururken, iki şeye özen gösterdi:
Bir; batmakta olan devletin enkazı altında kalmamak için redd-i miras yapmak!. İkincisi; yeni devleti Batının hışmından kurtarmak için Osmanlıcılık davasını (Osmanlının dünya siyasetinde üstlendiği misyonu) red etmek.
Zaten bu Jön Türkler, saltanat ve onun temsil ettiği misyona karşı çıktığı için, Türkiye Cumhuriyetini kuran kadro, seyr u sefer için oluşturulan yeni yol haritasını, bu iki ‘red’ üzerine oturtma işine çok gönüllü katıldı. Bazı tarihçilerin ileri sürdüğü gibi belki gerçekten de başka seçenekleri de yoktu!
Ama kurucu kadro, bu oyunu öyle arzulu oynadı ki, sonunda Batılılara bile parmak ısırttılar!
İlk iş, çekirdek kadroya alınmasını arzu etmedikleri –daha doğrusu direnç gösterebilecek- herkesi şu veya bu yollarla tasfiye ettiler.
Ardından devleti yapan bütün unsur ve kavramlar bir yana, milleti millet yapan değerleri de yerle bir ettiler. Her alanda yeni tarifler ve duruşlar getirdiler. İngiltere’yi memnun etmek ve İstanbul’dan ayrılmasını sağlamak için onlardan gelen laiklik talebini (Bu işin mimarı Hayim Naum’dur bilirsiniz) önce “takiyye” olarak uyguladılar ama sonra onu bizatihi din haline getirdiler. Devlet ve millet açısından “dost” ve “düşman” tanımları bile yeniden yapıldı ve 80 yıl boyunca bu yol haritası esas alındı…
O yol haritasında, ‘uzaklaşılan destinasyon’un adı “irtica”, ‘varılması gereken destinasyon’un adı ise “çağdaşlık” idi.
‘Çağdaş’, alafranga ‘Tanrıtanımaz Avrupalı tip’ti ‘Mürteci’nin tarifi yoktu. Yeni rejime tavır alan herkes o şemsiye altına sokulabilirdi ve nitekim öyle oldu. İşte Türkiye Cumhuriyeti’ni bugünkü sıkıntıların kucağına sürükleyen ve parçalanmanın eşiğine getiren bu tarifsizliktir.
Mesela geçen zaman içinde nelerin “irtica” kapsamına sokulduğunu bir düşünelim:
Saltanat, hilafet, din, islamın hayat içindeki tezahürleri, Osmanlı ve onu çağrıştıran sanat, edebiyat ve hinterlant. (örneğin. mülkiyeti bize ait olan Kerkük petrollerinden bir şey alamıyorsak, o kadronun red-i mirası sayesindedir.)
Yine o günün düşman tanımlamasında Arap, baldırı çıplak pis bir haindi. Kasrı Şirin anlaşmasından bu yana hiçbir yanlışı olmamış İran adi bir düşmandı. Kürt, her an bir hainlik yapabilecek öteki anneden olma kardeşti(!). Çünkü bu unsurlar, “İslam kardeşliği”ni çağrıştırıyordu ve İslam kardeşliği Türkiye cumhuriyeti için öldürücü tehlikeler içeriyordu. Zinhar!
Keza, İslam coğrafyası uzak durulması gereken bir coğrafya idi. Hatta hiç görülmemesi, yok sayılması, mümkünse haritalarda gösterilmemesi lazımdı. Çünkü bunlar Osmanlı mirasını ve misyonunu hatıratıyordu.
O yüzden başlangıçta tamamen bir ‘takiyye hareketi’ olan ‘laik’lik, bir süre sonra ‘islam karşıtlığı’ külahını giyindi, çağdaşlık da sadece ‘içinde İslam bulunmayan hayat tarzı’na dönüştürüldü. Tıpkı ‘Ali’siz Alevilik’ fikri gibi, toplum, çinde Allah -Kitap olmayan bir İslamı(!) yaşama zorlandı. Yıllarca bunun tedrisatı yapıldı.
Fakat, ‘çağdaşlık’ olarak tarif edilen destinasyona da bir türlü varılamıyordu. Cumhuriyetin ‘kızıl elması’, ‘materyalist batı’idi ama Batı, bu meczup âşıkı istemiyordu. Her yakınlaşmasında onu aşağılayıp red ediyordu fakat (AB sürecinde düşürüldüğümüz halleri düşünün) o yine ‘tutkulu bir metres’ gibi gidip “sensiz yapamam’ diye yalvar yakar oluyordu.
Bu durum, zaman içinde Milletin onuruna dokunmaya başladı. Birileri bu yol haritasının Türk milletini asla ‘muasır medeniyetler seviyesine’ ulaştıramayacağını, kaptanların varılması gereken destinasyon konusunda yolcuları aldattıklarını, gemiyi ummanda lalettayin dolandırdıklarını fark edince, güvertedekiler kaptan köşkünü zorlamaya başladı…
Ne zaman biri çıkıp “Arkadaşlar, biz aynı yerde dönüp dolanıyoruz. Bu gemi böyle bir yere varamaz, oyalanıyoruz” diye feryat etmişse hemen kaptan köşkündekiler, görevlileri, onları bertaraf etmeye çağırmıştır.
Cumhuriyetin beslediği yeni kadro
Geminin seyr u seferine ilk itiraz edenler, o kadronun içinde yer almış bazı safdillerdi. Hemen tasfiye idildiler. (Terakkperver Halk Fırkası)
İkinci ‘ses yükseltme’ ise tayfaların da katıldığı bir hareket olduğu için büyük ilgi gördü. Sonunda, ‘elebaşlar’ı Kaptan Köşküne çağırdılar. Demokrat Parti(DP) hareketi böyle bir hareket idi. Bir kadro hareketi değil, itirazcılar hareketi idi.
Yolcular mevcut kaptandan (İnönü) gına getirdikleri için kaptanı değiştirmek istediler. Kaptan değiştirilir gibi yapıldı (Bayar), hepsi o. Aslında kaptan sadece üniforma değiştirmişti. Bu dahi büyük bir umut yarattı. O umudun inkişaf edeceği fark edilince, kıyafeti de kaptanı da alaşağı ettiler ve eski kaptanı getirtip yeniden köşke oturttular.
Adalet Partisi de Anavatan da o tür değişmelerdi. Kadro hareketi değildi. Erbakan’ın meşhur deyişiyle “hepsi düzen partisi” idi ve yol haritasının değiştirilmesi gerektiğinin bilincinde değillerdi.
Bu yol haritasının mutlaka değişmesi gerektiğini ilk fark eden Erbakan oldu. Özal da biraz fark etti ve “bu haritada varılacak yer belirlenmemiş” dedi. Kendisine göre eklemeler yapmaya kalkışınca olanlar oldu.
Erbakan öyle yapmadı. Haritayı değiştirme içişinin bir iktidar işi olduğunu, iktidarın da bir kadro işi olduğunu fark etti ve kadro oluşturmak için hummalı bir faaliyet başlattı…
Fakat ciddi bir hata yaptı. Başlattığı hareketin adında “milli” kelimesi bulunmasına rağmen, fikrin harcını, Arap sosyalistlerinin düşünce ve yaklaşımlarından aldığı özle kardığı için, hareketi dindar kesime istediği oranda benimsetemedi. Yerel kanaat ve dinamikleri kale alacağına, onları, kendi düşüncesini kabule zorladı. O yüzden uzun süre milli görüş hareketi “Yeşil Komünizm” olarak nitelendirildi.
Sonra o kadro kendi içinde bir çalkalanma yaşadı. Kimilerine göre dönüşüm kimilerine göre bir kopuş gerçekleşti. Bugün geriye dönüp bakıldığında görülüyor ve anlaşılıyor ki sadece bir kopuş yaşanmamış, aynı zamanda derin bir paradigma değişikliği de yaşanmış.
Bugün iktidarda olan kadro evet, Erbakan’ın yetiştirdiği bir kadro ama onayladığı takim değil. Çünkü bu kadro, ‘milli görüş hareketi’nin ‘inkişâından’ (bir tür kırılma) ortaya çıkmış bir kadrodur.
Erbakan’ın oluşturduğu ve “doğru yalnızca budur” dediği harita, sürekli gemiyi karaya toslatıyordu. Yerel dinamiklerin görüş ve talebeni dikkate almayan o yaklaşım, bu yüzden halktan beklediği desteği alamıyordu.
Bunu fark eden, (Erbakan’ın yönettiği takımın kaptanı) Tayip Erdoğan, “futbolcu”luktan gelen zekâsını da kullanarak tribündekilerin sesine kulak verdi.
Ve kısa zamanda Erbakan’ın haritasındaki eksiklikleri, taktik hataları fark etti. Erdoğan’ın ilk fark ettiği, ‘yerel unsur’ eksikliği idi. Cemaatler, özellikle de tamamen bir dip hareketi olan nurculuk hareketinin kale alınmadan siyasette başarılı olmanın zor olduğunu fark etti ve üstelik Erbakan ile bu cemaat arasında uzlaşılması imkansızlaşmış bir zıtlaşma olduğunu biliyordu.. Erdoğan, ilk başarısını, ilk dönüşümünü orada gösterdi.
Siyasetten uzak durmayı yeğleyen ama siyaseti ciddi etkileyen bu cemaati (Yapılan bir siyasi analizde, 13 milyon seçmenin bu hareketten direkt veya dolaylı etkilendiğini okumuştum) kazanmayı bildi. Onların taleplerine kulak verdi.
Çünkü nurculuk hareketi tamamen yerli; geleneksel İslam’ın devlet ve yönetim anlayışı ile yer yer kopuşlar içeren bir hareketti. Hürriyete ve demokrasiye kuvvetli vurgu yapan; eğer adalet, asayiş ve serbest rekabet ortamının sağlanmasında taraf tutmuyorsa, kişinin din ve vicdan hürriyetine müdahale etmiyorsa, devletin bir dininin olması gerekmediğini kabul eden bir anlayışta idi.
Erdoğan, Erbakan’ın demokrasiyi ve laikliği dışlayan yaklaşımından, devletin (yani geminin) nitel kişiliğine zarar verememeyi esas alan bir ‘yerli (milli demiyorum) siyaset yaklaşımı’ oluşturdu. Çünkü Türkiye Cumhuriyetini kuran kadronun ‘ağır’ saltanatçı kimyalarına karşılık, bu kadro tam anlamıyla cumhuriyetin nimetleriyle beslenmiş bir kadro idi. Nitelik bakımından kurucu kadroya göre daha demokrat ve hürriyetçi olmaları kaçınılmazdı. AK Partinin bir takım ulusalcılar ve 1939’larda kalmış bazı guruplar tarafından ‘hain’ gibi algılanmaları bu yüzdendir.
Erdoğanın diğer büyük başarısı da tam 60 yıldır “euzu billahi min şerrinnefsi veşşeytani vessiyase” diyen nur cemaatini, en azından siyasetine itiraz etmeyecek konuma getirdi. Kadrosunu da ya eski içeriklerden soyutlayarak veya yenilerini alarak tamamen modern zamanın gereği olan bireysel inanç ve özgürlükleri sindirmiş bir takım haline getirdi. İkinci kere iktidar oldu. İktidarda olmasına rağmen yıpranacağına her gün biraz daha taraftar buldu.
Bu ona, Türkiye’nin yol haritasını gözden geçirme; en azından varılacak destinasyonu netleştirme hakkı verdi. Nitekim bu yeni yol haritası sonucunda Türk milletinin tavrı ve kararlılığı ortaya çıktıkça, çevresindeki şartlar ve unsurlar da yeni mahiyetler almaya başladı…
Düne kadar sürekli hesap sorulan bir ülke olmaktan hesap soran bir ülke konumuna geldi Türkiye. Ve galiba 60 yıllık bir deyişin de sonu geldi: artık iktidar olan aynı zamanda muktedir de olacak!
Şimdi Tayip Bey’in önünde ciddi bir hayırlı hizmet duruyor: Millet adına dost ve düşman kavramlarını yeniden belirlemek!
Gerçi iktidar bunun sinyallerini veriyor. Eski ‘düşman’ların çoğuyla barışıyor. Zaten dost olanları düşman yapmaya da gerek yok.
Sayın Cumhurbaşkanımızın belki de en büyük görevi bu olmalı. Eski akrabalarımız ve komşularımızla kalplerimizin arasına sokuşturulmuş “münaferet”i gidermenin yollarını aramalı.
Bizi bu coğrafyada, yeniden abi, ağabey, baba ve hakem rolüne yükseltecek âlicenap bir siyaset takip edildiğinde göreceğiz ki, bize düşman belletilmiş bir çok şey aslında munis birer arkadaşmış. İşte Suriye, iyi bir örnek!
Belki ‘İslam ittihadı’nı bile bu çerçevede anlamalı. Zaman istilalar zamanı olmadığına, dinler ve milletler savaşı yerini çıkarlar ve sınıflar kavgasına bıraktığına göre, biz de bu milletin çıkarını esas alan bir çerçeve ile siyaset ve diplomasi yapmanın usulünü geliştirelim.
Evet, tam zamanıdır. Ak Parti, yeni yol haritamıza uygun yeni bir dost ve düşman tarifi yapmalı ve ülkenin önünü açmalı. (İnşallah bir yazımda da bu çerçeveye giren kavramlar üzerinde duracağım)
Bu zamanda bir milletin en büyük düşmanı da olsa olsa cehalet, fakr u zaruret ve tefrika olabilir. Bu kadro ona göre yol haritası belirlemeli ve en az 2045 yılına kadar sürüp gidecek bir iktidarın plan ve programını yapmalı…
Hadi vira bismillah!