Geleceği Kurgulama Enstitüsü

Sabahları, Kur’an-ı Kerim’den bir sayfa da olsa bir şeyler okumak adetimdir.

Önceki gün, aceleyle çıkmam gerekti. Ben de âdetimi bozmamak için Mushaf’ı şöyle bir açıp kapatmak istedim. Sayfanın en altındaki ayet dikkatimi çekti. Lokman Suresinin son ayeti; “İnnellahe, indehu ilmu’s-saati…”

Bu ‘muğayyebat’ (beş bilinmezler) ayeti idi. Mushaf’ı kapattım ama ‘indehu ilmu’s-saati” aklıma takılı kaldı.

Gaybı allah’tan başkası bilmeyeceğine göre ayete başka türlü bakmak aklımıza gelmez. En azından böyle bir şartlanmışlık var. Yağmurun tahmini, rahimlerdekine genetik müdahale… vs aklım karıştı. Acaba ayet bize başka bir şeyi mi söylemek istiyordu? İş yerine gelir gelmez açtım yeniden okudum:

“Kıyametin vakti hakkındaki bilgi ancak (ancak kelimesi metnin aslında yok ama eklenmiş) Allah katındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse Yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır” (Lokman, 34)

Meal bu. Fakat zihnimi “saat” kavramından kurtaramadım. Acaba ayetteki ‘saat’ kavramını “timing” (zamanlama) olarak anlamak mümkün değil miyidi? Eşya ve olayların oluş ve ortaya çıkışlarında var olan muhteşem zamanlama kast ediliyor olamaz mıydı?

Bu zihinsel dalgalanma ile eş zamanlı olarak birden ayetin devamındaki “Yağmuru O yağdırır”, “rahimlerde olanı O bilir” ifadeleri içimde farklı yankılanmalar buldu.

Ayet, zaten ‘gayb’ı bilmesi şanından olan Allah’ın, zaten bilmemesi doğal olan insanın dikkatini, yaratma usullerinin inceliklerine çekmek istiyor gibi geldi bana. Ayetten maksat, Cenab-ı Hakk’ın, “Sen bilemezsin ben bilirim” diye bir meydan okumsı değil aksine, öğrensin ve Rabbini daha iyi tanısın diye, kuluna, anlaşılması derin bilgi ve kavrayış gerektiren ‘eşyanın tabiatındaki gizli oluş ve tekevvünler’e dikkat çekmekti.

Allah lafzı, mana itibarıyla bütün ‘gayb’ları bilmeyi içerdiğine göre neden bu beşliye özel dikkat çekiliyordu? Bu da Kur’an’ın muhteşem üsluplarından biri olmaz mı?

Tıpkı ‘La Uksimu’de olduğu gibi. ‘La uksimu’ (yemin olsun) demektir. Oysa mota mot anlamı ‘yemin etmem’ demektir ki böylece Cenab-ı hak, bilinmesi derin bir bilgi ve çaba gerektirecek meselelere insanın dikkatini çeker.

Yoksa yerleri ve gökleri kendisine musahhar kıldığı insana karşı (haşa!) niye böyle büyüklensindi ki Cenab-ı Hak? Neden Rahim ve Hakîm Allah, zaten bilmemiz mümkün olmayan ve olmayacak meseleleri başına vursundu ki? Bize aczimizi mi hatırlatılıyordu, yoksa teşvik mi vardı… Yarattığı kulunu O’ndan daha iyi kim bilebilir?

* * *

Sonra birden saatin, “vakitleri bilmek” şeklindeki manası kalbime düştü. Eşyanın tabiatında var olan ‘saat bilgisi’. Çünkü bu “zıtlıkların birlikteliği” üzerine inşa edilmiş hikmet yurdunda, meydana çıkışın üç temel yasası vardır; Takdir, İstidat ve Vakit!

Bir şey olabilmek için takdir edilmiş olacak, takdire uygun bir istidadı olacak ve zamanı gelmiş olacak! Bu üç şart gerçekleşmedikçe o eşyanın halk edilmesi de gerçekleşmez. Bu, Cenab-ı Hak nezdinde bir kudret sorunu değil, bir hikmet sorunudur! Mukaddimesi tahakkuk etmemiş takdirin kendisi de tatil, tağyir veya imha edilir!

Demek Allah bizi “eşyada tasarrufta bulunacaksan ey kulum, ondaki derin hakikatlerden biri olan vakit ilmine (timing, yani neyin ne zaman olması gerektiği bilgisine) sahip olman gerekir. Onu bilmeden takdirin tahakkukunu bilmezsin”diye uyarıyor.

Mesela, Ay’a modül indirmek muhteşem bir “saat bilgisi” (yani zamanlama) gerektirir. Efemerisler tamamen bir timing cetvelidir.

Keza ana rahmindeki ceninin oluşumu, gelişmesi, doğması; sıkışıp elektriklenmiş ve döllenmiş yağmurların ne zaman damlara dönüşebileceğini bilmek, eşyanın tabiatındaki en ciddi kanunlardandır ki, Alemlerin Rabbi, kulunun dikkatini bu alana çekiyor.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde çalışırken AKOM’da görevli bir mühendis arkadaşımız vardı. Uydudan takip ettiği hava ve bulut hareketlerini, günler öncesinden doğru analiz etmekle meşhurdu. Bir gün yanına oturdum ve bana ta İskandinavya üzerindeki bulutların ne zaman Trakya’dan giriş yapacaklarını ve hangi böl gelere ne kadar yağış bırakabileceğini söyledi.

“Bu yaptığını birilerine anlatırsan seni ‘gayb’den haber vermekle suçlayıp dinden çıkarırlar” diye takılınca, Ama bu ‘gayb’ değil ki demişti…

Ben de onun ‘gayb’ olmadığını, bir zaman ‘gayb’ olan bir şeyin daha sonra gayb olmaktan çıkabileceğini biliyordum.

Ya sahi gerçekten, bu ayeti bile bile, bir hafta öncesinden hangi gün hangi saatte yağmur veya kar yağacağını tahmin eden meteorlojiye inanan müminin durumu ne olacak?

Veya, daha zigot safhasını geçer geçmez cinsiyet tanımlaması yapabilen veya yumurtadaki genlere müdahale edip, o insanın ileride yaşayabileceği hastalıkları daha o cenin bile olmadan değiştirip temizleyen gen mühendislerine ne diyeceğiz? Allahın işine mi karışıyorlar acaba?

Yahut ‘Allahtan başka kimsenin bilmeyeceği şeyi!” mi biliyorlar? Yoksa bilgisi olmayan için gayb olan bir kanunun kullanılmasını mı biliyorlar.

(Şimdi birileri çıkıp, (birileri dediğim; internet okyanusunun eli baltalı korsanları. Allah’a (cc) bile kendi dini öğretecek kadar meal ve din bilen bir takım aklı evveller) diyecek ki “efendim insan işaretler ortaya çıkınca biliyor. Allah ezelde biliyor” Bu itirazın ne kadar basit ve gülünç olduğunu bilirler amma yine de bu ifadeyi kullanmaktan geri durmazlar. Ne ise biz bahsimize geçelim. O tür, her şeyi bilen ama hiçbir halt da yapmayan insanlar hep vardı ve olacak…)

* * *

Evet, “indehu ilmu’s-saati’ ayetindeki ‘saat’ kelimesini ‘kıyamet bilgisi” olarak değil de “zamanlama” diye değerlendirsek, ayet, önümüze muazzam ufuklar açacak…

İşte Kur’an, böyle, öncekilerin, eksik bilgiden dolayı ‘kilitleyip’ açılmasını adeta günah haline getirdikleri ve o yüzden de bir türlü anlayamadığımız veya yanlış anladığımız ayetlerle dolu. Elbette ki kasıt yok ve elbette ki onların çabalarını küçümsemiyorum. Sadece bir tespit olarak aktarıyorum.

İşte bir örnek daha… Vakıa Suresinde, ‘La uksimu bi mevakii’n-nucumi’ (yıldızların yerine andolsun…) diye başlayan çook ilginç bir ayeti!

Yıldızların yeri!

Bu bilgi, eski müfessirler için elbette bilinecek bir şey değildi. Nitekim ancak bazı akıl yürütmelerle kimisi sabah yıldızı demiş, kimisi başka bir yıldızla ilinti kurmuş ama ayetin ne anlama geldiğini tam izah edememişler. Bunu, onları kınamak bakımından söylemiyorum. Başka şansları da yoktu zaten o zamanlar!

Bir gün bir Bilim Teknik dergisinde bir yazı dikkatimi çekti. Yazının adı, ‘Yıldızın Yeri’ idi…

Efendim malum, yıldızların da bir ömrü vardır. Doğarlar, yaşarlar, ölürler. Yıldızın ölümü ne demek?

Malum, maddenin en küçük birimi atomlardır. –Tabii artık onan altına da geçtik. Takyonlar ve kuantlara kadar ulaşıldı ama şimdilik oraya inmeyelim- Atomlar, bir çekirdek -proton – nütron- ve onun etrafında dönen elektronlardan oluşur. Proton etrafında dönen bir elektronun çekirdeğe uzaklığı, Dünya’nın veya Jüpiter’in Güneş’e uzaklığı kadardır. Yani proton ve elektronun kütleleri düşünüldüğünde, aradaki boşluk aynı mesafedir. Ve tabii hacimleri oluşturan da elektronların çekirdeklerine olan uzaklıklarıdır…

Yani? Yani aslında şu evren bir köpük bulutundan ibarettir. Eğer elektronlar yok olup bütün alem protonlardan ibaret hale gelse, şu kainatın hacmi belki bir deve kuşu yumurtası (deha) kadar olur. Veya biraz daha büyük…

İşte yıldızların ölmesi, atomlarının elektronlarını salıvermesi yani tüketmesidir. Şu anda bizim hayat kaynağımız olan Güneş yıldızı, sürekli içindeki helyumu hidrojene dönüştürerek için için yanıyor. Yani kendisini tüketiyor. Dinlerin söyledikleri kıyameti hiç kale almasak bile bir gün gelecek ve bu yıldız doğal olarak tükenecek. Bu bilimsel kesin bir bilgidir. Yani en fazla dört veya beş milyar yıl sonra bu güneş kesinlikle sönecek.

Bu da şu anlama geliyor. Güneş söndüğünde, ağırlığı aynı kalacak ama hacmi mevcut hacminin belki de milyon katı küçülecek. Ve o zaman bu süper ağır küçük cisim, uzay çarşafını eğmeye ve sonunda 200-300 ışık yılı derinlikte bir uzay kuyusu meydana getirecek.

İşte bazen Black Holl da dedikleri bu derin kuyular, ölmüş ama ağırlıklarını koruyan eski yıldızların, bir tohum gibi yeniden çimlenmeyi bekledikleri ‘rahim’dir. Uzaktan bakıldığında orada bir nabzın vurduğu hissedilir ama ortalıkta bir şey görünmez.

Bu derin kuyular, uzayda büyük eğilmeler meydana getirdikleri için zaman içinde o bölgeye giren her şeyi utmaya başlarlar. Ve orada yeniden elektron yüklenirler. Sonra bulundukları uzay kuyusu onlara dar gelir ve muhteşem bir patlama ile yeniden görünürlük kazanırlar. Genç kuazarlar eski yıldızların kendi küllerinden doğmalarıdır işte. Bu hadise aynı zamanda evreni kendi merkezinden dışa doğru genişletme olayıdır. Bu olay da başka bir ayetin konusudur nitekim… (Onlar görmezler mi biz onu genişletip duruyoruz)

İşte ölmüş yıldızın bir kuazar olmak için kuluçkaya yattığı o ‘hol’e ‘yıldızın yeri’ denmiş. Elbette biz de bilimin bunu tespit etmesinden sonra böyle anlıyoruz. Eğer biz Kelamullah’ı eski kavramlar ve yaklaşımlarla anlayıp aktarmaya devam edersek, Kur’an’ımızı anlamak için daha uzun süre gayrı müslimlerin himmetine muhtaç kalacağız!

Bilimin henüz gelişmediği dönemlerde yapılan mealler ve tefsirlerin üzerine bir santim farklı bilgi ve izah koyamayan yeni mealciler, eski bilgileri tekrar edip durdukları için ayetleri zamanın idrakine uygun anlamakta güçlük çekiyoruz. Farklı şeyler söylemeye kalkışanlar da ellerinde zifte karası taşıyan bir takım insanların karalamalarına maruz kaldıkları için zamanla ya cesaretlerini yitiriyorlar ya da onlar gibi oluyorlar…

Elbette zaman geçip bilim bugünkünden daha ileri merhalelere vardıında da birileri bizim bugün yaptıklarımızı eksik bulabilir ve değiştirebilir. Bu normaldir. Biz ilahi bir metni kendi zaman ve imkanımıza göre en doğru anlamakla mükellefiz. Kuran ebedidir ve ilahidir. Bizi ise güörüşlerimizle birlikte fani ve geçici…

Bir gün ilahiyatçı bir arkadaşıma, Rahman Suresi’ndeki “Eyyühe’s-Sekalan” kelimesini, önde ve arkadan gelen ayetleri doğru anlamak açısından ‘Ey iki süper güç’ olarak değerlendir ve ayete öyle bak, ayetin bugünümüze bakan yüzünü de göreceksin” demiştim de bana ‘böyle keyfine göre mana veremezsin’ demişti.

Kur’an, asla ama asla sonu gelmeyecek bir manalar ve bilgiler ummanı. Her bir kelimesinin sınırsız mana, işaret, remiz, telmih ve iş’ar ve iması vardır… Ama biz kelimeleri tek manaya haps ettiğimiz için Kur’an da bize perdesini açmaz.

Mesela Kur’andaki ‘sema’ kelimesi ‘üzerine kapanmış’ kelimelerden biridir. Bugün bu kelimeyi karşılamak için bilimde ve edebiyatta bir yığın tanım var; gök, gökyüzü, feza, kozmos, uzay, atmosfer, esir, karanlık madde… vs.

Nerede uzay, nerede kosmos, nerede gökyüzü, nerede atmosfer deneceğini bilemeyen –çünkü bilimsel çalışmaları yeterli takip edemiyorlar- mealciler hepsini ‘sema’ yapıp geçince mana da gizlenmiş oluyor. Bunun gibi yüzlerce örnek sıralanabilir.

* * *

İmdi benim derdim mealci veya okuyucu ile değil. Cumhurbaşkanı veya Başbakan ile.. Onlar da tenezzül edip okumayacağına göre ‘gayb’a taş atmış oluyorum ama. Ben biliyorum ki ‘Gayb’ın sahibi Allah’tır. Ve bütün ‘gayb’ları bilen O’dur. Kulunu mahcup etmez. O yüzden ben sözümü söyleyeyim. Sözler gök fanus içine ekilen tohumlardır. Birgün Rabbim nasip ederse yeşeriverirler…

Diyorum ki, ey geleceğimizi tasarlayan siyasetçi ağabeylerimiz, amcalarımız, dayılarımız. Sevgili Cumhurbaşkanım ve de Başbakanım! Şu TÜBİTAK bünyesinde – ayrı da olabilir- tamamen bilim adamlarından kurulu bir ekiple “Geleceği Kurma Enstitüsü” diye bir enstitü kurulsa ve burada Kur’an, tamamen yeni teknolojilere altlık teşkil edecek şekilde irdelense… Ne kaybederiz?

NASA’da bu yapılırken biz neden yapmayalım?

Veya “Mucizelerden Teknolojiye Enstitüsü” (MUTENS) diye bir enstitü kurulsa ve burada Peygamberlerin mucizeleri, “gerçekleştirilebilirlik bakımından” yeniden gözden geçirilse ne kaybımız olur.

Hem bakın, her ümmet, kendi peygamberinin gösterdiği mucizelerle öne çıktı. İsevilerin ve Musevilerin teknikte ileri gittikleri meselelere baktığımızda, peygamberlerinin gösterdiği mucizeler alanında olduğu görülür…

Çünkü mucizeler, medeniyetin ve teknolojinin üstadıdır.

Peygamberler, o mucizelerle bir yandan kendi dönemlerinin kör ve sağırlarını uyandırmak isterken, bir yandan da daha sonra gelecek olanlara, teşvik babından, insanoğlunun neler yapabileceğinin numunelerini göstermişlerdir.

Yani mucize de olsa, eğer bir şey birileri tarafından yapılabilmişse, imkan vardır ki birileri de onu başka şekilde taklit etsin! Ve onu gerçekleştirme imkanı, şu fizik âlem içinde saklıdır demektir. Nitekim Bediuzzaman bu konuya dikkat çekiyor ve insanları, o mucizelerin benzerlerini yapmaya teşvik ediyor.

Bizim peygamberimiz (asv) kendisinden önceki peygamberlerin gösterdiği mucizelerin tamamından örneklere sahip olduğu gibi, daha önce hiçbir peygambere nasip olmamış mucizeler de göstermiştir. Ay’ın parmak işaretiyle yarılması, İsra, Mirac, avuçlarında çakıl taşlarının zikretmesi, alıp düşman üzerine savurduğu kum tanelerinin mermi tesiri yapması, kendisini çepe çevre kuşatmış olanların üzerine okuyup aralarından geçip gitmesi, tükürüğü ile kopan kolu yapıştırması, bitkiler ve ağaçlarla konuşması… Bunlar yüzde bir oranında gerçekleştirilse bir milleti efendi yapar. Bir şey hayale düşmüşse onun imkanı da var demektir. Bunu unutmamak lazım…

Bugün teknoloji sayesinde, bitkilerin de bir hafızasının olduğunu, tepki verdiğini, balıkların, kuşların, arıların, karıncaların da insanlar gibi topluluklar olduğunu ve kendi aralarında konuştuklarını bilebiliyoruz. Öyleyse onlarla iletişim kurabilme imkanı da dahil, mucizeleri teknolojik verilere dönüştürme çabası sonuçsuz kalmaz. Aksine bilim adamlarının önüne büyük imkanlar açar.

Bugüne kadar ‘mucize’ deyip geçtik. Eğer onları, ‘teknolojik olarak varabilecek merhalelerin sınırları’ olarak algılarsak, kısa zamanda ilimde muazzam ilerleme sağlar ve o mucizelerin benzerlerini fennen yapmak imkanı buluruz.

Geçenlerde TÜBİTAK’ın görünmezlik maddesini yaptığı yolunda haberler vardı. Bu görünmezlik şimdilik radarlardan kaçabilmeyi sağlıyor. İnsanın gözünden bile gizlenme imkânı mevcuttur ve bunlar yapılabilir.

Sayın Gül de Erdoğan da Kur’an’ın nasıl bir hazine olduklarının farkındalar. ‘Kur’an’ın dünyevi hükümlerin alın uygulayın’ demiyoruz –gerçi uygulasalar bir başka mucize yaşayacaklar ama ne ise- . Diyoruz ki bilim adamlarından bir heyet oluşturulsun, Kur’anı tamamen bilimsel çalışmalara altlık teşkil edecek şekilde incelesinler. Eminim, kısa zaman içinde, paten fakiri olan Türkiye, dünyanın en çok patent üreten ve satan ülkesi olur.

Ne zararınız olur. 20-30 yıl sonra bunlar zaten yapılacak. Siz öncü olmak istemez misiniz?

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Ayağı Yere Basmayan Bir Yazı (II) – (İfsat İktidarının Sonu)

Geçen yüzyılın başında onların taleplerine izin vermeyen Osmanlı’yı yıktılar ve İsrail devletinin kurulması önündeki manileri …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir