Hz. Peygamber’in, ateşperest İran’ı İslam’a davet eden mektubunun, dönemin Fars kralı Kisra tarafından yırtılmasından bu yana Farslar rahat yüzü görmedi.
“Neden onun adı benim adımdan önce anılmış” diyerek Resullulahın mektubunu kibirle yırtıp attığının anlaşılması üzerine Allah Resulü da, onun mülkünün parçalanacağını haber vermişti.
Nitekim hemen akabinde Kisra, oğlu Şireveyh tarafından katledildi. 3 bin yıllık Fars saltanatına ise Hz. Ömer son verildi. O yüzden de Şiilerin ve Fars milliyetçilerinin Hz. Ömer’e özel bir buğzu vardır.
Hz. Peygamber, daha Mekke’de iken, inananlara: “Lâ ilâhe illallah deyin, İran ve Bizans’ın sarayları sizin olacak!” diyordu. Bu ikisi, dönemin Amerika’sı ve SSCB’si idiler. Peygamberimizin bu sözleri, müşriklere, bugün ‘Eğer Müslümanlar adam gibi bir iman sahibi olsalar, AB’ın ve ABD’nin mülkü onların olur” dememiz gibi komik geliyordu.
Fakat bunlar olacaktı. Çünkü o Allah’ın elçisiydi ve söylediği hiçbir şey yerde kalamazdı. Ümmeti, istikamet üzere gittiği takdirde, bütün bu yurtların efendisi olacaktı ve oldu.
Kadisiye Savaşı öncesinde İslam kumandanı Saad bin Ebi Vakkas, dört kişilik bir heyetle Fars Kralı Yezdü Cerd’e gönderdiği ‘sulh teklifi’nde şöyle sesleniyordu:
“Ey Kisrâ! Allahü teâlâ, merhamet buyurarak, bize, iyiliği emreden, kötülükten sakındıran bir Peygamber gönderdi. Onun davetini kabul ettiğimiz takdirde, dünya ve âhiret hayırlarını vaat etti… Biz iman ettikten sonra, bize yakın milletlerden başlayarak onları da adalete, insafa çağırmamızı emretti. Sizi dünya ve âhiret saadetimize ortak olmanız için İslâmiyeti kabule davet ediyoruz. Kabul ederseniz, Kur’ân-ı kerîmin hâkimiyetine göre hareket etmenize yardımcı oluruz. Kabul etmediğiniz takdirde, sizi başkalarına karşı korumak için, himayemize girip cizye vermenizi istiyoruz. Bunu da kabul etmezseniz, o zaman kılıçlar konuşacaktır!”
Yezdu Cerd, daha düne kadar ‘çöl fareleri’ dedikleri Arapların böyle bir teklifle gelmelerini tarihi mirasına yediremedi. Atası Kisra gibi kibirle hareket etti. 120 bin kişilik bir ordu ile 34 bin kişilik Saad’in üzerine yürüdü. Ve bir öfke yüzünden İran topraklarının tamanını Müslümanlara teslim etmek zorunda kaldı. Yıl miladi 636.
O tarihten sonra, Iran zemini, uzun süre Müslüman Araplar tarafından yönetildi. Bu dönemlerde Farslardan muazzam büyük âlimler çıktı. Molla Cüzeyri (Cizreli )’yi ”Mim, matla-i şemse ahad ayine sifet-gir. / lamı’ ji Arab barqe ji fahhare acem da” (Birlik güneşi (Muhammed asv) Arap’dan doğdu ama onan şavkı aceme vurdu) demeye sevk eden muazzam alimler… Fars kavminden büyük fakihler, muhaddisler, müfessirler çıktı.
Ne zaman ki, Selçuklular dağılıp Hasan Sabbah gibi ‘afyonlanmış’ Fars milliyetçileri çıktı ve Sünni İslam’a karşı tavır almaya başladılar, İran da yavaş yavaş İslam ana aksından kopup, kendi Şii mihverine oturdu, İslam kültür ve medeniyetine katkıları da azalmaya başladı.
Humeyni Devrimi’nden sonra, İslam birliğinin farkına varan bazı bilginler, ehli sünnet ile aralarındaki nizaı gidermek için çabaladılar fakat henüz bu yolda -en azından batıya karşı siyasi birlik açısından- somut adımlar atılabilmiş değiller. İran, batının gemisine bindirilmiş Türkiye’yi kendisine örnek alamaz. Alsa da hata eder. Türkiye şu zorunlu sultadan kurtulmaya çalışıyor. İran’ın böyle bir derdi yok. Onun kendisini İslam’ın ana aksından uzak tutması Şia bilincinden kaynaklanıyor ki, yıllarca İran’ı -Türk Safeviler de dahil- İslam coğrafyası içinde ‘uzak’ bir ada gibi kalmasına yol açan da bu katı mezhepçiliktir.
***
Emeviler döneminde Müslüman Araplarda başlayan kavmiyetçilik, daha sonra Abbasilerde de kendisini hissettirdi. Bu durum, Farslar dâhil, daha sonra İslam olmuş bütün kavimleri rencide ediyordu. Özellikle de İranlılar çok rahatsızdı.
Ümmet içinde erimeme; milli kimliklerini korumak ve farklılıklarını muhafaza etmek için İranlılar, başlangıçta bir Arap hareketi olan Şiaya (haricilik) sahip çıktılar ve onu yaygın görüş haline getirerek ana kitleden uzaklaşmaya başladılar.
Roma’nın tanrı krallar fikrini sürdürmek maksadıyla Bizans hükümdarlarının Hıristiyan akidesinde yaptıkları tahribatın bir benzerini, İranlılar yaptılar. Masum imam (günahsız yöneticiler) fikrini imanın şartları içine sokarak, geleneksel İslam’ın ruhuna zıt bir anlayış var ettiler. Bu da bir başka tür kavmiyetçilikti ve İslam’ın ruhuna zıttı.
O yüzden de özellikle Abbasi döneminde içine düşülen yozlaşmaya rağmen, Farslar, iktidarı alamadılar. Çünkü tam o esnada, Kuzey batıdan akınlar halinde Türkler İslam yurtlarına girmeye başlamışlardı. Elbette ki bu akınlardan Araplar da Farslar da nasibini alıyordu.
Türklerin kitleler halinde İslam yurtlarına girişi 10. yüzyılın başlarıdır. Aynı yüzyılın ortalarından itibaren de yakın doğu bölgesini idareleri altına aldılar. O tarihten sonra da taa 1923’e kadar (yaklaşık bin yıl) İran sahası Türk hâkimiyeti altında kaldı.
Osmanlı’nın yıkılıp, yerine ulusçu Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu aynı dönemlerde, İran’da da benzeri senaryolar tatbik ediliyordu. 19. yüzyılda, Müslümanları parça parça ayırıp onları farklı kimliklerle yeniden inşa etmek isteyen batılıların en yoğun çalıştıkları sahalardan biri de İran’dı. İran’ın Ruslar için de büyük bir çekiciliğe vardı.
Bütün Osmanlı sahasında ki Müslümanlar gibi Farslar da batının ‘ulusalcılık’ zokasını yutmuş, milli bir devlet kurma girişimini başlatmışlardı. Kazak birliklerini komuta eden Rıza Han, peygamber soyundan gelen Tabatabai’yi de kandırarak yanına aldı ve İngilizlerin yardımı ile darbe yaptı. Kendisi ordu komutanı, Tabatabai başbakan oldu. Bir ay sonra yine İngilizlerin teşviki ile Tabatabai’yi tasfiye ederek kendisini İran Şahı ilan etti: Şah Rıza Pehlevî. Pehlevi hanedanını da iyi bir İslamcı olan İmam Humeyni alaşağı etti. Çünkü Pehlevilerin uruku nebevi bir hışımla kesilmişti.
***
Bugün İran, 75 milyon nüfuslu bir İslam ülkesi. Farslar yüzde 50’yi teşkil ediyor. Türklerin nüfusu 25 milyon. Çok sayıda Farslaşmış Türk bu sayının dışındadır. Mesela en büyük dini lider Ali Hameney Türktür. Keza, şu anda ‘modernist/reformist’liğin başını çekiyor gibi görünen Mir Hüseyin Musavi de Türk!
İran, başlangıçta, İslam içindeki farklılığını muhafaza etmek için kullandığı ‘Şia’ kartını, şimdi de, ayrı ırklardan olan halkını bir arada tutmak için ustaca kullanıyor. Erhan Afyoncu hocamızın yerinde tespitiyle, İran mezhep bağlarını o kadar gücülü ve canlı tutuyor ki, kimliklerin öne çıkmasına fırsat vermiyor.
Bugün yaşanmakta olanlara baktığımızda ise aslında İran’da yaşananlar ile bizde yaşananlar farklı değil. Orada bir molla diktası hâkim, burada da Kemalist elitler dayatması! Amerika, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı ‘Kürt Kartı’nı oynuyor, İran’da da ‘Türk Kartı’nı!. İran’da Türkleri öne çıkarıyor olması hoşumuza gidebilir fakat ipi başkasının elinde olan bir hareket, asla sahiplerine hayır getirmez, getirmemiştir. Doğal bir talep olsa ne ala.
Ama değil. İran’daki güya reformist hareketler de Türkiye’deki PKK hareketi gibi suni ve kökü dışarıda. Tabii bu, “İran’ın bir takım meselelerde reformlar yapmaya ve insan haklarına saygı duymaya ihtiyacı yoktur” anlamına gelmez. Tıpkı PKK terörünün varlığının, Kürtlerin bir takım idari ve insani açılımlara ihtiyacı olduğunu yok saydıramayacağı gibi.
Evet, iki hareketin de kökü dışarıda. Tabii köklerinin dışarıda olması, başarılı olamayacakları; yani arzu edilen neticeleri doğurmayacakları anlamına gelmez. Amerika için bu örgütlerin varlığı, menfaatlerini elde edinceye kadar anlam taşır. Sonra onları hemen satıverir.
Yani pekâlâ Amerika, İran’ı karıştırabilir ve yeni yeni kıpırdayan Türk kimliğini kullanıp İran’ı parçalayabilir. Bu konuda ustalaşmış. Çünkü hocası İngilizler! Bakın İran’da da‘Ergenekoncu’ yapılanmalar faaliyete geçirilmeye başlandı. Camiler yakılıyor, Müslümanları birbirine düşürecek kritik noktalar tahrik ediliyor vs. Siyasi liderler de birbirini yemekle meşgul tabii bizdeki gibi.
Zaten böyle huzursuzluklar ve sıkıntılar şöyle kabiliyetsiz ama muhteris idareciler döneminde ortaya çıkar.
***
Şu sıralarda İbrahim Kafesoğlu Hocamız’ın Harzemşahlar eserini okuyorum; Harzemşahlar sarsıntı içinde. Cengiz Han’ın tamtamları uzaktan işitiliyor. Fakat herkes birbirini yiyor.
O hanedanların, o halifelerin, o idarecilerin, yöneticilerin kepazeliğini müşahede ettikçe,
Halifenin dünya iktidarı ve kişisel servet için o makamı nasıl ihtirasla kullandığını gördükçe,
Ellerindekini almak için halka nasıl kan kusturduklarını müşahede ettikçe,
Fikrini söyleyen, haksızlıklara karşı çıkmaya çalışan idarecilerin, alim ve ulamanın, eşrafın nasıl faili meçhul cinayetlerle ortadan kaldırdıklarını izledikçe,
İslam yurtlarının içine düşürüldüğü ekonomik acz ve çaresizliği gördükçe, insan (neticeleri bilen biri olarak), “Bunlar Cengiz gibi bir afeti hak ediyorlar!” demekten kendini alamıyor.
İşte, İslam Medeniyeti’nin yarı harsından fazlasını yakıp, yıkıp yok eden Cengiz İstilası böyle bir ortamda sükûn ediyor! Tarih, ibret almasını bilenler için ne iyi öğretmen!
Şimdi etrafınıza bakın. Her bir İslam ülkesini tek tek gözden geçirin. Birinin diğeri ile ‘allah için samimi’ denilecek bir ilişkisi var mı?
İşte asıl derdimiz bu. Bunu yenmemiz lazım. Bunu aşmamız lazım. Onlara el uzatmamız, sahiplenmemiz, ağabeylik yapmamız lazım. Ve bunu da yapacak tek ülke yine de Türkiye’dir.
Türkiye, İran’ın da tıpkı Pakistan ve Afganistan gibi sırtlanlar tarafından yıkılıp üzerine çullanılmasına fırsat vermemeli. (Devletlerin gizli teşkilatları böyle haller için vardır). İran’ın Amerika ve İsrail’in insafına bırakılması ne milil menfaatlerimize uyar, ne islam menfaatlerine. Türkiye, sıranın kendisine geleceğini bilerek hareket etmeli. Davutoğlu’na büyük işler düşüyor!
Türkiye “Ben ne yapabilirim ki!” türünden bir acz ile hareket eder ve olan bitenlere seyirci kalırsa bu yapay ateş bizim eve de sıçrar. Aynı aczi Irak konusunda da göstermiştik hatırlayın. Şimdi orası üç parça!
İran için yapılan senaryo da üç parçalı! Allah Anadolu’nun akıbetini hayır etsin!
*** *** ***
Bu yazı “04.Temmuz.2009 19:52:22” tarihinde gasteci.com’da “İran nereye…” başlığında yayınlanmıştır.