Değil de Kadir Topbaş!
Kendimi bildim bileli Türkiye hep kritik(!) dönemlerden geçiyor.
“Ülkenin hassas dönemleri”nin sonu bir türlü gelmeyince taleplerini ertelemek işi de hep millete düştü. Hep bekledi ki durum normalleşir.
Ama ‘kritik dönem’ hiç bitmedi.
Önce Cumhuriyet tehlikede dediler. Sonra inkılâplar. O zamanlar tehlike ticaniler, saltanatçılar ve gericilerdi.
Sonra rejim tehlikede dediler. Bu kere tehlike nurculardı! Yaptıkları ayinlerle rejimin temelini sarsıyorlardı.
Tek parti döneminin öcüsü ise Türkçülüktü. Ülkenin altını kazıyorlardı. O yüzden de Türkçülerin ve milliyetçilerin başı dertten kurtulmuyordu. Atsız Hoca ömrünü mahkeme salonlarında tüketti.
Derken komünizm deyu bir ruh peyda oldu!
Her kış, gelip memleketi gele geçirecek diye bizi korkuttukları komünizm, gelmediği her baharda, birilerine minnet duymamız istendi.
Sonra ‘ayrılıkçılık” tehlikesi baş gösterdi. Asırlardır birlikte yaşadığımız Müslüman Kürt kardeşlerimizin bizden şikâyetçi olduğu söyleniyordu. “Kritik günlerden geçiyoruz”söylemi daha da bir ‘kritik!’ olmuştu.
Sonra Allah, İslam, milli nizam, ‘adil düzen’ diyen bir adam siyaset sahnesine çıktı ve ta iktidar koltuğuna kadar ulaştı. O iktidar olunca, ‘irtica hazretleri’ ile bir kere daha müşerref olduk!
Aman da ne irtica idi o!
Tehlikenin ta kendisi idi artık ‘irtica!’
İrticadan maksadın İslam olduğunu da Doğu Bloku’nun çökmesinden sonra, kendisine yeni düşman arayan NATO’dan öğrendik.
Artık irtica en büyük tehlike idi ve adı da İslam’dı.
İstenmeyen her şey o kılıf içine sokuluyordu. Usul aynıydı! Önce bir deli gömleği biçiyorlar, sonra onu dilediklerine giydiriyorlardı…
Milletin milli ve manevi değerleriyle ilgili talepleri irticanın kendisi idi zaten. Tabii bu çok utanılacak(!) bir durumdu. Bundan kurtulmak lazımdı. Nitekim millet olarak bizler de irticacı olmamak için az fedakârlıklar yapmadık hani!.
Kızlarımızın başını açtırdık. Açmayanları okumaktan alıkoyduk.
Cemaatler olarak birbirimizi sistemin tanrısına gammazlayarak, elimizdeki paralarımızı kurtarmaya çalıştık.
Medeni olduk, çağdaş olduk, ılımlı Müslüman olduk, sermayemizi yeşilliklerden temizledik. vs vs.
Ama ülkenin bir türlü selamete, tehlikesiz bir ortama geçmesi mümkün olmadı.
Müslüm efendiden kurtuluyorduk, Kalkancı efendi geliyordu, Fadime hatun sahneden çıkarken Emire hanım giriyordu.
Ha bire faili meçhul cinayetler işleniyor, ha bire askerlerimiz öldürülüyor, BBG evi olduğu söylenen sınırlarımızdan ha bire birileri elini kolunu sallayıp geçiyor, karakollar basılıyor, terhis edilen gençlerimize pusu kurduruluyor ve adam öldürüyordu.
‘Bu ülke ne zaman selamete erecek?’ diyenler de, bu ülkeyi selamete erdirmek için bir şeyler yapmaya çalışanlar da, dönen dolapların farkına varanlar da (Mumcu gibi) gizli bir el tarafından yok ediliyordu.
Sonra bir gün, bir vatanperver polis, bir tetikçiyi yakalayıverdi. Tetikçi Danıştay’a saldırmış ve ortalığı kan gölüne çevirmişti.
Akabinde, hadiseler öyle hızlı gelişti ki bir de baktık, ‘ülkenin hassas bir dönemden geçtiği’ iddia edilmiş tüm zamanlardaki hassasiyetlerin tamamı ‘kurmaca’ korkularmış!
Bizi cambaza bakmaya zorlamışlardı. Biz cambaza bakarken, birileri de cebimizi boşaltmış yahut kendi sultasını kurmuştu. Daha da ilginci cambaz oynatıcısı ya hep CHP tarafından kollanmış yahut müsamaha görmüştü. (Tabi senarist her seferinde başka bir kıyafetle ortaya çıktığı için CHP iyi niyetle de ona sahip çıkmış olabilir)
Cambaz hep aynı kıyafetle ortaya çıkmadığı gibi, senaristin de farklı kıyafetler giydiği anlaşılıyordu. Bazen asker kıyafeti içinde, bazen polis kıyafeti içinde, bazen bölücükıyafeti içinde, bazen dinci mürteci kıyafeti içinde, hatta mafya giysileri içinde görünüyordu. Her öldürülenin, her dağa kaldırılanın, her parası gasp edilenin ve her darbenin arkasında o vardı.
Hem ulusalcı idi, hem ayrılıkçı… Hem Türkçü idi, hem Kürtçü. Hem PKK’lı idi hem Hizbullahçı!
Bazen dinci kisve ile papaz öldürüyordu ama hemen kıyafetini değiştirip, faşist bir esvap içinde laikçi Cumhuriyet’e bomba atabiliyordu.
Millet onu yakalamıştı. Mahiyeti kametinden, tahribatı mahiyetinden daha azametli görünen bu gulyabaninin ettikleri ortaya çıkınca millet küçük dilini yutacak oldu. AllahtanKurtlar Vadisi’ni izlemişti de olan biteni hemen anladı! Ve o ejderhanın tepesine çöktü.
***
İşte şimdi o ejderha, can havliyle yakasını milletin elinden kurtarmaya çalışıyor. ‘Kellesini’ kaptırmamak için büyük ihtimalle ‘kuyruğunu’ bırakmaya razı!
Şu günlerde beklemede! Kuyruğunu sımsıkı tutmuş elin gücünü sınıyor. Bir gevşeklik hissetse bir hamle ile ondan kurtulacak. Sonra da yaralı her ejderha gibi kuyruğundan tutan savcılara ve onlara o yetkiyi veren millete dönüp hışımla ve intikam dolu öfkeyle saldıracak!
Seçimlerin sonucunu bekliyor!
Milletin desteği devam ediyor mu etmiyor mu görecek! Millet seçimde bir zaaf gösterir de o kuyruğu sıkıca tutmuş elin kaslarını gevşetirse; yani iktidarın arkasındaki desteğini azaltırsa, o da karşı hamleye geçecek. İşte o zaman anlarız, iktidara ders verelim derken neye hizmet ettiğimizi.
Dolayısıyla şu zaman, ferasetli insanlar için ‘şu adam temiz bu adam kirli, bu adam böyle bu adam şöyle’ deme zamanı değil. Bireysel intikam peşinde koşma zamanı da değil. Zaman tam üç yüz yıldır başımıza çöreklenmiş şu menhus karabasandan kurtulma zamanıdır. Zaman, şu sivilleşme sürecini zedelememe zamanıdır.
Mesele Kılıçdaroğlu veya Topbaş meselesi de değil. Hatta Gökçek – Karayalçın meselesi de değil. Ötekiler, vasıfları itibarıyla berikilerden iyi de olabilir. Ama konu bu değil. Neden Kılıçdaroğlu değil de Topbaş dediğimin sebebi burada gizli!
Yan evet, ilk defa, gerçekten çooook kritik bir dönemden geçiyoruz. Ya bu çeteleşmiş yapının daha da şiddetlenerek üzerimize çullanmasına müsaade edeceğiz, ya da yılanın kuyruğunu yakalamışken, kafasını da bulması için o iradeye destek vereceğiz.
Milletin imanına, izanına ve dinine bugüne kadar ipotek koymuş, bizi ‘batı’nın kapısında hizmetçi kılmış, milletin en masum taleplerini bile ‘kritik bir ortamdan geçiyoruz’diyerek hep reddetmiş keyfi, küfri ve cebri bir yapılanmadan kurtulmanın imkânı doğmuşken sakın ha gevşeklik göstermeyin!
Kurmaca senaristleri derdest edildikten ve başta CHP ve DTP olmak üzere tüm partiler, millete biçim vermekten vazgeçip ona ve değerlerine hizmet etmeyi gaye edinirlerse biz de partilere değil, adaylara ve niteliklerine göre oy veririz. ‘İşi ehline verelim’ diyerek ‘liyakat kriterleri”ni öne çekebiliriz. Ve partiler arasında en iyi hizmet edeni seçme yarışına gireriz.
Ve o zaman, millet olarak, verdiğimiz iktidar vazifesini bireysel nimete dönüştürenlerin de tepesine bineriz.
Ama şimdi ‘deniz’i geçmek zamanıdır. Sahil-i selamete varıldığında, milletin sırtından şahsi çıkarlar edinenlerin de hesabı görülecektir elbet!
*** *** ***
Bu yazı “25.Şubat.2009 22:08:38” tarihinde gasteci.com’da “Neden Kılıçdaroğlu değil de Topbaş?” başlığında yayınlanmıştır.