Kilisenin, baskıcı ve aklı dışlayan tutumundan gına getiren Batılı aydınlar, 19. Yüzyılın başında, pozitivist tabiatçı bilim adamları sayesinde, bilimi tanrılaştırdılar ve kütüphaneleri ‘mabed’ haline getirmek istediler.
Güya kilisenin ‘acımasız tanrısı’ndan kaçalım derken ‘tabiatın sağır tanrıları’na kendilerini mahkûm ettiler. Bir duygusallıktan kaçarken çok daha derin ve kurtulması zor bir duygusallık batağına saplandılar.
Bilimin ve teknolojinin gelişmesi sayesinde kısmen, muvaffak ve muvafık bir yol bulmuşlar gibi de göründüler bir süre.
Fakat bu, Yaratıcı’yı yok sayan yaklaşımı, insanoğlunun ihtirasıyla birleşince, yeryüzünü iki kere hercü merc etti ve kana buladı. Bütün insanlık tarihi boyunca işlenmiş cinayetlerin tamamına yakını, bir anda işlendi. İki dünya savaşında 100 milyona yakın insan öldü.
Dünyamızın, bugün, global bir ekonomik çöküşe, insanlık tarihi boyunca görülmemiş bir küresel ısınmaya, iklim değişmelerine ve hızla ‘yiyecek, su ve tür kıtlığı’na doğru sürükleniyor olmasında, o dönemde dayatılan materyalizmin yarattığı ‘seküler anlayış’ın vebali çok yüksektir.
İnsanoğlu, ‘tanrıyı yok sayma duygusallığına’, nefsin ve şeytanın iğvasıyla, bilimsel bir gerçek gibi sarıldı. Tanrıyı öldürerek hür ve daimi kalacağını sandı. Oysa sadece, çok daha merhametsiz ‘ilahlar’ icat etti.
Aslında insanın hür olması ‘abdullah’ olmalarına engel değildir ama çağımızın büyücüleri bunu öyle yansıttılar. Bu çağın en büyük ‘secret’i (gizi), ‘abdulah’ (Allah’ın kulu) olması gereken insanı ‘abdünnefs’ (nefsin oyuncağı) yapan büyücülüktür. En büyük tılsımı da “magic box” Yani televizyon ve medya!
Çoğu insan, hala dinlerin haber verdiği ‘deccal’ı bekleyip duruyor. Dünya üzerinde gelmiş geçmiş hangi büyücü, sihirbaz, simyacı şu kutucuğun becerebildiği işleri becerebildi ki!
Şu tanrı tanımaz bilimin, nefsin emrine verdiği en büyük alet olan televizyon kutusu sayesinde her şey tepetaklak oldu. Her şey mutasyona uğradı. Bu çağın kahramanı Miki Maus’tur. Kediler farenin, arslanlar da çakalın elinde zebun oldu. Bu çağın değer yargılarını iyi anlamak için temizleyicilere dikkat etmek lazım. Çünkü bu çağ, temizleyicilerin bizatihi kirletici olduğu bir çağ!
Deterjan, bir tek kıyafetleri temizliyor (o da şaibeli!). Bunun dışında, temas ettiği her şeyi zehirliyor, kirletiyor, öldürüyor.
Nitekim bu zamanda işgallere, ‘barış ve demokrasi getirme’ deniliyor. Çoluk çocuk demeden insan itlaf etmeye, yani devlet eliyle yapılan teröre ‘dengesiz güç kullanma’ adı veriliyor. Tankları milletin üstüne sürmeye ‘ince ayar’, kanunu keyfi uygulamaya ‘adalet’, haksızlığa meşruiyet kazandırmaya ‘hukukun üstünlüğü’, din dışılığa ise ‘laiklik’ namı veriliyor. Bu, öyle bir çağ işte!
Güya ıslah ediyorlar. “Onlara ‘yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!’ dersiniz, ‘ne münasebet biz ıslah edicileriz’ derler. Hayır, onlar bozguncuların ta kendisidirler” ayetinde olduğu gibi…
İşte bu, o tabiatçı yaklaşımların, sonunda insanı düşürdüğü haldir. Evlatların annelerini doğradığı, çocukların çocuk doğurduğu, bireysel yalnızlığın hayat tarzı olduğu, yüreklerin cehennem yerine döndüğü bir çağ, bir insanlık!
Bu muvakkat durumun bir an önce değişmesi için insanın çaba göstermesi gerekiyor. Hazlarının bir kısmından vaz geçip, ruhunu yeniden inşa etmesi gerekiyor.
* * *
İnsanlık, ‘tabiatçılık’ batağına saplanmadan önce dört şeye muhtaçtı. Şimdi o büyülü kutunun telkini ve suistimallerle kendini 40 şeye muhtaç hale getirmiş. Ve bu ihtiyaçlarını temin etme karşılığında ruhunu, vicdanını ve huzurunu rehin bırakmış.
İnsanlık ‘hayat spekülatörleri’nin ellerinde oyuncak olmuş: bizi tehditle korkutuyorlar. İstedikleri gibi olmazsak bizi insanlıktan bile çıkarılabileceklerini ima ediyorlar.
Biz de inanıyoruz. Çünkü zihinsel formatlarımıza kadar girebiliyor, bize değerlerimizi yok saydırıyorlar. Yoksa düne kadar dedesi, atası şeriat için can vermiş şu insanları, ‘kahrolsun şeriat” diye kim yürütebilirdi ki!
Hepimiz -özellikle de duygusallık paritesi yüksek olanlar- büyülenmiş durumdayız. Oysa başımızı kaldırsak ve ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ diyebilsek, bu sanal büyünün bir anda yıkılıverdiğini göreceğiz.
Ama diyemiyoruz. Çünkü ‘duygusallık’ bizim de ruhumuzu ele geçirmiş. Dünya hayatı ve hırsı, yaşam lezzeti ve şevki, bizi yüreğimizden yakalamış. ‘Derimizi deldirmemek için ruhumuzu veriyoruz.’
Mutlaka yeniden bir ölçümlendirme, ‘önceliklerimizi ve ‘göre’lerimizi yeniden yapılandırmaya mecburuz.
Tabii ki toplumun dönüşmesi önemli fakat görülüyor ki toplumun dönüşmesi yetmiyor. TC’nin ‘zihinsel değer yargıları’nı da değiştirmemiz gerekiyor ki, bu cinnet mustatilinden çıkabilelim.
* * *
Bu da kolay değil elbet. Millet olarak ya teslim olup insaflarının gelmesini bekleyeceğiz ki bu eşyanın tabiatına aykırıdır. Ya da derimizin delinmesi pahasına direnip ruhumuzu kurtaracağız!
Fıkra’daki Temel’in yaptığı gibi yani!…
Malum, Temel’in bindiği gemi açık denizde batmış. Temel yüzerek bir adaya çıkmış. Adada zalim bir kabile resi varmış ve kendisine insan derisiyle kaplanmış bir kano yaptırmak istiyormuş.
O yüzden de adaya düşen herkesi yüzüp, derisini alıyormuş.
Temelin önünde birkaç kişi varmış. Her birisi, reisin, ‘son dileğin nedir’ şeklindeki sorgusuna olmaz sanılan dileklerde bulunup derisinin yüzülmesine engel olmaya çalışıyormuş ama nafile. Kabile reisi, ne yapıp edip bir bahane buluyor ve derilerinin yüzülmesini sağlıyormuş.
Temel bakmış çare yok, mutlaka derisi yüzülecek. Kafasında bir plan yapmış. Sıra kendisine gelip de “son dileği’ sorulunca Temel bir kibritle bir sigara istemiş.
Reis, hemen daha önce o yörede batmış bir gemiden aldıkları mallara bakmalarını, varsa bir sigara bulup getirmelerini söylemiş. Bulup getirmişler.
Temel bir güzel sigarasını yaktıktan ve bir iki nefes çektikten sonra, başlamış sigarayla derisini yakmaya. Orasına burasına bastırdığı sigara ile derisini delmiş.
Bir taraftan da söyleniyormuş: “Ha bu deriyi sana kullandırtmayacağum da!”
…….
Fıkrayı duyunca hemen aklıma Rau Tamer’in ‘sessiz çoğunluk’u geldi. Bu tabiatçı, Marksist ve seküler şeriatçı rejimin ne zaman canı sıkılsa, hemen kendisine insan derisiyle kaplanmış bir kano yapmaya kalkışıyor. Daima da ‘sessiz çoğunluk’un derisini yüzüyor. Ne yaparlarsa yapsınlar, laikçi reis, derilerini yüzmek için bir gerekçe buluyor. Onlar da çaresiz yüzülüyorlar.
Yıllarca millet umut etti ki, biri çıkacak ve o sessiz çoğunluk adına diyecek ki “Ben onların derisini sana yüzdürtmeyeceğim!”
Millet farkına vardı ki, bunu söyleyecek babayiğit çıkmıyor. Çıksa da derisini soydurmaktan kurtulmuyor. En çok “Kasımpaşalı” yürekliliğine güvenmişti. Şimdi onun derisini yüzmek istiyor Reis!
Bakalım millet onun derisinin yüzülmesine de seyirci mi kalacak. Eğer kalırsa, sanırım siyasetçilerimizin derisinden daha çoook kano yapılır!