“Tüllenen mağribi akşamları sarsam yarana
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana…”
İman dolu göğüslerini, milletin harimine geçilmez bir ‘serhad’ yapan o iman erlerine karşı, milletçe mahcup olacağımızı sezmiş olmalı ki Mehmet Akif, bu ölümsüz beyite hayat vermiş…
Akif de bir iman eri, hiç şüphesiz. Allah’ın nuru ile bakıp görmüş ki onlar canlarıyla iman yurdunu koruyor ve kanlarıyla ‘tevhid’ ağacını suluyor. O yüzden de hiç tereddüt etmeden:
“Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi.
Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi…” demiş. El hak doğru söylemiş…
Beşer tarihinde öyle hadiseler var ki, neticesi asla öngörülemez. Fakat o, kendinden sonraki bütün beşeri hadiseleri etkiler.
Çok uzak tarihlere gitmeden bir iki örnek vereceğim. Bunların ilk Bedir Savaşı’dır. Bedir Savaşı’nın neleri değiştirdiğini söylemeye gerek var mı? Eğer Bedir savaşını Hz. Peygamber kazanmasaydı, şu anda siz bu yazıyı zevkle ve nefretle okuyor olmazdınız.
Bunlardan bir diğeri de Fransız ihtilalidir. “Üş beş çapulcu”(!)nun başlattığı o ayaklanmanın, dünyada ne muazzam değişmelere sebep olduğunu bilmeyen de yoktur. Yine ben böyle keyifle bu yazıyı yazıp yayınladığım ve sizin de beğenmek veya alay etmek hakkına sahip olmanız da o ihtilal sayesindedir…
Bedir Savaşı nasıl ki, mukaddeslere hürmetin hükümranlığını başlatan bir savaş idiyse Fransız ihtilali de hürmetsizliğin hükümranlığını getirdi. Tabii her iki hareketin –bize göre- iyi veya kötü diyebileceğimiz müteakip gelişmeleri olmuştur…
İşte Çanakkale Savaşı, zahirde, emperyalistlerin, ‘hasta adam’ın mirasını paylaşma kavgası olmasına rağmen, aslında iman – küfür mücadelesinin en son büyük kapışması idi aynı zamanda… O yüzden de Akif, Çanakkale’de kuddûsiler katına çıkan şehidleri, yeryüzünün incileri olan Sahabelerle aynı kefeye koymuştur. İmana hizmetleri açısından…
Biz dünyeviler açısından Çanakkale, hiçbir millete nasip olmamış bir destandır. Bütün fidanlarımızın hayatına mal olmuştur ama Türk milleti, ebediyen elinden alınamayacak bir şeref madalyası göğsüne takmıştır.
O, muazzam bir başlangıç ve muhteşem bir finaldir…
İman ağacının, yaklaşmakta olan dehşetli küfür kışında (Materyalist düşüncenin hükümranlığı altında) bütün bütün heder olmasınlar diye tohumlarını toprağa emanet etmesidir ki, gelecek baharda daha gür ve daha zinde uyansınlar diye… Kayıpları da sayarsak 4 milyon şehid!
Sadece bu bile tek başına, geleceğe umutla bakmamız için yeterlidir.
* * *
Türk milletinin şu anki durumuna bakılırsa Çanakkale, çok kötü yazılmış bir kitabın muhteşem bir önsüzü gibi duruyor. Çanakkale sonuçları itibarıyla, beşeriyetin macerasını da mecrasını da derinden etkilemiştir.
İnsanlık, maalesef bu iman mücadelesinin sonucunda komünizm belası ile karşılaşmıştır. İnkar-ı uluhiyetin müccesem halini alan komünizm, insanlığın ciğerine düşen bir habaset gibi önce Rusyayı, ardından Çin u Maçin’e pençesine aldı. Yaklaşık 40 milyon insanın hayatına mal oldu. İnsanlığın yaradılışından beri var olup da uyumakta olan fitneyi(Yecüc ve Mecuc) uyandırıverdi…
Eğer Çanakkale geçilebilseydi, bu olmayacaktı.
Çanakkale geçilebilseydi bugün dünyanın efendisi Amerika değil belki de hala İngiltere olacaktı. Rusya belki de yıkılmayacak ve Çar komünist ihtilaline kalkışacakları derdest edip yok edecekti. Çin bu hale gelmeyecekti. ABD, Japonya’ya atom bombası atmayacaktı. Mustafa Kemal olmayacaktı. Kurtuluş savaşı verilemeyecekti.
Ve tabi, müstemleke laikliği denilen şu despot rejim bizi canımızdan bezdirmeyecekti. Laiklik olmadığı için Oktay Ekşi, Bekir Coşkun, İlhan Selçuk, Doğu Silahçıoğlu gibilerin bir kıymet-i harbiyeleri de olmayacaktı…
Rahmanın Kulu adındaki vatandaş, laiklik libası giydirilmiş müstemleke usulü dinsizlik elden gidiyor diye kendi dindaşlarına karşı şu ceberut rejimi savunmak zorunda kalmayacaktı…
* * *
Şu iman mücadelesinin başımıza neler açtığına bakın bir!
Acaba diyorum, orada lillah için Allah için, din için, devlet için, analarımızın bacılarımızın ırz ve namusu için, iffeti ve örtüsü işin toprağa düşenler, can verenler, torunlarının ‘kahrolsun şeriat!” diye yürüyeceğini bilseydi ne yapardı? Yine de savaşır mıydı?
İyi ki insan sonuçlardan mesul değil! O sadece şartların gerektirdiği çerçevede üzerine düşeni yapmakla mükellef…
Onların; o Tanrı erlerinin hakketti muhakkak ki, şeref, itibar ve izzettir.
Ama yazık bize ki, biz onları, davalarında nakzettik! Onların can feda ettikleri manaları ayaklar altına aldık. Yedi düvelin onlara yaptıramadığını biz evlatları yaptık. Onların harim-i ismetini kirlettik!
Yarının yüksek istikbali arkasında bugünlere bakacak torunlarımızın bizim için ne diyeceklerini cidden merak ediyorum.
Nasıl olup da o muhteşem ataları ile o yüksek karekterli evlatlar arasında bizim gibi ruhsuz, kansız ve ciğersiz babaların geldiğine anlam veremeyeceklerdir.
Fatihler, Sultan Selimler ve Kanunilerden sonra bizim gibi eciş bücüş laikçilerin nasıl türediklerini asla izah edemiyeceklerdir.
Bakın şu cihan padişahına. Fatih’e kulak verin. Görün onu yücelten neymiş! Onu anladığımızda, bizi alçaltan şeyin ne olduğu da kendiliğinden ortaya çıkar!
İmtisâl-i câhidû fillâh olubdur niyyetüm
Dîn-i İslâm’un mücerred gayretidür gayretüm
(Benim tek amacım Allah yolunda zulüm ile savaşmaktır. İslamın gayreti, ana gayesi ne ise benim de gayem ve gayretim onun içindir )
Fazl-ı Hakk u himmet-i cünd-i ricâlullâh ile
Ehl-i küfri ser-te-ser kahr eylemekdür niyyetüm
(Hakk üstünlüğü ve Allah’ın yücelttiği veliler himmetiyle kâfirleri baştan sona kahreylemektir niyetim.)
……
Ey Mehemmed mu’cizât-ı Ahmed-i Muhtâr ile
Umaram gâlib ola a’dâ-yı dîne devletüm
(Ey Mehmet, Seçilmiş Ahmed’in mucizeleriyle /Umarım, galip gelir din düşmanlarına devletim)
İşte Çanakkale’de, yedi düvele diz çöktüren, o toprakları mezar, ufukları düşmana dar eden Fatih’in ricalullah dediği evliyaların enbiyaların desteklediği bir ordu idi.
O yüzden de Akif onlara:
“Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker,
Gökten ecdad inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi,
Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın,
Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın.
Hercü-merc ettiğin edvarda yetmez o kitap,
Seni ancak ebediyetler eder istiâb.” diye seslenmiş.
Fakat bilememiş ki, bizim gibi kıymet bilmez bir güruh gelecek, onlara ait her kutsalı, her hatırayı, her değeri uğursuz bir ‘irtica’ gayyasında lekedâr edecek! Bize de şöyle feryat etmek düşecek:
“Ya rab bu uğursuz gecenin yok mu sabahı ?
Mahşerde mi biçarelerin yoksa felahı!
Nur istiyoruz…sen bize yangın veriyorsun!
“Yandık” diyoruz boğmaya kan gönderiyorsun!
…..
İslam ayak altında sürünsün mü nihayet?
Ya rab, bu ne hüsrandır, ilahi, bu ne zillet?”