Geçenlerde, Kanal D‘de bir film oynadı: Gözde!
Büyük kısmı otontik mahallerde çekilmiş film, yer yer taraflı ve yanlış bilgilere bina edilmiş olmakla birlikte, Osmanlı devletinin çöküş sebeplerini göz önüne sermesi bakımından oldukça ilginçti.
Filmin bende uyandırdığı infialden dolayı, kadınların Osmanlı Sarayı’ndaki etkilerini yeniden tetkik ettim. Kütüphanemde konuyla ilgili kitaplara şöyle yeniden bir göz attım. Vardığım kanaat şu oldu:
Biz Türkler devlet kurmada mahiriz ama, sonradan idareyi bizden olmayanlara devretmede de büyük zaaflarımız var.
İslamiyetten önceki Türk tarihini iyice incelediğimiz zaman, net olarak şunu görürüz:
Hemen hemen bütün Türk devletleri içten çökertilmiş ve daima da bunda Türk otağlarına sokulmuş yabancı prensesler esaslı rol oynamış.
Çinliler, komşuları olan bir çok Türk devletlerini, Türk saraylarına soktukları kadınlarla yıkmayı kendi etkilerine almayı başarmışlar.
Aynı zaafı Selçuklulurda da görürüz. Selçuklular, biraz da çevrediki hakim kültür olan Fars etkisine girmişler, yaşanan kültür erozyonu, sonradan Türk dilini unutulma noktasına getirmiş.
Meşhur Karamanlı Mehmet Bey‘in fermanı olmasaydı, bilke de Türkçe bugün Anadolu’da bir azınlık dili olurdu.
* * *
Osmanlılarda da durum hiç farklı değil.
Devleti kuran Türkler. Kurucu liderleri doğuranlar da Türk anası ama, nedense Türk hakanları, kısa sürede yabancı kadınlara mübtela olmuşlar.
Osman Bey ve Orhan Bey‘in annasi Türk. Ama Orhan Bey‘in aldığı kadınlar arasında ekseriyet Rumlarda ve Bizanslılarda.
Birinci Murad‘ın annesi Bizanslı
Yıldırım Bayezid‘in annesi Rum
Çelebi Mehmed‘in annesi dönme
İkinci Murad’ın annesi Türk
Fatih Sultan Mehmed‘in annesi Fransız (Bir ihtimale göre de Rum)
İkinci Beyazıd‘ın annesi Arnavut
Yavuz Sultan Selim‘in annesi Türk,
Kanuni‘nun annesi dönme…
İkinci (Sarı) Selim’in annesi Hurrem Sultan ki, bir Rus papazının kızıdır…
Üçüncü Murad‘ın annesi Yahudi…
Üçüncü Murad‘dan sonra hemen hemen Türk kadınla evlenme geleneği yok gibidir. Sadece İkinci Osman, hareme doldurulan kadınların, daha doğrusu Harem’in, bütün entrika ve fesadın yuvası olduğunu görerek, Harem’den evlenmeyi red eder ve bir Türk kızı olan Şeyhulislam Esat Efendi‘nin kızı Akile Hanım ile evlenir.
Harem’in, onun başına neler getirdiğini hepiniz biliyorsunuz.
* * *
Kanuni dönemine kadar, Türk sultanlar, ordularının başında bulundukları ve halk ile sıkı ilişkileri bulunduğu için, Saray’daki dönme kadınlar siyaset üzerinde yeterli derecede etkili olamamışlardır.
Ancak Kanuni, asıl adı Roksalana veya Rossa yahut Rosanne olan Hurrem Sultan‘a karşı derin bir zaaf içine girmesiyle, kadınların Saray’daki etkinlikleri kendisini göstermeye başladı.
Hurrem Sultan, bir erkek evlat doğurunca Saray’dan ayrılmak istedi. Hurrem’in bu hareketindeki amacı, Kanuni‘nin nikahı altına girmekti. Nitekim Kanuni ilk defa, geleneği de bozarak onu nikahı altına aldı.
Saray’da harem entrikaları da onunla başladı. Çünkü Hurrem kendi oğlunu sultan yapmak istiyordu. Nitekim bunu da başardı. Merhum Şehzade Mustafa boğduruldu ve Sarı Selim diye meşhur İkinci Selime yol açtırdı.
Bu tarihten sonra, denilebilir ki, cihanı Türk hükümdarları, Türk hükümdarlarını da Harem idare etmiş.
* * *
Ağzına kadar cariye ve odalıklarla doldurulan Harem, zevk ve safanın kaynağı oldu. Padişahlar, bedeni hazlara düşerek, memleket işlerini bıraktılar. Çoğu, tahta geçinceye kadar, Saray’ın dışını bile görmedi. Kadınların ağırlığı altında kişilikleri iyice zedelenen şahzadeler, Yeniçerileri avuçlarının içine alan Kadınlar sayesinde, başa geçtiklerinde, hiç bir iş yapamaz duruma geldiler…
İktidar güya Türk olan Osmanlı ailesinde idi ama Osmanlı ailesi, çoğu 14‑20 yaşlarında korsanlar tarafından kaçırılıp getirilmiş kızlardan oluşan Harem sultasındaydı.
Ekseriyetle hrıstiyan olan ub kızlar, isimleri değiştirilmekle birlikte inançlarını muhafaza ederlerdi. Padişaha erkek evlat doğuranlar nikah altına alınınca, mecburiyetten din değiştirir, İslam olurlardı…
Bunun şehzadeler üzerindeki etkisini tahmin etmek mümkündür.
Gerçi Osmanlılar, devletin bekası ve saltanat kavgalırının önlenmesi için böyle bir yolu açmışlardır ama, bu yolla, Türk olan kimlik, gizliden gizliye eriyerek, aile kan itibarıyla da terbiye itibarıyla da Türk unsurdan hayli uzaklaşmıştır…
Türk sultanlarını doğuran kadınlar, acemi oğlanları gibi çok küçük yaşta devşirilip Türk ve İslam ananasiyle yetiştirilmiş olsalardı,belki de tahrip bu kadar yoğun olmazdı…
Sonuç olarak, 1650’li yıllardan itibaren, Osmanlı Sarayı’nı kadınrlar idare etmiştir. Bir çok mansıp para karşılığı satılmaya başlanmıştır ki, bunun ilk uygulayıcısı Üçüncü Murad’ın karısı Safiye Sultan’dır.Aslen Venedikli olan bu kadın, Üçüncü Murad’ın son dönemlerinde iç ve dış olaylara tamemen el koymuş, onun istemediği hiç bir şey yapılamamıştır.
Daha sonra gelen ve Boşnak olan Mahpeyker Kösem Sultan, gerçi ona rahmet okutmuştur ama, öncü olması bakımından Safiye Sultan daha etkili olmuştur. Parayı, entrikayı, rüşveti Osmanlı Sarayı’na sokan Safiye Sultan‘dır.
Keza, Batı’nın balo, tiyatro, musıki gibi eğlenceleri, yine Bu kadınlar eliyle Saray’dan geçerek Türk toplumuna girmiştir. Üçüncü Selim‘in aşık olduğu Nakşidil ‑ki, Birinci Abdülhamid’in karısı’dır‑ Aslen Fransız’dır. Asıl adı Aimee olan Nakşıdil, 17 yaşına kadar katolik eğitimi görmüştür.
Cezayir korsanları tarafından kaçırılıp, Osmanlı Sarayı’na getirildiği zaman da iyi bir Hrıstiyandı. Bir çocuk doğrunca İslam olduğu söylenir ama, öldüğü zaman evlatlığı İkinci Mahmut tarafından yanına papaz çağırıldığı da rivayetler arasınadır. Valsi ve dansı Osmanlı sarayına sokan bu kadındır.
* * *
Bunları niye anlattık: Elbette ki, bir müslüman, hrıstiyan yahut yuhudi kızlarla evlenebilir. Hem de yahudi ve hrıstiyan kaldıkları halde.
Ama bir saltanat söz konusu ise, bu noktalarda biraz politik davranmak gerekmez miydi. Bir çok ülkenin Dışişlerinde görev yapan diplomatlarının yabancılarla evlenmesi yasaktır.
Bir diplomatın yabancı kadınla evlenmesi sakıncalı bulunuyor da bir sultanın yabancı kadınla evlenmesi neden sakıncasız olur anlamak güç.
Bu yabancı kadınlar sonunda hep gücü ele geçirip, Yönetici aile ile Türk halkı arasındaki duvarları kalınlaştırmaktan başka şeye hizmet etmemişlerdir.
Sultanı düşünün ki, kadınları gayrı Türk, etrafındaki vezirler, paşalar gayrı Türk… Böyle olunca Padişahların kendi kavmine yaklaşımı nasıl olur anlayın…
O yüzden değil midir ki, 17. yüzyılın sonlarından itibaren, Saray Türk unsura karşı soğuk davranmış ve onlar “İdraksiz ahmak Türk” olarak tesmiye edilmişler.
Elbette ki, her gelişen büyür, her büyüyen ölür. Ama bir toplum kendi halini değiştirmedikçe Allah onun halini değiştirmez.
Osmanlı, Saray entrikalarıyla zaafa düşürülmüş, aydınlar eliyle de yıkılmıştır. Ama bu hale gelmesinin altında insiyatifsiz aciz sultanların gelip geçmesi yatmaktadır.
Osmanlı, İslamı kendisine şiaar edinerek yükselmiş bir cihan devletidir. Ama zamanla bu istikameti yitirip, çıktığı kabuğunu (Türk kavmine) beğenmez hale gelerek de hayat damarlarını kesmiştir. Ve her doğan gibi ölmüştür.
Ne var ki, Osmanlı ile devraldığımız bu gelenek, Cumhuriyet döneminde de yine kendisini hissettirmiştir. Belki bugün Türkiye gözdeler tarafından idare edilmiyor ama, gözdelerin evlatları sayesinde yine en çok horlanan, dışlanan milletin ta kendisidir.
Cumhuriyet yönetimi, bu milletin, kurduğu devletine, sonuna kadar sahip olması açısından en büyük teminattır. Ama onlarda öncelikle bu şuuru uyandırmak gerekir.
250‑300 yıldır, biz bizim dışımızdan gelip aramıza katılmışların idaresi altındayız. Bugün de aynı durum söz konusu. Müslüman Türk halkı ne zaman ki, kendisine ve değerlerine tepeden bakan idarecilerden kurtulur, o zaman “Gözdeler İktidarı” da sona erer…
O zamanları görür müyüz bilemiyorum…